Yükleniyor...
– 14.08.2011- wwww. haberakademi.net- Dr. Mustafa AKSOY
Makalemize konu olan belgelerin bir kısmını TRT adına Ağustos 2010’da yaptığımız saha araştırması ve belgesel çekimi sırasında, bir kısmını da yaptığımız saha çalışmalarında tespit ettik*.
Konuya girmeden önce yazılı belgelerde Anadolu’da Türk izlerinden bahsetmekte yarar vardır. Aslında konu hakkında önemli bilgiler olmasına rağmen genelde Türk tarihçileri tarafından konu derinlemesine araştırılmamıştır. Bu nedenle de Türklerin 1071’de Anadolu’ya geldikleri kabul edilmiştir. Oysa Türklerin Anadolu’ya gelişleri veya burada yaşayıp kısmen geldikleri yere geri dönmeleri başka, Anadolu’nun kalıcı olarak Türkleşmesi başka bir konudur. Türklerin 1071 de Anadolu’ya gelişleri ilk olmayıp son gelişleridir. (Aslında Anadolu’ya Türklerin geliş süreci günümüzde de küçük gruplarla devam etmektedir.)
Yaptığımız araştırmalar sonucu elde ettiğimiz bulgular, bizi Türklerin Anadolu’ya geliş tarihlerinin milattan önceki tarihlere götürmektedir. Bizim bu görüşümüzü aşağıdaki eserler ve kullandığımız fotoğraflar da doğrulamaktadır.
İskitlerin Türklüğü konusunda çok sayıda eser yazılmış olup aşağıda onlardan bazı örnekler vererek kendi bulgularımı da bu makalede sizlerle paylaşacağım.
Bilindiği üzere İskitler tarihte Tuna boylarından Çin Seddi’ne kadar olan bir alanda, milattan önceki dönemlerden başlayarak değişik zamanlarda yasamışlardır. Onların tarih sahnesine çıktıkları ilk yerleşim yeri olarak, Herodotos’tan günümüze kadar ki tarihçiler ve arkeologların çoğunluğu tarafından Batı Sibirya-Altay bölgesi, Kuzey ve Orta Kazakistan, Aral gölü çevresi ile Aral ve Hazar arasındaki bozkır gösterilmektedir. Togan ise daha açık bir tabirle “…Saha devletinin asıl merkezi Türkistan” der. Okladnikov da Karasuk kültür döneminde Orta Kazakistan’daki Jezkazgan bölgesinde İskitler’in yaşadığından bahseder[1].
M.Ö. VI. Asırda Ahamanişler İran’ın doğusunda yaşayanlara ’Saka’ diyorlardı. Ayrıca bu halktan olup da Tanrı Dağları bölgesinde yaşayanlara ’Saka Homa Varka’, Maveraünnehir’dekilere ’Saka Yayi Taradarya’, Bakteriyan bölgesindekilere ’Saka İğrahoda’, Hazar denizinin batı ve güney batısında yaşayanlara da ’Sakayart’ diyorlardı[2]. Bu coğrafya bilindiği gibi Türkistan, daha genel tabirle, ’Turaneli’ olarak ifade edilir. Yani Sakaların yaşadığı yerin adı Türkistan olup anlamı Türklerin vatanı demektir.
Diğer yandan Rus ve Avrupa kaynaklarında ’Saka Türkleri’ XVII. yüzyıldan itibaren yaşadıkları yerde bulunan madenden dolayı ’Yakutlar’ olarak ifade edilmelerine rağmen, onlar kendilerini verilen isimle değil de ’Saka-Saha’ olarak ifade etmişlerdir. Herodotos ise bilindiği gibi Sakaları, İskitler’in bir kolu olarak ifade etmiştir[3]. Ayrıca Herodotos, da ’Thssagetler’i İskitler’in bir kolu, ’Massagetler’i de İskitlere komşu bir halk olarak tanıtırken onların “Tomyris” (Tomris) adlı bir kraliçesinden bahseder[4]. Bilindiği üzere Tomris bayanlara verilen bir Türk adıdır. Türk tarihi hakkında birinci elden önemli eserler yazan Togan da “M.Ö. 7-4. asırlarda Orta Asya’da hakim göçebe milletler sıfatıyla Sakalarla, Masaget’leri görüyoruz” der. Ayrıca Togan, Bizans kaynaklarında Masagetler, Türk olarak geçer[5] der .
Fsimokatta da 1957’de yazdığı bir eserinde batı Türkleri’ni İskitler olarak kabul etmektedir. Ayrıca “XII. Yüzyıl Povecti Vremennıh Let” adlı Rus kroniğinde de İskitler, Hazarlar ve Bulgarlar aynı kökten gelen bir halk olarak ifade edildikten sonra “biz (Slavyanlar) Tuna’da yaşarken, konuşurken İskitler geldiler, yani Hazarlar, Bulgarlar gelip Tuna’ya yerleştiler” demektedir. Ermeni asıllı Feofıyan da VIII.yüzyıl’da Hazar adıyla ifade edilenler aslında İskitler’dir[6] der .
Başta Rus Bilimler Akademisi olmak üzere milletler arası birçok akademinin üyesi olan Kazan Tatarı Türkleri’nden M. F. Zakiyeviç, XVIII. Yüzyılın ikinci yarısında Rus bilim adamlarının Grek tarihine ilgi duymaya başladıklarını belirterek, bunlardan A. Lızlov (ilk baskısı 1692 olan eserinde) Türkler’in ve Tatarlar’ın İskitler’den geldiklerini belirtir der. Ayrıca I. Petro’nun ricasıyla Slavlar’ın ortaya çıkışını araştıran Macar bilim adamı Z. S. Leybnıts, 1708’de yazdığı mektuplardan birinde şöyle der: “Sarmat adından benim anladığım bütün Slavyan tayfalardır”. İskit-Sarmat problemleriyle ilgilenen G. Z. Bayer de 1725’de yazdığı eserinde İskitleri Slavyan kabul etmez. XVHI. Yüzyıl Rus bilginlerinden N. V. Tatişçev, ’İranlılar, Almanlar ve Çinliler, İskit olamazlar’ dedikten sonra, III. Yüzyıl’dan X. yüzyıla kadar Avrupalılar İskit ismi yerine Tatar ismini kullanmaya başlamışlar der. XIX.yüzyılın ikinci yarısında Alman tarihçi B. G. Nibur ise İskitleri Moğol olarak açıklayıp Türkleri de Moğollar içinde göstermiştir. Bir başka Alman tarihçi olan K. Noyman’da 1855’de dil ve dinden yola çıkarak Türkler’in ataları olarak İskitler’i, Slavyanlar’ın için de Sarmatlar’ı zikretmiştir. F. Vizantiyest ile Zosim de Hunlar’ı İskit kabul etmişlerdir. P.Kesariyskiy de İskitler’den bir grubun Hunlar ve Sabarlar olduğunu belirtir. Agafiy ise, 1953’de yazdığı bir eserde, Azak civarındaki Hunları İskitler olarak adlandırmıştır. Diğer yandan M. Vizantiyets eskiden Türkler’in ’Saka’ olarak adlandırıldıklarını ve Bizans imparatoru II Justinos’a Göktürkler tarafından anlaşma amacıyla gönderilen elçinin elindeki mektubun İskit dili olarak bilinen ’barbar Türkler’in diliyle yazılmış olduğunu belirtir[7]. Kafesoğlu da Chavannes, Moravcsik ve Kollautz’a atfen Göktürk elçisinin mektubunun “İskit (Türk)” diliyle yazılmış olduğunu belirtir[8].
Uluslararası Hoca Ahmet Yesevi Türk-Kazak Üniversitesi adına 1996-1997 öğretim yılında Türk Cumhuriyetleri’nde yaptığım alan çalışmalarında bu Cumhuriyetlerdeki insanların köklerini “Avarlar, Saklar ve Hunlar”a bağladıklarını dinlemiştim. Ayrıca araştırmalarım esnasında Nukus (Harezmi) bölgesinde, Karakalpak Türkleri’nden olan kadınların milli kıyafetlerinin İskitler’den kaynaklandığını tespit etmiştim. Hazar Denizi’nin doğu kıyısında Kazakistan toprakları içinde yer alan; İslam öncesi ve sonrası Türkler’in mezarlarının olduğu, tarihi Mangışlak mezarlığında yaptığımız çalışmada bazı mezarların İskitler’e ait olduklarını tespit etmiş ve buradaki tarihi mezarlığın İskitlerden kalma olduğunu yörede yaşayan insanlardan dinledik.
Eylül 2001’de de Altaylar (Batı Sibirya) bölgesinde yapmış olduğumuz araştırmalr esnasında uğradığımız Hakasya’nın Uybak bölgesinde tarihi İskit mezarlığında araştırmalar yapmış, mezarlık alında balbal tipi taşlar ve taşlara bağlanan bezler ile mezarlığı ziyaret eden “iyi ruhlar”ın atlarını bağlamak için dikilen at başlı iki ağaç direk tespit etmiştik*. Ayrıca fotoğraflardan da anlaşıldığı gibi Hakasya coğrafyasındaki çok sayıda balbal ve koç başlı mezar taşlarının müzelerde sergilendiğini gördük. Hakas Türkeri de diğer Altay Türkleri gibi İskitleri atalarından saymaktadırlar. Aynı araştırma çerçevesinde Tuva’da yapmış olduğumuz araştırmada da çok sayıda balballa karşılaştık.
Hakkari, Tunceli, Mardin ve Ankara’da Etnografya Eserleri
Yukarıda ifade ettiğimiz belgesel çekim esnasında bölgede yaptığımız araştırmalarda eski Türklerin kaya resimleri, kurganlar, eski Türk alfabesiyle yazılmış yazılar ve damgalar tespit ettik. Bu nedenle Ankara Güdül ilçesi Salihler Köyü kırsalında yer alan buluntular Anadolu Türk tarihini ve Türklerin Anadolu’ya gelişlerinin hikâyesini baştanbaşa değiştirecek özelliklere sahiptir*.
Türklerin yuğ töreni alanı, yani ölü gömme töreni yapıldıktan sonra duaların yapıldığı, adakların adandığı, kurbanların sunulduğu yerde çok tanıdık resimleri yer alıyor. Eski Türk kültüründe önemli yer alan at ve kurt resimleri bunların başında geliyor. Ayrıca Türklerin kullandığı damgalar ve eski Türk alfabesiyle yazılmış yazılar önemli tarihi kaynaklar olup, Türk tarihçileri için önemli tarihi vesikalar olarak tarihçileri beklemektedir.
Oldukça fazla sayıda resmin ve kurganların yer aldığı Yıkılankaya mevkiindeki kaya resimlerini M. Ö. üç binli yıllardan M. S. binli yıllara kadar tarihlemek mümkün.
Kaya resimlerini tanımlarken bizlere yapıldığı zaman konusunda bilgi veren faktörlerden biri resimlerin yapılış tarzıdır. En eski resimler dövme-vurma, ikinci dönemdekiler kazıma ve en yakın döneme ait olanların ise çizgisel üslupla yapılmış olduklarını tespit ettik. Bu resimlerin yapılış tarzlarından da anlaşılacağı gibi resimler bir defa yapılmış olmayıp tarihi süreç içinde devamlılık ifade etmektedir. Çünkü bazı alanlarda aynı döneme ait üç üslubun yan yana beraber var olduklarına tanık olduk.
Bir diğer alan ise Salihler ve Adalıkuzu köyü kırsalında yer alan, Düdük dağının doğuya bakan yamaçlarındaki Asmalıyatak kaya resimleridir. Burada derin bir vadinin etrafında bin civarında kurganlar da yer alıyor. Geçmiş çağların bu kutsal alanı yaklaşık olarak beş kilometre uzunluğunda bir duvarla çevrilidir.
Kurganlar içinde bir tanesi son derece büyük. Kurgan çapı yaklaşık 35 metre. Bir kağana ait olduğunu düşündüğümüz ve “Kağan Kurganı” olarak tanımladığımız kurgan vadinin batı yamaçlarında. Tam karşısında ise bütün alanlar içinde en zengin pano olan ve “Kağan Panosu” olarak isimlendirdiğimiz büyük pano yer alıyor. Kağan kurganından karşıya baktığımızda ise Kağan panosunun hemen üst kısmında bir “sunak alanı” (dini tören yapılan alan) ve onun bir üst kısmında çapını on yedi metre olarak ölçtüğümüz büyük bir kurgan daha yer alıyor.
Bu kayalardaki resimler özellikle Türk dünyasının Altaylar bölgesindeki kayalardaki resimlerle önemli ölçüde aynılık ve benzerlik göstermektedirler. Ancak bu kaya resimlerinin bir başka özelliği ise eski Türk kaya resimleri ile Selçuklu ve Oğuz damgalarının bir arada görülüyor olmasıdır. Bundan dolayı burasının M. Ö ve sonrasında Türklerin daimi bir yerleşim alanı olduğunu söylüyoruz. Çünkü kaya resimleri ve damgalar tarihi bir sürece şahitlik etmektedir. Dolayısıyla Türkler Altay’lardan veya Orta Asya’dan Anadolu’ya 1071’den çok önce geldiklerini ve gelirken de orada kullanmış oldukları kaya resimlerini ve damgalarını buraya taşımış olduklarını söylüyoruz.
Kaya resimleri zamanla damgaya, damga ise zamanla alfabeye dönüşmüştür. Yani bizim Orhun alfabesinde kullanılan harflerin önemli bir kısmı, damga olarak karşımıza çıkıyor. Bunu nereden biliyoruz? Türk dünyasında yapmış olduğumuz çalışmalarda, halı-kilimlerde, mezar taşlarında, sokaklarda ve birçok etnografik eserde Orhun alfabesindeki damgaları birebir görüyoruz.
Hakkari’de 1997’de yapmış olduğumuz çalışmalarda bizi en fazla şaşırtan konu, buranın nüfus hareketliliğinin çok düşük olmasına rağmen bölgede bulunan koç başlı mezar taşları ile halı-kilimlerde kullanılan damgalar ile şekiller olmuştu. Yani Hakkâri halı-kilimlerinde kullanılan damgalar ile şekillerin aynısı ve koç başlı mezar taşları Türk kültür coğrafyasının hepsinde görülmesine rağmen, Fars kültüründe görülmemeleri bizi çok etkilemişti ve düşündürmüştü*.
“11 Ağustos 1998 tarihinde Hakkâri kent merkezinde, bir rastlantı* sonucu 13 adet taş (dikilitaş)-stel bulunmuştur”[9]. Bu taşlar sonra Van müzesine taşınmıştır. Bizim kullandığımız resimde Van müzesindedir.
Hakkari balbalların hakkında Sevin “…M. Ö. II. bin yılın sonlarına doğru Orta Asya ’da görülür. Kuzey batı Çin’de, Altay yöresindeki Xemirxek ırmağı vadisinde ele geçirilmiş antropomorf bir stel bunun en güzel örneğidir”. Ve Hakkari balbalları M.Ö. XV. Yüzyıl olarak tarihlendirilebilir[10] der. Dolaysıyla bu taşların kültür coğrafyasını Türk dünyasının kültür alanında aramak gerekir. Zaten balballar denince akla Türk kültür coğrafyası gelir. İsteyenler bu konuda Rus kaynaklarında daha fazla bilgiye ulaşabilir.
Türkiye’deki en son balbal örneklerine 1962 ve 1965 tarihli olarak Tunceli’de rastlıyoruz. Diğer yandan Hakkâri balballarından sonra Türkiye’deki en eski balbala Mardin Kızıltepe Girbelli höyüğünde bulunan ve M.Ö. IX. Yüzyıl olarak tarihlendirilen buluntulardan öğreniyoruz. Bilgilerimize göre Türkiye’nin en batısındaki balbal ise Çanakkale’nin Bayramiç ilçesinin Tahtacı köyü olan Koşuburnu’nun eski mezarlı olan Düzeğrek’te olup üzerindeki tarih 1931’dir.
Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız bilgiler umarız Türkiye’deki sosyal bilimciler, özellikle sosyolog, antropolog, arkeolog ve tarihçiler için büyük ufuk açacak ve Türk tarihi, hatta dünya tarihi yeniden yazılacaktır.
Yukarıda ifade ettiğimiz bilgiler ve fotoğrafların anlattıkları bir başka husus da şudur. Nasıl ki biyolojik hayatta DNA’lar varsa sosyal hayatta da DNA’lar vardır. Çünkü Sibirya’dan Balkanlara kadar olan Türk kültür coğrafyasına baktığımızda birbirinden haberdar olmayan, birbirini görmeyen, birbirinin coğrafyasını tanımayan insanların çok farklı bölgelerde çok farklı tarihlerde aynı üslubu ortaya koymaları, aynı damgaları kullanmaları bir tesadüf eseri olmaz.
Dipnotlar:
NOT: Yazının PDF dosyası ve fotograflar için lütfen aşağıdaki adrese bakınız:
http://www.mustafaaksoy.com/default.asp?inc=makale&id=64
* Bu araştırmanın yönetmen ve yapımcılığı Servet Somuncuoğlu tarafından yapılmış ve “Damgaların Göçü” adıyla TRT Belgesel kanalında (27 Ocak, 3 ve 10 Şubat 2011) yayımlanmıştır.
[1] Pitrovsky, B. B., “İskitlerin Dünyası”, UNECCO-Görüş Dergisi, Sayı 12, 1976, s. 6.
-Togan, A. Z. V., Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul, 1981, s. 20.
– Okladnikov, A. P., “İç Asya’da Paleolitik-Neolitik Toplum ve Kültür”, İnsanlık Tarihi (Haz. A. Enel), Ankara, 1993, s. 23.
[2] Günaltay, Ş., “Sakalar”, Tarih Semineri Dergisi, Sayı 1, 1937, s. 5-8.
[3] Hayit, B., Sovyetler Birliğindeki Türklüğün ve İslamın Bazı Meseleleri, İstanbul, 1987, s. 42.
[4] Herodotos, Herodot Tarihi (Çev. M. Ökmen), İstanbul, 1973, s. 24.
[5] Togan, A. Z. V. a. g. e., s.23.
[6] Zakiyeviç, M. F., Tatarı Proplemı İstorii İ Yazika, Kazan, 1995, s. 26-28.
[7] Zakiyeviç, M. F., a. g. e., s. 15-17, 25-26.
[8] Kafesoğlu, İ., Türk Milli Kültürü, İstanbul, 1993, s. 95.
* Hakas Türklerine göre ruhlar, tarihi mezarlıkları atlarıyla ziyaret ederler. İşte bu ziyaret esnasında iyi ruhların atlarına bağlamaları için mezarlıklara direkler dikilir. Konu hakkında bakınız: http://www.mustafaaksoy.com/default.asp?inc=ulke&id=10
* Yukarıda ifade ettiğimiz “Damgaların Göçü”, belgeseli aslında TRT. 2 de ilk bölümü 7 Aralık 2007’de yayımlanan ve 5 bölüm olan “Karlı Dağlardaki Sır” ile başlamıştır. Ayıca o belgeseli izleyen Salihler köyündeki Cemil Söylemezoğlu’nun adlı bir vatandaşın Türk tarihine büyük bir katkı yaptığını ve “Damgaların Göçü” belgeselinin ortaya çıkmasında örnek bir vatandaşlık örneği gösterdiğini söylemek gerekir. Dolayısıyla Söylemezoğlu’nun “Damgaların Göçü” belgeseline katkısı çok önemlidir. Belki de Söylemzoğlu olmasaydı, Salihler köyündeki kayalardaki tarihin şahitleri zamanla yok olacak, Anadolu Türk tarihinin altın bir sayfası tarihin külleri arasına karışacaktı.
* Bu konuda geniş bilgi için bakınız: www.mustafaaksoy.com (Altaylardan Anadolu’ya Damgalar)
* Evini tamir etmek isterken bu taşları yani balbalları bulan Necdet Yıldız valiliği haber vermiş ve bu haberden sonra, alanda arkeoloji çalışmaları başlamıştır.
[9] Sevin, V., Hakkari Taşları Çıplak Savaşçıların Gizemi, İstanbul, 2005, s. 17.
[10] Sevin, V., a. g. e., s. 71, 107, 109.