Yükleniyor...
31.05.2011
Üstad İskender Öksüz’ün “Türkçülük: Yüz Yıl Önce, Yüz Yıl Sonra” adlı önemli makalesi üzerine kaleme aldığımız “Milliyetçi Düşüncenin İmkanları 1-2” yazılarında milliyetçi düşüncenin neden bir varlık gösteremediğinin sebepleri üzerine bir tartışma yürüttük. Bunun üzerine üstad “Türkçülüğün Niçinleri” başlıklı bir başka makale daha yazdı. Burada tartışmanın devamı niteliğinde üzerinde önemle durulması gereken bir konuya parmak basan Öksüz hocam bizim cevaplamamız için bir soru soruyor: “Sebep-sonuç-sebep-sonuç diye giden uzun zincirde Vurucu nehrin kaynağına doğru sebep yönünde benden bir adım fazla atmış: Seksen öncesinde asabiyesi yüksek bir camia vardı. Şimdi yok. Yayınların, fikirlerin, fikir adamlarının sesi bu yüzden daha cılız çıkıyor. Ben bir sonucu yazmışım. Vurucu onun sebebini yazdı. Peki şimdi bu sebebin sebebini sorgulayalım: Eskiden camia daha geniş, asabiyesi daha yüksekti de şimdi niçin daha dar ve asabiyesi daha zayıf ? Sıra bu sorunun cevabını bulmaktadır İkbal.” Diyor, haklı olarak.
Açık ve net olarak bu konudaki yargımı belirteyim. “Ülkücülüğün” metafiziği tükenmiştir. “Ülkücülük” sadece ruhsuz harfler birleşiminden ibarettir artık. Ancak, “ülkücü”, metafiziğini yeniden yaratarak bir varlık kazanabilir.
Sık sık sorulan “Soğuk Savaş bittiği zaman MHP’nin önünde iki büyük sorun bulunmaktaydı: İlk olarak Soğuk Savaş döneminde kurgulanan tehdit komünizm, SSCB ile birlikte çökmüştü. Peki, yerine ne konulacaktı?” sualine aynı kalemler kimi zaman “Kürtlerin” kimi zaman “terörün” konulduğunu belirtmişlerdir. Bu cevaplar ve sorular aslında bir takım yeni sorunların da habercisiydi. Birincisi, sorun derinliğine anlaşılamamıştır ve sorular günübirlik siyasi polemiklerin neticesinde sorulmaktadır. İkincisi, MHP’nin sorunları Türk milliyetçiliğinin sorunları ile özdeşleştirilemez. Üçüncüsü, komünizmle mücadele bir “ülkü” değildir.
Hemen belirtelim, komünizmle mücadele sadece MHP’nin değil bugün siyasi arenada etkisinden bahsedilen cemaatinde dahil olduğu bütün sağ partilerin birinci amacıydı. Bunu böyle görmek gerekir. Ayrıca sorun sanıldığının aksine Türk milliyetçileri açısından bir ideoloji olarak komünizm değil, Türkiye’nin varoluşunun tehdit eden ve başka devletlerin silahı haline gelmiş olan komünizmdi. Aynı şekilde PKK ve bölücülükle mücadele Türk milliyetçiliğinin asli amacı değildir. Daha doğrusu, Türk milletinin varlığını tehdit edecek bütün ideoloji ve gruplar, mücadele edilecekler dairesine girer.
Asıl sorulması gereken soru şudur: Nasıl komünizmin çok güçlü bir varlık gösterdiği dönemde Türk milliyetçiliği fikri alanda kendine sağlam bir zemin inşa etmişse Kürtçülüğün veya bölücülüğün mevcut olduğu 1980’lerden bugüne bu gücünü niye devam ettiremedi? Yani sorun ne dün komünizmin ne de bugün bölücülüğün varlığıyla açıklanamaz.
Türk milliyetçiliğinin Büyük Ülküsü Türk Birliğidir veya konuyu bir sorun olarak bu makalede ele aldığımıza göre şimdi böyle bir ülkü “yoktur” ama “olmalı”dır. Ontolojik açıdan Türk kültürüne dayanan Türk milliyetçiliğinin üreticisi de Türk milletidir. Türk milletinin tanım alanı buna göre, Türk kültür coğrafyasıdır. Eylem ve düşüncede Türk milletinin tahayyülü Büyük Ülkünün de amacıdır. Bu amacın gözetilmesi dünyaya ve olaylara bakış açısını etkilememesi düşünülemez. Bu sebeple Türk milliyetçiliğinde devlet ve coğrafya millete göre ikincil önemdedir. Bütüncül bir Türk kimliğinin inşası Türk milletinin bir bütün olarak tasavvurunu engelleyen unsurların tespiti ve bunun tasfiyesi için çabayı gerektirir. Bunun ön şartı da bütüncül bir Türk kimliği için Türkiye ile sınırlı Türk milleti kavrayışı yerine bütün Türk topluluklarını kapsayan bir millet tasavvurunun ikamesidir. Devletin ve coğrafyanın öncelendiği bir yaklaşımda inşa edilmek istenen bütüncül Türk kimliği zaafa uğrar.
Bu sebeple 21. Yüzyıla girerken Türk Milliyetçilerinin fikri alanda özgün bir konumda olamayışının sebebi, özünde, ideal-ülkü yokluğu gelmektedir. Ülkülerin bir bireydeki belirgin işlevi düşünce ve davranışlarındaki yönlendirici ve biçimlendirici gücüdür. Bu güç psikolojik bir motivasyon aracıdır. Bununla birlikte Türk milliyetçiliğinin nitelik, yöntem, biçim, öncelik gibi alanlardaki çoğulcuğunun-farklılığının tek bir nehirde birleşmesi anlamına gelir. Büyük Ülkü ortaya çıktığında farklılıklar gerçek anlamda bir zenginlik olur. Modern-post modern durumun ortaya çıkardığı güncel ve temel sorunların analizinde, sorun tespitinde ve çözümünde açık, net, belirgin fikirler ortaya çıkar. Bir durum karşısında takınılacak olan tavrın olumlu ve olumsuz veçhesi konusunda rahatlıkla kendi istikametimiz tecessüm eder.
Ülkü özü itibariyle kişileri, grupları, düşünceleri ötekileştirerek kendini var kılmaz, sınırlarını çizmez. Ülkü geleceğe yönelik bir umut, kurtuluş, yeniden diriliş ve yaratılıştır. Yani olumlu bir formu vardır. Bu sebeple komünizmin veya bölücülüğün karşısındaki tavır alış ana yolun açılması sırasında karşılaşılan ara engellerdir. Bu engeller ise bize tecrübe, bilgi, ihtiyat, zenginlik katar.
Türk milliyetçiliğini suç kaynağı olarak gören 12 Eylül darbesine kadar milliyetçi düşüncenin Türk Dünyası merkezli tespitleri, ileriye dönük projeksiyonları, iddiaları vardı. Dergi, gazete, kitap ve çeviriler vasıtasıyla çok güçlü bir şekilde olmasa da dile getirerek bir var oluş sergilemişlerdi. Bugün ise Türk Dünyasının büyük bölümü bağımsız olmuş ve ülkümüzün ilk aşaması gerçekleşmiştir. Yani Türk milliyetçileri tarihe karşı haklı çıkmıştır. Fakat buna rağmen milliyetçiler, anlaşılması güç bir biçimde Türk Dünyası konusunda bir boş vermişlik içerisindedir. Milliyetçi düşünce, Türkiye’nin iç sorunları karşısındaki konumunu, entelektüel üretimini, fikri kısırlığına bağlı olarak tepkisel bir tavır alışa çevirmiştir.
Türkiye sanayileşememiş bir ülkedir. Fiziki, fikri, egemenlik bütünlüğünü tehdit eden terörün varlığını sürdürdüğü bir ülkedir. Resmi ve gayri resmi kurum ve kuruluşlarıyla, siyasal ve akademik seçkinleriyle kutsallaştırılmış bir AB ideali ile donanmış bir ülke. Bütün bu olgular, Türkiye’de düşüncenin kısırlaşmasını, banal ve yıkıcı iç siyasi çekişmelerle meşgul olmayı ve zihinsel bir daralmayı da beraberinde getirmiştir. Bütün bu sözü edilen unsurlar Türk Birliği projesinin istenilen düzeyde tartışılmasını ve gündeme gelmesini engellemektedir. Bu tespitimiz elbette biraz “tembelliğin” meşrulaştırılması anlamına gelir.
Fakat sorunun Türk Milliyetçilerindeki ülküsüzlük olduğu hatırlanırsa daha iyi olur. Batıcı sosyalist, liberal, İslamcı aydınlar kutsallaştırılmış bir Avrupa Birliği ile malul ise Türk milliyetçilerinin ne ile malul olduğu bilinmemektedir. Bir sağa bir sola yaftalamakta ve kendi mecrasına oturamamaktadır.
Bu ortam Türk Milliyetçilerinde, yirminci yüzyılın başındaki Türkçülerdeki gibi özgün toplumsal, kültürel, siyasi bir düşünce sisteminin kurulamamasında da belirleyici bir rol oynamıştır. Çokluktan Birliğe Türk Kimliğinin Yeni Boyutları kitabımızın girişinde belirttiğimiz gibi, “Anadolu Türkiye’si ile hududu belirlenmiş bir siyasi yapı, kültürel tahayyül, tarihsel bakış açısı ve hep savunmacı bir zihinsel zemin algı ve eylem evrenimizi inhisarına almıştır. Bu zeminde, Türk milliyetçileri, Türk Birliği gibi büyük projelerin imkânını, varlığını, hatta düşüncesini bile, söz konusu iktidar mekanizması sebebiyle sorgulayamaz olmuştur.”
Türk Birliği’nin toplumsal temeli de sivil toplumda olmakla birlikte entelektüel yaratıcılık her şeyin önünde duran bir sorundur. Tali yapılar olarak devletler arasında rekabet, çatışma, diyalog olabilir. Fakat güçlü bir entelektüel zemine dayanan Türk Birliği düşüncesi çerçevesinde Türk Dünyasının çoğulcu kültürel yapısı, ortak kullanılacak dil, alfabe sorunu, ciddi bir sorun alanı olarak milli kimlik inşa etmek, farklı uluslaşmalara sebep olan aynı tözden beslenen tarihin yorumlanışı ve yeniden yazımı konusu, sömürge döneminden tevarüs eden çok etnisiteli ve kültürlü toplumsal yapısı konusunda radikal etkiler yapacak bir entelektüel çaba gerektirmektedir.
Türk Birliği ülküsünde hem devlete verilen önem ve hem de devletin işlevi sivil, bireysel ve entelektüel güç unsurlarına göre talidir. Türk Birliği sivil toplumla hayat bulur. Sivil toplumun hayat bulması ve yeşermesi ise demokrasi ile mümkündür. Bu sebeple Türk milliyetçiliği demokratik ve sivil kurumların oluşması, gelişmesi ve etkili bir unsur olabilmesi için çaba sarf etmelidir. Turan Yazgan’ın kurduğu TDAV bir sivil toplum örgütü olarak devletin kurduğu Hoca Ahmet Yesevi ve Manas Üniversiteleri ile yarışmakta ve hatta çoğu bölgede daha etkili olduğu bilinmektedir. Fethullah Gülen’in teşviki ile işadamlarının STÖ aracılığıyla kurduğu eğitim kurumlarının başarısı da, bütün güncel tartışmaların ötesinde, sivil toplumun önemi, işlevi ve başarısı konusunda örnek çalışmalardır. Bu örnekler bir ülkünün varlığı ile açıklanabilir. Ve Türk milliyetçiliği Türk Birliğine güçlü bir vurgu yaparak yani, İskender Öksüz Hocanın “asabiye”si, Nevzat Kösoğlu’nun “iman”ı, Ziya Gökalp’in “mefkuresi” ile özgün mecrasını oluşturabilir.