Yükleniyor...
Din Anlayışında Genel Problemler ve Örnekleri:
Sıkıntılarımızı, ödemekte olduğumuz bedelleri, her açıdan değil de İslamî anlayış alanında yoğunlaşarak anlamaya ve anlatmaya çalışacağız. Muhatabımız herkes olmakla beraber, daha özel olarak inandığını söyleyen ve bunu yaşayan kimselerdir.
İslamî anlayışımızın doğruları-yanlışları, siyaset ve din, devlet, iktisadî hayat, adalet başta olmak üzere ilke ve hedeflerin durumu, sûfi düşünce, bugünümüz, bunlar planımızda yer verilecek, örneklendirilmeye çalışılacak konular olacaktır.
İslam’ı anlamada ve uygulamada, çoğu kez doğrularla yanlışlar birbirine karıştırılıp harmanlanmıştır. İbadet ve muamelât kısımları kılı kırk yararcasına işlenmiş, haklı olarak bunlar rutinleşmiş, bu konularda bilimler teşekkül etmiş, ama katı bir geleneksellik oluşmuştur. Dinin oturmuşluğunu ve vazgeçilemezliğini gösterir gibi kabul edilebilecek bu durum, aşırıya kaçtığı, özün ve hedefin üzerini örtüp gizlediği ve kabuk bağladığı için zararlı da olmuş, insanların İslam’a yönelmesinde yetersiz kalınmıştır. Bu kabahat İslam’da değil, bizim anlayışımızdadır. Fakat karşı çıkanlar, bilmeyenler ve zayıf inançlılar nezdinde fatura İslam’ın kendisine çıkarılmak istenmiştir. Bugün, modern dünyada, yetersizliğe ait bu algı daha açık görülmektedir. “İslam bu muymuş?”, “İslam buysa”, “bu ne biçim din” algıları ve değerlendirmeleri, hemen yadırganacak kanaatler olmayıp oturup düşünülecek taşınılacak sorunlarımızdır. Kendilerine dindar diyenlerin, sorgulayanları veya anlamaya çalışanları, dinsiz, kâfir, din düşmanı diye suçlamaları meseleyi çözmüyor. Ayrıca mesele bugün ile sınırlı olmayıp, bir birikimin üzerine oturmuştur. Süreçteki kaymalar, başta siyasetçi istismarcıların ekledikleri çarpıklıklar, İslam’a, insana, toplumlara zarar vere vere bugüne gelmiştir.
Sorumlular, her devirde olduğu gibi daha çok “aydınlar”dır. Bunu Kutsal Kitabımız şöyle anlatır: “Ey bilenler! Kitabı okuduğunuz halde, başkalarına iyiliği emretmeyi insanlara öğretip, kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Bakara 44). Kur’an bunu vicdansızlıkla itham ediyor. Tarih boyunca sorumlulukların çoğu, bilenlere ait olmuştur. Hainler de daha çok bunlar arasından çıkmıştır. Anlayışsızlık veya işine gelmeme, iki tip üretir: 1. Sahte mümin, 2. Hain. İhanet ile sahte inanç arasındaki karşılıklı geçiş, malûmdur.
Dini anlamama, Kur’an’ı anlamadan okumakla başlar. Anladığı halde sapmalar ayrı bir konudur ve ayrı bir derttir. Allah, Kur’an’ı anlamamız için gönderdiğini beyan ediyor (Zuhruf 3; Kamer 32; Hac 16). Allah Kelâmı, insanların bildiği ve anladığı dille (vahyin o dile çevrilmesiyle) gelmiştir. Hangi peygambere vahyedilmişse o peygamberin içinde bulunduğu toplumun diliyle vahyediliyor, hatta o kültürle ilişkilendiriliyor. Bu, o din o topluma aittir anlamına gelmez. O din vahiy eseri evrensel bir din ise, ki bu belirgindir, diğer kültürlere, yani diğer toplumlara aktarılacaktır. Bütün örneklendirmeler, ilk muhataplar, ilk örnek olaylar ve değerlendirmeler, ilk geldiği topluma ait olduğundan, biz buna ilk sosyal laboratuar diyoruz. Bütün toplumlara hitap ettiğine göre, esas olan, ne istendiğini, ne emredilip ne yasaklandığını anlamamızdır. Din, bir felsefe olmadığı için her şeyinin hayata geçirilmesi gerekir. Felsefeler bile yaşanmak ister.
Kur’an bana ne söylüyor, benden ne istiyor, buna bakılmalıdır. Hz. Peygamberin daha o günden, yakın gelecekte çıkacağının emarelerini gördüğü kimseler için (hariciler için) söylediği söz, çok önemlidir: “Muhakkak ki bu şahıs ve avanesi, Kur’an’ı okurlar, fakat okudukları hançerelerini geçmez” (Müslim 3, s. 260, Hds. 1063). Bu hadis asırlarca İslam’ı kabuklaştıranların tamamı için geçerlidir. Hançereden ileri gitmemesi, sadece ses olarak kalması, akla ve kalbe yükselmemesi demektir. “Siz akletmiyor musunuz”, “ne kadar az düşünüyorsunuz”, “delilleri görmüyor musunuz” anlamında sıkça kullanılan ayetler, niçin buyurulmuştur? “Aklını kullanmayanları murdar (pis) kılar.” (Yunus 100) diyen Allah, Kur’an’ı anlamadan sadece okuyalım diye göndermiş olabilir mi? Arapça bilenin de bu anlama gayreti eksik olmayacaktır. Ya diğer toplumlar? Meselâ, bir Fransızca metni, Fransızca bilmeden, sadece okunuşunu öğrenerek, okuyup durmak ne ifade eder? Allah kelamı ile insan kelâmını mukayese mi ediyoruz gibi bir istismara hacet yoktur. Biz bu tür örneklendirmeleri ve akıl yürütmeleri bizzat Kur’an’dan öğreniyoruz (Bkz. Bakara 164, 171, 249; En’an 74-79; Nahl 79; İsra 41, 72; Meryem 52; Hac 31, 63; Nur 39; Furkan 55; Şura 51; Kasas 71, 72; Casiye 5, 6; Ahkaf 26; Fetih 10; Saf 14; Mülk 3, 4, 22; Tekvir 3, 15-18). Akıl ve bilim hayatı da bu yolu kullanıp durur.
Peki hafızlık mesleğine karşı mıyız? Değiliz. Önce şunu bilmeli ve inanmalıyız ki, Allah kelâmını olduğu gibi tekrar etmek anlamında da olsa oradaki ilâhi estetiği hissetmek ve duygulanmak, kutsala yakınlaşmak gibi bir şeydir. Sonuçta o, önce Cebrail’in ifadesine, sonra onun aktardığı Peygamberin ifadesine dönüşen Allah kelamıdır ve bir mucizedir. Fakat yine de Kur’an’ın esas hedefi ve bizden istediği bundan ibaret değildir. Aşırıya kaçmadan, herkesi mecbur tutmadan, yarışma, gösteri gibi şova dönüştürmeden, kabiliyetli ve istekli bir kısım Müslüman, Kur’an’ı ezberleyebilir. Namaz kılmak ve kıldırmak için de bir miktarı ezberlenecektir. Ama yalnızca bu yolla, Müslümanın ve İslam dünyasının problemleri çözülmüş, bir noktadan daha ileri bir noktaya gelinmiş olmaz.
Hafızlık, belgeleri dosyalamak gibidir. Anlamayı, düşünmeyi, inceleme ve araştırmayı, yorumlamayı, bunların hepsi için aklı kullanmayı devam ettirmek, belgeleri muhafaza etmekle başlayıp bitmez.
İslam’da önce ilke ve hedefler esastır. Kur’an bunu bize anlatmıştır. Şöyle der: “Eğer onlar Tevrat’ı, İncili ve Rablerinden onlara indirilen Kur’an’ı doğru dürüst uygulasalardı, yer altı ve yer üstü zenginliklerine sahip olurlardı. Onlardan aşırılığa kaçmayan bir zümre vardır, fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür” (Maide 66).
Kur’an hakkındaki anlayışımız ve tavrımız yanlış olunca, ona el sürmek, açmak, okumak da problem olmuştur. “Ona temiz olanlardan başkası el süremez” (Vâkıa 79), ilkesi, daralttıkça daraltılmıştır. Elbette namaza başlamak için nasıl abdest alıyorsak, bir çeşit huzura çıkıp Allah’la metin üzerinden konuşmak için temiz olmalıyız. Temiz olmayı gusle ihtiyacımız olmamak şeklinde anlamakta ısrarlı isek, Kur’an’a el süremeyiz. Kutsal Kelâma böyle bir saygıyı anlamak mümkündür. Ama burada kalınmamış, abdest şartı da tartışılmıştır, tartışma devam etmektedir. Hayızlı kadının el sürebilmesi de tartışılmaktadır. El sürmemekle de kalınmamış, bu gibiler ezbere de okuyamayacaklar, sadece dinleyebileceklerdir. Kur’an’ın hedefi bu muydu? İnsanlara kutsal bir nesne olarak görünmek miydi? Hedef, usûle bu kadar kilitlenmiş midir? Kur’an’la, dolayısıyla Allah’la iletişim kurabilmek için, temiz niyet, temiz duygu, anlayışta açıklık gerekir. Laubalilik veya art niyet, kirlilik demektir. Mesele budur. Şöyle düşünmeye devam edebiliriz: İlgili ayet geldiği zaman, iki kapak arasında mushaf halinde bir kitap henüz var mıydı ki el sürüp okunmasın? İlk günlerde gelmiş olan ve bazı malzemeler üzerine yazılmış bulunan ayetleri, müşriklerin okuma yazma bilenleri, verin şuna bir bakalım, deseler verilmeyecek miydi? Hz. Ömer henüz Müslüman olmamışken, kız kardeşine ve eniştesine, “şu okuduğunuz şeyleri getirin bakalım, ne diyor” dediğinde sen buna el süremezsin mi dendi? Guslü de söz konusu olabilen bir gayrimüslim bugün Kur’an’a el süremeyecek, okuyamayacak, isterse sade dinleyebilecektir… İslam anlayışımız bu mu olmalıdır? Bu kitap, sadece Müslüman olmuş olanlar, hazır İslam’a girmiş olanlar için mi gönderilmiştir? Sadece onlara mı açıktır? Batılı mütefekkir ve bilim adamlarının içinden Müslüman olanlarının, nasıl Müslüman olduklarını zannediyoruz? İlk emri “oku!” olan bir Kitabın, kendisinin okunması problem haline getirilmiştir.
Anlamsız ve gereksiz şekilperestlikler, gayenin anlaşılmasından uzak tekrarlamalar, İslam’a dudak büktürmeye sebep olmuştur ki, bunun sorumlusu şüphesiz İslam değildir. O kadar çok olumsuz örnek vardır ki, burada hepsini sayıp dökmek mümkün olmaz. Halk arasında dolaşıp duran abesliklere, bazı dergi ve gazetelere, bazı televizyon kanallarına bakmak yeterlidir. Öne çıkmış birkaç örneğe bakalım: Şu ayeti hatırlamakla başlayalım. “Şüphesiz ki Allah ve melekleri nebiye salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât ediniz ve ona tam bir bağlılıkla esenlik teslim dileyiniz” (Ahzâb 56). Meseleyi anlatabilmek için salât kelimesini kasten çevirmeden kullandık. (Yusellûne: salât ederler. Sallû: siz de salat ediniz.) Şimdi salât kelimesine Türkçe anlam vermeye çalışarak ayete tekrar bakalım: “Şüphesiz ki Allah ve melekleri nebiye namaz kılarlar…” Olmaz. “Dua ederler”, olmaz. Bunlar salatın anlamlarıdır. “İzzet ve şerefini yüceltirler”, olur. Bazıları itiraz etse de daha yakın anlamı olarak, “desteklerler.” “Ey iman edenler! Siz de destekleyin!”. Bu ayet, Allah ve melekleri ile peygamber arasındaki ilgi ve sevgiyi bildiren, sonra bu örneğe bakarak bizim de aynı şeyi yapmamızı isteyen bir ayettir. Onu seveceğiz ve destekleyeceğiz. İzzet ve şerefini yere düşürmeyeceğiz. Birlikte yaşayanlar onu canlarıyla, kanlarıyla, kalpleri ile desteklediler. Bugün biz de onu, karşı çıkanlara, aldırmayanlara, istismar edenlere karşı destekleyeceğiz. Allah’ın ve meleklerinin sevdiği, şerefini koruduğu, desteklediği, sevilmez ve desteklenmez mi? Biz ne yapmışız: Bin defa, on bin defa ayetten çıkarılan “sallallahu aleyhi ve sellem” ibaresini tekrarlamayı istemişiz. Bunu yaparsak, filan işimiz olur, şöyle olur, böyle olur, diye. Unutmamak için sayma cihazları kullanarak papağan gibi on bin defa bunu tekrarlayacağımıza, yeri geldiğinde peygamberi bir defa desteklemek daha uygun değil mi? İnancımızla, kalbimizle, dilimizle onu destekleyip şerefini hatırlatacağız. Ayetteki maksat bu değil mi?
Allah’ı ve peygamberi anma (zikir) başlı başına, bağımsız olarak kullanılmalıdır. Herhangi bir ortamda, konuşmada adları geçtikçe saygı ifadeleri eksik edilmemelidir. Fakat bunu yaparken bilinçsiz tekrarlamaya düşmemelidir. Meselâ, peygamberden söz edilen üç dakikalık bir konuşmada veya bir paragraflık bir yazıda, 20 defa (s.a.s) demekteki saygı, konuşmayı veya metni anlamamızı engelleyebilir ve maksat bu saygı ifadesi mi, söylenmek istenilen şey mi olduğu anlaşılmaz. Yeri gelmişken söyleyelim. Biri özellikle günümüzde (son yüzyılda), diğeri yüzyıllardan beri, Hz. Peygamberle ilgili iki olumsuz uç belirmiştir. Biri onu sıradan bir insan, vahyi nakletmekten başka görevi olmayan bir posta memuru gibi görmek anlayışıdır. O sanki 23 yıl hiç konuşmamış, örnek davranışlarda bulunmamış, sadece vahyi nakledip gitmiştir. Allah’ın seçtiği, övdüğü, örnek gösterdiği kişiye, insanlığı kurtarmak için ne çileler çekmiş birine böyle bakılabilir mi? İkinci uç, onu kutsallaştırmak, ilahlığa yaklaştırmak. İkisi de yanlıştır. Kur’an, Allah ve Resulüne itaat edin diyor (Nisa 59; Enfal 20; Muhammed 33). Onda sizin için güzel örnekler vardır deniyor. (Ahzab 21). Öbür taraftan, “De ki: Ben de sizin gibi bir insanım, ancak bana vahiy geliyor.” (Kehf 110) denmiştir. Çevresindekiler (sahabe) kastedilerek hitap edilirken, samimiyet ve dostluk ifadesi olan “arkadaşınız” denmiştir. “O orada, sayılan, güvenilen bir elçidir. Arkadaşınız mecnun da değildir…” (Tekvin 21, 22); “Battığı zaman yıldıza andolsun ki arkadaşınız sapmadı ve bâtıla inanmadı. O arzusuna göre de konuşmaz.” (Necm 2-3). Hz. Peygamber hakkında bu denge ve İslamî hassasiyet korunmalıdır.
İslam’ı yanlış değerlendirmede birkaç örneğe daha bakalım. Bir barsak kurtçuğunun içine düşmüş olduğu su temiz ve kullanılması meşru, erkeğin içmiş olduğu bardaktan o anda bir kadının su içmesi haramdır. Çünkü şehvet duygusu verebilir.(Hüseyin Hilmi Işık, Saadet-i Ebediye İstanbul 1980 S.563-564) 65 yaşındaki bir kadın, genç kızken adetli olduğu halde tuttuğu oruçları kaza edecek mi? Hayızlı iken oruç tutulup tutulmayacağı meselesi bir yana, eğer o kadın 65 yaşında Müslüman olsaydı, bu soru sorulmayacaktı. Dahası, kadının hanefi mi şafi mi olduğu soruluyor. Ona göre cevap verilecektir. İkisi de hak mezhep diyerek sonuçta farklı kanaatlerin ikisi de doğru kabul edilecekse, neden farklı cevap?
Kur’an ayetlerinden seks gücünü arttıran ayetler (!) seçip çıkarmak ve bunu televizyonda milyonların gözü önünde söyleyebilmek. İslam bu mudur? Bu işe yarayan bir ayet var mıdır? Kur’an bunun için mi gelmiştir? Dehşet verici bu saygısızlığı İslam adına yapabilmek, olacak şey midir?
Yüzyıllarca önce birinin yazmış olduğu bir kitaptan, sekse iyi gelenler başta olmak üzere, şifalı reçeteler vermek, eğer din adına yapılıyorsa, bunları kabul etmenin bir iman meselesi olduğu, inanmayanların ahirette sorguya muhatap olacağı söyleniyorsa, İslam başka yerlere taşınmış, eklenmiş din oluşmuş demektir. Bir şifa kitabı, neden dine monte edilmiştir? Çünkü iddia edilmektedir ki, evliya bunu desteklemiştir; hatta hakkında hadis (?) bile vardır. Gerçekte bu iş, o günün reklamıdır. Reklamın inandırıcı olması için din kullanılmıştır. Bugün olduğu gibi. Bu örnekleri, her gün bazı televizyon kanallarından izleyebilirsiniz.
Şunlara bakınız:
– Sakalı çıkmamış oğlan çocukların yüzüne bakmak harama girebilir.
– Sakalı jiletle almak lanetlenmiştir.
– Dövme yaptırtmak lanetlenmiştir.
– Kadınların kaşlarını aldırmaları mekruhtur.
– Üç yaşındaki erkek çocukların, annelerinin göbek ve diz arası bölgeyi görmesi haramdır.
– Kocası karısını deşarj olmak için dövebilir. Bu, onu boşamasından daha iyidir.
– Çocuk yaşta da olsa kız-erkek iki kardeş aynı odada yalnız yatmamalıdır.
– Tavla, satranç oynamak lanetlenmiştir.
Daha niceleri. Artık şu meşhur laf söylenir. Sağa bak günah, sola bak küfür, arkaya bak şirk.
Bir defa her şeyin din ile önlenmesi doğru mudur? Yanlış ve çirkin görülen bir şeyi önlemek istediğimizde haklı olsak bile, ki çoğunda haklı değilizdir, dini her şeye bulaştırmak, en hafifinden saygısızlıktır. Örf var, adet var, ahlak kuralları var, adab-ı muaşeret var, kamuoyu var. İstenmeyen bir şey bunlara dayandırılabilir ve bu kaynaklarla terbiye edilebilir. Din de bu üsluba yer verir ve orada ‘maruf’ denen bir kavram vardır. Fakat böyle yapılmamış, dinin bizzat kalbiyle oynanmıştır. Bunun için Peygambere iftira edilmiş, uydurmalar, onunmuş gibi mesnet kılınmıştır. Bazen Allah’a bile iftira etmişlerdir. Kur’an’da bulunmayan recim (taşlamak suretiyle zina cezası), aslında varmış da gelen vahyi, Allah, Peygamberine unutturmuştur. Unutturulup-unutulup yazdırılmayan vahiy. Bu, Allah’a, Cebrail’e, Peygambere, iftira değil midir? Kur’an üzerinde dehşet verici bir şüphe doğurmaz mı? Unutulan olursa eklenen de olabilir. Kutsi hadis meselesine girmek istemiyoruz, bu başlı başına bir konudur. Bizzat Kur’an-ı Kerim üzerinde oyun ve hile tezgâhlarına yol açabilecek anlayışları, Müslümanlar bize yaşatmışlardır. Kendilerini otorite olarak gören veya bu otoriteleri kutsallaştıranlar, bunları bize yaşatmışlardır. Ayrıca, araya bir evliya silsilesi sokulmuştur ki, ne Yahudiliğin, ne Hristiyanlığın ruhbanı, bunlar seviyesinde değildir. Hatta bu evliya silsilesi peygamberlerden öndedir.
İslam’ın anlamını, ufkunu, hayatiliğini daraltanlar, ‘’musiki haramdır, insanı uyuşturuyor’’ diyorlar. Bu dar yollara girenler kendileri dini uyuşturma aracı yapmışlar, afyon gibi kullanmışlardır. Musikisiz din olmaz. Hakikatin, olmazsa olmaz üç boyutu vardır: İyi-doğru-güzel. Güzelliğe, ahenge, tenasübe değer veren İslamiyet, sanattan, özellikle musikiden mahrum kalabilir mi? Burada saymaya gerek görmediğimiz pek çok delil bunu bize anlatmıştır. Birçok unsuru olan kültürün özellikle üç çekirdeği bulunur ki bunlar; dil, din, musikidir.
Abdest ve namazdaki bazı kurallara ait tartışmalar hâlâ sürüp duruyor ve mezheplere göre farklılıkları devam ediyor. Bunların bir kolayını bulup geçebiliriz de, dindarlık veya din karşıtlığı meselesi yakamızı bırakmaz. İslam’ın hedefleri kaybolur gider. Başka bir İslam karşımıza çıkar. Allah’ın hukukunu hatırlatan, kulluğa ait esasları belirleyen ayetler doğru anlaşılmadığı gibi, insanların hukukunu çiğnememeyi, iyi insan, samimi Müslüman, iyi mümin olmayı hatırlatan, yardımlaşmayı ve paylaşmayı emreden ayetler ise, işimize gelmediği için göz ardı edilmişlerdir.
İnsan iradesi ile onu yaratan Allah’ın iradesi arasındaki ilişki düzenini, doğru yorumlamaz, doğru değerlendirmezseniz, Müslümanın ve İslam dünyasının perişanlığının faturasını hâşâ Allaha çıkarmış olursunuz. Bu ise düpedüz Allaha iftiradır. Kur’an baştan sona bunun aksini söylüyor. Meselâ, İslam’ın kaldırmayı hedeflediği köleliği yanlış veya işinize geldiği gibi anlarsanız şu ayeti asla anlayamamışsınız demektir: “… Bunlar rızklarını ellerinin altındakilere (kölelere) verip de bu hususta onları kendilerine eşit kılmazlar…” (Nahl 71).
Şu cehalete bakın: Hz. Peygamber, sahabeden biri ile (adı belli değil) yolculuk ederken, bir mezara rastlarlar. Hz. Peygamber sorar: Bu kimin mezarı? Sahabe denilen zat der ki, bu filanın mezarıdır. Hz. Peygamber buyurur ki: Bu mezarın başında iki rekât namaz kılan bütün günahlardan kurtulur. Bu televizyonlarda anlatılıyor. İslam’a tam olarak zıt yakıştırmalardır bunlar. Hz. Peygamber bu gibi işleri kesinlikle yasaklamıştı. Bunlar şirke götüren davranışlardır. Hz. Peygamber, İslam yerleşinceye kadar, mezar ziyaretlerini bile yasaklamıştı.
Kimi anlayış kıtlığından veya cehaletten, kimi işimize gelmediğinden veya öyle geldiğinden, İslam, halk tabiriyle kuşa çevrilmiştir.
Din anlayışında bu genel problem örneklerinden sonra, şimdi özel konulardaki anlayış problemlerine geçebiliriz. Bunlar, siyasetin dinîleşmesi ve dinin siyasileşmesi, zekât ve devlet, adalet anlayışları ve sûfi düşüncedir.
Siyasi-Kültürel Hayat ve İslam
İslam’ın başına bela olan, toplumu zaafa uğratan, kamplara bölen önemli mesele, dinin siyasîleşmesi, siyasetin dinîleşmesidir. Bu, siyasal İslam veya İslamcılık (İslamizm) şeklinde bir ürün de vermiştir. Bu mesele, artık dinin meşru olarak toplumla ve onun kültürüyle ahengi, meşru bir alış-verişi değildir. Millî kimlikler üzerine İslam’ın oturtulması da değildir. Bu, İslam’ın ana direğini sarsan, din ile din olmayanı birbirine karıştıran, çoğu kez zalimliklerle sonuçlanan bir meseledir. Dini anlamama ve siyasileşme birbirini doğurdu, birbirini etkileyerek bir süreç oluşturdu.
İslam tebliğ edildiğinde, Mekke’de iki aile arasındaki çekişme son bulmuştu. Ümeyye oğulları (Ebu Süfyan, Muaviye, Yezid ….) ile Haşimoğulları arasında açık-gizli bir iktidar sürtüşmesi, Hz. Peygamber hayatta olduğu sürece unutuldu. Belki uykuya varmıştı. Sonradan anlaşılmaktadır ki, şuuraltlarında Ümeyye Oğulları, istisnaları hariç, durumu hazmedememişlerdi. Ebu Süfyan için “müellefe‑i kulûb” ilkesi ihtimal ki yetmemişti. Hz. Ali için bazı sahabenin farklı sevgisi, samimi ve masûmâne tercih, öbür meselenin içine aktarılacak, istismar edilecektir. Medine’ye gelince, yine ikisi de Arap olan Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki kavga, bir daha dönmemek üzere İslam’la kapatılmıştı.
Hz. Peygamberden sonra iktidar meselesi, yani siyaset, ön plana geçmiş, din bunun meşruiyet aracı haline getirilmeye başlanmıştır. Sahnede Emevileri, yani Ümeyye Oğullarını görüyoruz. Teori üretmeye, bilimsel-sosyolojik tahlillere girmeye gerek yoktur, yaşananları ve süreci takip edersek, mesele anlaşılır. Emeviler Hz. Alinin çocuklarını, yani Hz. Peygamberin torunlarını katlettiler. Daha öncekileri geçiyoruz. İslam dünyası daha o gün acı içine gömüldü, iki büyük kampa ayrıldı. Adeta neredeyse iki ayrı din oluştu. Her blok kendi içinde çok sayıda kamplara ayrıldı. Her taraf kendini savunmak, karşıdakini yermek için binlerce hadis uydurdu. Daha birçok maksatla uydurulan hadisleri, hatırda yanlış ve eksik kalanları da eklersek, bunları ayıklamak için bilim adamları ömürlerini tükettiler ama tam olarak başaramadılar. Gönül isterdi ki, Hz. Peygamberin son günlerinde, Kur’an’ın vahyi ve yazılması tamamlandığı için, yazılma yasağı kalkmış olan hadisler, o günlerde incelenip yazılsın. Özellikle Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer zamanında bu iş ikmal edilsin. Fakat kınayamayacağımız bazı sebeplerle bu yapılamadı ve iki yüz yıl sonraya kaldı. Olanlar oldu. Neyse ki ana kaynak sapasağlam elimizdeydi ve ilk sosyal laboratuar (30-40 yıllık uygulama) ana hatlarıyla biliniyordu. İlk olarak Emeviler işleri bozdu, İslam’ın ilke ve hedeflerine göre hareket etmediler.
Siyasi çekişmelerin açıkça başlamadığı ilk iki halife döneminde işler iyi gitti. Seçim veya meşveret usulleri kullanıldı. Fakat sonra Emevi damar (Ümeyye Oğulları) her şeye hâkim oldu. Bu hâkimiyet İslam anlayışını zorlaştırdı, saptırdı. Siyasette de asabî (ailevî) bir hâkimiyete gidildi. İslam’a ciddi bir uyumsuzluk getirdiler. İslamlaştırırken Araplaştırıyorlardı. Araplaştırarak Müslümanlaştırma için, Müslüman olsun da ne olursa olsun, diyemeyiz. Bu iş, İslam’ın emirlerini çiğnemektir. İslam’ın buna ihtiyacı da yoktur. İlkeler çok açıktır: “Dinde zorlama yoktur” (Bakara 254). Kültürü bozmak ve soykırım yoktur (Harsı ve nesli yok etmek yoktur). Kur’an der ki: “İş başına geçince yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, harsı ve nesli yok etmeye çabalayan insanlar vardır. Allah bozgunculuğu sevmez.” (Bakara 205). Emeviler bunlara aldırmadılar. Güçlerinin yettiği kavim ve grupları Araplaştırdılar. İktidar meselesini başından beri dinin önünde tutmuşlardır. Bir valilik için (Horasan Valiliği) Hz. Hüseyin’in kafasının kesilmesi, bu zihniyetin eseriydi. Bu anlayış daha modern şekillerle günümüze kadar uzayacaktır.
Irak, Suriye, Mısır, diğer Kuzey Afrika ülkeleri Araplaştırıldı. Müslümanlaştırmak için Araplaştırmak doğru değildir. Müslüman olunur, kimlik değiştirilerek Müslüman yapılmaz. Müslüman olunması için yol açılır, bilgi verilir, daha önemlisi örnek olunur. Emevilerin üsluplarında başarılı olamadıkları kavimler de vardı. Türkler gibi. Bunlar Müslüman yapılmadı, Müslüman oldular. Farslar bir fütuhata maruz kaldılar ama Araplaşmadan Müslüman oldular. Şuraya dikkat etmemiz isabetli olur: Araplaştırılarak Müslümanlaştırılan toplumlar ile kendi dil ve kültürlerini muhafaza eden Müslüman toplumlar arasında, bugün medeniyet ve İslamî dinamiklik bakımından bir fark gözlemlenebilmektedir.
Yukarıdaki ayete dönelim. Hars, ekin, ziraat, üretme demektir. Batılı kelime kültür de aynı manadadır. Kur’an’da “nesil” kelimesiyle birlikte zikredilen ekin kavramı bizi belirli yere götürür. Biyolojik ve toplumsal kimlik birliktedir. Üretim ve canlılık birliktedir. Harsı, sırf ziraat olarak alsak bile, iktisadi hayat yani maddi kültürü ifade eder. Diğer tarafıyla nesil, yani bizzat kültürü temsil eden insan soyu demektir. Neslin bozulması da, kültürün bozulması da aynı yere varır. Yetki elde etmiş bazı kimseler, hayatı, yani nesli kökünden kurutmak tıynetini gösterirler. Kültürü (harsı) bozmak istemeleri de aynı şeydir. Nesil yok edilince onun kültürünü, kültürü yok edince onun üretimini yok etmiş oluruz. Günümüzde soykırım dediğimiz şeye Kur’an böylece dikkatimizi çekmiştir.
Ayetlere bakmaya devam edelim: “.. Dillerinizin ve renklerinizin değişik olması O’nun belgelerindendir.” (Rum 22). Dil, kültürü, renk ırkî varlığımızı ifade eder. “… savaşa çıkmazsanız, yerinize başka bir kavim getirir…” (Tevbe 39). Daha birçok ayet, kavmi ve kültürel birlikteliği, adları sanları olan toplumsal kimlik ve şahsiyeti belirtmiştir. Bir de kalkıp ıslah edicileriz diye sahtekârlık yapmak, İslam’ın zıddı olan bir davranıştır. Bugün hümanizm (insanlık değil, insancılık), demokrasiyi riyakârca kullanmak, gerçeklerinden ayırt edilemeyecek hale gelen sahtekâr ıslah edicilikler olmuştur.
Anlaşılıyor ki iki husus, Hz. Peygamber’den sonra ihmale uğramıştır. Biri din-siyaset ilişkisindeki doğru tavır, diğeri bununla iç içe olan millî meselelere yöneliş. İslam’ın millî kimlikler üzerine inşa edilmesi, anlaşılmayan bir mesele olarak kaldı. Asırlar sonra, çekilen çilelerden, bilinçlerin yavaş yavaş buna yakınlaşmasından sonra bir yerlere gelinmiştir. Hâlâ bunu anlamayanlar inat ve itirazlarına devam etmektedirler. Oysa bunun ilkeleri ve işaretleri verilmiştir. “Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve sizi soylar (şu’ub) ve kabileler haline koyduk ki birbirinizle tanışasınız. Şüphesiz Allah katında en iyiniz, takvaca en üstün olanınızdır.” (Hucurat 13). Ne anlıyoruz buradan: Çoğalıp yayılan insanlar sürü halinde değil, soylar, kabileler ve sonra milletler haline gelmişlerdir. Bu gruplar arasında tanışıp bilişmek gibi devamlı münasebetler vardır. Diğer ilkeleri de göz önüne alarak öğreniyoruz ki, bunlar arasında hak yolda yarış olmalıdır. Ne oluşurken, ne genişlerken, ne mücadele ederken, ne medeniyet kurarken, sürü hali, anlamsız ve kimliksiz kitle hali yoktur. Kimlikli, şahsiyetli toplumlar vardır. Milletin, millî kimlik ve şahsiyetin temeli olan iki husus, nesep ve kültür, meseleyi bize açıklamış oldu. Kültür, nesebi aşar ama nesebin kurucu kültür merkezi oluşunu ortadan kaldırmaz. Bunlar tek başlarına ele alınamazlar. Sırf nesep, ırkçılığa ve dolayısıyla olumsuzluğa ve probleme yol açabilir. Fakat kültürle birlikte ele alınan ve kurucu merkezin genişlemesi gerçeği göz önüne alınırsa, sakıncalar ortadan kalkar. Yukarıda gördük ki Kur’an’da iki kavram da vardır ve birlikte zikredilmiştir.
Kimlikli, şahsiyetli, farklı kültürlü toplumu yani milleti ve buna aidiyeti ve faaliyeti, ırktan ve ırkçılıktan ayırmak çok kolaydır. Soyutlanmış, adeta sterilize edilmiş tek bir soyun toplumu olabileceği iddiası olmadıkça, yine, buna yönelmiş bir üstünlük ve diğerlerine hayat hakkı tanımamak gibi bir tavır taşımadıkça, ırkçılıktan söz edilemez.
Açıkça anlaşılmaktadır ki Hz. Peygamberden sonra önemli bir husus ihmal edilmiştir. Millî meselelere doğru gelişecek olan, İslamiyet’i yeni vatanlara taşıyıp ilerletecek olan inanç ve düşüncelerimiz, o günlerden beri budanmıştır. İslamiyet, millî karakterler üzerine, onları yeni hayat nizamıyla eğiterek inşa edilmek yerine, Araplık üzerine inşa edilmek istenmiştir. Muhatapça da böyle algılanmıştır. İslamiyet sanki sadece Araplara gelmiş gibi. Birçok kişi, meseleyi kavrayamadığı, İslam bilincine ulaşamadığı için, kendi gönül rızasıyla, İslamlaşmayı Araplaşmakla eş değer tutmuş ve buna göre hareket etmişlerdir.
Hz. Peygamber önce bir Arap birliği tesis etti. Mekke ile Medine’yi, Evs ile Hazrec’i, diğer kabileleri birleştirdi. Bunlar hep kavga halinde idiler. Medine Site Devleti, beyannamesiyle (anayasasıyla) o güne göre bir millî ve sosyal-hukuk devletiydi. O devlet Yahudi ve Hristiyanların, hatta rahatsızlık vermedikleri sürece müşriklerin haklarını koruyordu. Diğer devletlere mektuplar gönderildi. Siyasi ilişkiler kurmaları, İslamiyet’e kapı açmaları isteniyordu.
Hz. Ömer, İslamiyet’i yaymak için diğer kültürlere doğru fethe çıkan askerlerine bir şeyi yasakladı: Arap olmayan kadınlarla evlenmek. Müslüman olmayan kadınlarla değil, Müslüman da olsalar Arap olmayan kadınlarla evlenme yasağıydı bu. İki endişeye dayanıyordu. Endişenin birisi, oralara yerleşerek, dinamizmin durması, diğeri Arabistan’da kalan kızlarla kimin evlenecek olduğuydu. Bütün genç nüfus seferde idi. Hz. Ömer asla ırkçı değildi. Millî ve gerçekçi duyguyla hareket ediyordu. Kur’an, yönetimi belirlerken şöyle der: “Allaha ve Resulüne ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin.” (Nisa 59). Sizden olma ile Müslüman olmak anlaşılır ama o milletten olan Müslüman kastedilmiştir. Hz. Peygamber, mektup gönderdiği devletler ve toplumlar Müslüman olsalardı, onlara bir Arap yönetici mi gönderecekti? Sadece öğretici (muallim) gönderecekti. Nitekim ilk yıllarda öyle yapmıştı.
Aidiyet, kültür, kimlik, şahsiyet, değerler nizamı olarak millete ve milliliğe, İslam’la bir problemi olmayan, hatta şart koşulan bu milliliğe, iki şey aykırıdır. Irkçılık ve kozmopolitlik. Kozmopolitliğe (dünya vatandaşlığına), zamanına göre insanın sürü hali deyin, milletlerarasıcılık deyin, kimliksiz kitlecilik deyin, isterseniz hümanizmle bunu süsleyin, fark etmez. Millet ve milliyet, efradını câmi, ağyarını mâni olan bir “sosyal kıvam”dır. Müslümanlar bunun farkına çok geç vardılar. Bir kısmımız hâlâ farkına varamadı. Din mi kültür mü, din mi bilim mi, millet mi ümmet mi içinde hâlâ bunalıyoruz. Bunlar birbiriyle zıt şeylermiş gibi.
Süreçteki din-milliyet-siyaset meselesinin anlaşılmazlığına veya önemsizleştirilmesine bakmaya devam edelim. Önemli bir örnek seçelim: Osmanlı. Dinin, milliyetin ve siyasetin iç içe yaşanıp da gafletten kurtulunamayan bir alan: Osmanlı. Bugünlerde de Türkiye’de gündemde. Bir şeylerden kurtulmak için kullanılan, sığınılan, saklanılan bir maske: Osmanlı. Osmanlı kimdir, nedir? Osmanlı geçmişimizdir: Doğru. Atalarımızın kurduğu siyasi-idari-toplumsal bir sistemdir: Doğru. Geçmişimizi ne yok sayabiliriz, ne de ona sövüp sayabiliriz. Doğru. İslam’ın kısmen de olsa bir uygulama dönemidir. Bu da doğru. Ama bu doğrular Osmanlının ne olduğunu bize tam olarak anlatmış olmuyor ve ne olduğunu anladıktan sonra onu tenkit etmek hakkımızı da elimizden almıyor.
M. K. Atatürk Osmanlı’daki hataları isabetli bir şekilde dile getirmiştir. “Osmanlı imparatorluğu, biz kahraman Türkler sayesinde bir büyük devlet oldu. Fakat kahraman Türk, orada saray entrikalarına mağlup oldu” demiştir (1932, General Sherril, Atatürk Nezdinde Bir Elçilik, çev. Ahmet Ekrem, 1935, 88).
Tenkit hakkımızı kullanalım:
Osmanlı’da dinî kutsallığa eklenmiş kutsallıklar vardır. Bunlardan en başta geleni siyasi kutsallıktır. Osmanlı, bu iki kutsallığı harmanlamış, ama işine geldiği zaman birini veya diğerini öne çıkarmıştır. Çoğu zaman, siyasi kutsallık dinî kutsallığın önüne geçmiş, din ancak meşrulaştırma aracı olmuştur.
Peki dini bir meşrulaştırma aracı olarak kullanan Osmanlı dinî bir devlet miydi? Hayır. İslam’da zaten “din devleti” diye bir şekil yoktur. Dinin de, insanlığın da, milletin de hukukun da istek ve ilkelerini yerine getiren, fertlerin hak ve hürriyetlerini sağlayan devlet vardır. Olmazsa olmaz tek ilkesi adalettir. Osmanlı teokratik bir devlet değildi. Teokrasi (Din devleti-Tanrı idaresi) için bir ruhban sınıfı, yani yanılmaz, kutsal, sınırsız yetkili bir sınıf gerekir. İslam’da böyle bir sınıf ve kişiler yoktur. Osmanlı geleneksel kural ve kanunlar ile şeri hükümleri, yani dinî kuralları harman etmiş, ikisini de kullanıyordu. Fakat işine geldiği zaman birini veya diğerini öne çıkarıyordu, tercih edebiliyordu. Onun için siyasi kutsallık, dinî kutsallık kadar önemliydi. Siyasi kutsallığı şöyle sunmuştu: Devlet-i ebet müddet. Ancak toplum ve kültür kanunları imparatorluk tipi hiçbir devletin uzun süre yaşayamayacağını gösteriyordu. Dünyada bütün tecrübeler bunu göstermiştir. Topluluklar toplumlara, toplumlar millete ve millî devlete doğru gidiyordu. Buna musallat olan bütün arızalara ve engellemelere rağmen, bu süreç devam etmektedir. Eğer Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmasaydı, devlet ebet müddet ideali bir hatıra olarak kalacaktı. Osmanlı hayranlarına şu iki soruyu sormaya devam edeceğiz: Osmanlı, kavim, millet, kimlik esaslarına uymuş muydu? Uymuşsa, peki şu neydi: 1876 Teşkilatı Esasiye Kanununda (anayasada) memurlar Türkçe bilecek ve Türkçe konuşacak maddesi konmuştu. Bu neyi ve hangi süreci işaret etmektedir? Diğer soru, Osmanlı İslam esaslarına uymuş muydu? Son zamanlarında üç tarzın mücadelesi, siyasi tercih olarak birine yönelme mecburiyeti, neyi ifade etmektedir? Osmanlıcılık, artık hiçbir gerçekçiliği kalmamış bir yanılgıydı. Osmanlı dedikleri birçok unsur ayrılıp gitmişti. İslamcılık, dini salt bir ideoloji haline getirmekten, siyasete alet etmekten başka bir şey değildi. İslamiyet nihayet bir dindir. Kendi kuralları, kendi kimliği vardır. Hiçbir şeye alet edilmeye gelmez. Gerçi 2. Abdülhamit, İslamcılığı İslam dünyası için bir siyaset olarak iyi niyetle kullanıyordu. Fakat İslam dünyasının dinin özüyle kalan ilişkisi, toplumsal problemleri, her şeyden önce bağımsızlık problemleri, derinde yatan anlaşılmaz meseleleri, bütün bunlar bilinmeden ve çözüm bulunmadan, bu iyi niyet başarıya ulaşamazdı. Üçüncü yöneliş milliyetçilik yönelişiydi. O günkü adı Türkçülük idi. Çünkü kala kala elde yalnız çoğunluğu Türk olan unsurlar kalmıştı. İslam, gerçekleri atlayıp geçmez, hayale kapılmaz, ütopyacı değildir. Allah’ın tabiata ve toplumlara koyduğu kanun ve nizam da, gerçekleri atlayacak değildir. Millî olana doğru yöneliş bu desteklerle başarıya ulaştı.
Osmanlı’nın olumlu ve yüksek tarafları yok mudur? Varsa nelerdir? Bunu da bilmemiz gerekir. 1. Batılının ve başkalarının Türk olarak kabul ettiği Osmanlı, Türk’ün gücünü bütün dünyaya göstermiştir. 2. Bazı mezheplerin İslam dünyasının tamamını ele geçirmesini bir yere kadar önlemiştir. 3. Sanatta, özellikle mimari ve musikide yüksek merhalelere çıkılmıştır. Fakat fikirdeki ve bilimdeki gelişmelere ayak uyduramadığı için çekilip gitmesi mukadderdi. Çekilip giden, sistem ve düzendi. Yoksa toplumsal, tarihî, millî hücreler duruyordu. Osmanlı niye çöktü? Bilinçsiz Osmanlı hayranlarına bu sorunun cevabını da hatırlatmak gerekir. Yer yer, satır aralarında bu sebepleri ima etmeye çalıştık ama derli toplu bunu dile getirmeye çalışalım. Medeniyet bir ekip işidir. Geriye doğru gittikçe özelmiş gibi görünebilir. Mezopotamya medeniyeti, Mısır medeniyeti, Hitit medeniyeti, İyonya Medeniyeti, Uygur Medeniyeti v.s. Beriye doğru geldikçe halkalar iç içe geçer, çağdaş medeniyete doğru gider. Ziya Gökalp bunu çarşı esnafına benzetir. Batı Medeniyeti dediğimiz, bir Fransız, Alman, İngiliz, İtalyan, İspanyol v.s. medeniyetleri değildir. Müşterek bir medeniyettir. Hatta kendi dışındakilerle, etkilenmiş olma ve iştirak noktaları vardır. Türkler, Araplarla, Farslarla ve kısmen Hintlilerle bir İslam medeniyeti inşa ettiler. Bu inşayı gerçekleştirirken, mevcut medeniyetlerin, bunlara ait bilgi, teknik ve metotlarından istifade ettiler. Her birinin kendine ait, kendi tarihleriyle ilgili bir medeniyet daireleri vardı ama artık müşterek bir alan oluştu. Zamanla Araplar, Farslar, Hintliler bu sahneden yavaş yavaş çekildiler. Türkler, Osmanlı adı altında yalnız kaldı. Bir milletin tek başına koca bir medeniyeti sırtlaması zordur. Toynbee’nin dediği gibi Osmanlı, dağa tırmanan bir dağcıya benziyordu. Yoruldu ve geri döndü. Diğer bir önemli çöküş sebebi, kültür ayrılmasıdır. Bir kültürü halk temsil eder, üretir, ileriye taşır. Aydın geliştirir, yükseltir. Ama söz konusu aynı kültürdür. Osmanlıda aydın halktan ve dolayısıyla kendi kültüründen koptu, yabancı ve oldukça suni bir kültür oluşturdu. İki kesim birbirini anlayamaz ve sevemez hale geldi. Bu yarılma, çöküşe yol açtı. Diğer birçok sebebi bunların içine ve yanına ekleyebilirsiniz. Nüfusun azalması, daha doğrusu yetemez hale gelmesi, Batının gittikçe mesafeyi aleyhimize açması v.b. Fakat en önemlisi, konumuz olan dinin anlaşılma problemi ki, rasathaneyi topa tutan, medreselerden tabiat bilimlerini ve matematiği kaldıran, Arapça öğrenimini bilim zanneden, gerçekte dinden uzak bir anlayışın doğurduğu zihniyet idi. Hiçbir toplumun ve devletin dayanamayacağı bu sebepler, sonuçta Osmanlı Devletini tarih sahnesinden çekti.
İktisadî Hayat ve İslam
Günümüzde ilke ve hedefleri gözetilmeyen, uyulmayan önemli bir alan iktisat alanıdır.
Önce genel manzaraya bakalım, sonra bunları bir bir açalım.
Eğer ammenin, devletin, ferdin mülkiyet hakları birbirine karıştırılmamış olsaydı, bugün “meralara da sanayi tesisi yapılamayacak” gibi siyasi tasarılar bir lütufmuş gibi tartışılınca, tasarı geri çekildi, çekiliyor gibi siyasi hokkabazlıklara düşülmezdi. Milletin ve yeni devletin, dişinden tırnağından arttırıp biriktirdikleri bir bir satılıp “özel”lere peşkeş çekilip, millî servet talan edilmezdi. Kapitalist rezilliklerle ne toplumun hakkı, ne devletin hakkı, ne de ferdin hakkı sahiplerine teslim edilebilmiştir. Güçlünün ve zorbanın egemenliği, hak yerine geçmiş “menfaat müşriklik” baskın çıkmıştır. Ne yazık ki, inanılmayan, değer verilmeyen devlet, burada işlerine yarar bir alet gibi kullanılmıştır.
Servetin, refahın belli ellerde toplanmış olduğu bir dünyada ve bunun çok kötü bir örneği olan Türkiye’de, adaletin uğramadığı, açlığın kol gezdiği bir dünyada ve Türkiye’de, kalkıp dinden imandan bahsetmek, bir yalancılıktır. Böyle bir durumda din, olsa olsa istismar aracı veya bir uyuşturucu gibi kullanılmış olmaktadır. Bir de kalkıp her sene, ramazandan ramazana, zekâtın girdi çıktısını, fetvalara boğmak, kendi kendini ve insanları kandırmaktan, hatta Allah’ı aldatmaya kalkmaktan ibaret olur. Burada dinin (hâşâ) kabahati yoktur. İddiaları sürdürenlerin hataları söz konusudur.
Aç ve açıkta olanları göre göre zenginleşmiş olanlardan paylaşmayı, adaleti, refahın yaygınlaşmasını nasıl bekleyebiliriz? Bunu sağlayacak garantiler, dinî duygu mu, ahlaki duygu mu, millî duygu mu? Bunlar doğru anlaşılıp doğru dürüst uyulsaydı, sömürme, fakirleri göre göre, hatta eze eze zenginleşme olmazdı. Ferdileştirilmiş ve felsefileştirilmiş bir Hıristiyanlık kolunun, yani Protestanlığın modern kapitalizmi nasıl doğurduğunu bize Max Weber anlattı. Bu demektir ki dinin kapitalizmle nasıl uyuşturulabildiğini iddia etmiş oldu. Din, din olmaktan çıkarılmış, bir felsefe haline getirilmiş, dini anlama ve uygulama sapmış mıydı? Bunlar Weber’i ilgilendirmiyordu. Bir tespit ve yorumda bulunuyordu. Gerçekten din istenildiği gibi kullanılırsa, kapitalizmle uyumlaştırılabilmektedir. Bunu Batı dünyasının taklitçileri olan bizler de yaşıyoruz. İslam dünyası da, din ile sermaye ve siyasetin, ferdi menfaatlerin nasıl uyumlaştırıldığını, dini doğru anlamamanın bedellerini ödüyor. Olan şu: Rutinleştirilmiş, şekilleştirilmiş, kabuklaştırılmış, hedeflerinden uzaklaştırılmış bir din, bunu destekleyen ve bundan desteklenen bir iktisadî hayat, bunları çevreleyen ve çerçeveleyen bir siyaset. Yönetim buna göre, zekât buna göre, şeriat buna göre oldu. O zaman henüz adı konmamış liberal-kapitalizmin ilkel ve kaba şekillerine göre her şey dizayn edildi. Şu iktisadî meselelere ve özellikle zekâta daha yakından bakalım. Din anlayışımızı bu yönden kontrol edelim, gerekiyorsa sorgulayalım.
İslam’ın iktisadî felsefesi “verme” üzerine kurulmuştur. Olan olmayana verecek, fert devlete, devlet topluma verecek. Toplum da üyelerine verip onları mutlu kılacaktır. Burada dinî terimler, “Allah rızası”, “Allah yolunda”, “Allaha vermek” terimleridir. Allah rızası ne demektir? Allah öyle istiyor, Allaha inanmaya bağlılık, bu yoldaki meşruiyet demektir. Buna dayalı olarak Allah yolunda ve Allaha vermek de anlaşılabilir bir husustur. İnsan yeryüzünde Allah’ın halifesidir. İnsan toplum halinde bulunur. Öyleyse Allaha vermek, O’nu, rızasını, meşruiyeti gözeterek insana-topluma vermek anlamını taşır. Buna çevremizdeki diğer canlılar da dâhildir. Ayet ve hadislerde geçen “Allah yolunda sarf etmek” anlaşılır bir şeydir de, yeteri kadar uyulmamıştır. “Allah yolunda” bu dünya söz konusu olunca “toplum için”, “başkaları için” demektir. Veren olunca doğal olarak alan da bulunur. Fakat dinamik tavır vermekten gelir, temel felsefe bu yöndedir.
Verme işi, ihtiyari (serbest-tercihe tâbi, özgürce) olandan mecburi olana doğru kademelenmiş, gerçekte iç içe girmiştir. İta, infak, sadaka kelimeleriyle ifade edilen verme, zekâtla mecburilik kazanmıştır. Hepsi paylaşıma yönelmiş, zekât mecburi ve resmî paylaşım halini almıştır. Zekât bazen mecburi sadaka kavramı içinde kullanılmıştır.
İslam’ın önem verdiği diğer kavramlardan olan “iş” ve “emek”, iktisadî felsefesini devam ettirir. İş ve emek kutsaldır ve Allah’ın sevgisini celbeder. “Bilsin ki insan için kendi emeğinden (sa’y) başka bir şey yoktur…” (Necm 39-40). “Allah bir iş yaptığınız ve onu iyi yaptığınız zaman sizi sever.” (el-Heysemî, Mecmau’z-zavaid, IV, 98). “Her kim işlenmemiş ve sahipsiz bir toprağı ihya ederse (canlandırırsa), o toprak onundur.” (Buharî, Hars ve Muzaraa 15; Tirmizî, 2, s. 477 Hds. 1375). Çünkü burada emek vardır.
Mülkiyet meşrudur ve fakat sorumlulukları ve sınırları bulunur. Her şey Allah’ındır, ancak bu dünya ve insan söz konusu olunca sahibiyet ve mülkiyet üçe bölünmüştür. Ammenin (toplumun), devletin (ammeyi ve ferdi temsilen), üçüncüsü ferdin. “Allah üç şeyde insanları ortak kılmıştır: Su, ateş, ot”. (İbn Mace, Rûhan [Rehineler Bölümü] 16) Üzerine bindirilen emek ayrı değerlendirilmek üzere (suyu alıp şişelere koymak gibi), su kaynakları, ateş, yani enerji, ot, yani tarım ve hayvanların beslenme alanları, ammeye daha açık alanlardır.
İslam bize şunu öğretmiştir: İşe, üretime, yatırıma dönüşmeyen bir biriktirme meşru değildir ve tehlikelidir. Çünkü çalışmaya ve üretime katılmayan asalaklar yaratır. Dolaşıma katılmayan para, bir taş parçasından farksızdır. İktisadî hayatın temel kurallarından biri mübadeledir (maddî değerlerin dolaşımı). O halde bu kural yerine geliyorsa, dolaşım ne kadar hızlı ise, iyidir.
Faiz ve zekât. İkisi de iktisadî olaydır, ama biri urlaşmayı, dengesizliği, sömürüyü getirir, diğeri dağılımı, refahın paylaşımını doğurur. Dolaşımı sağlayan işlerden biri ticarettir. İster fertler yapsın, ister devlet yapsın ticaret meşrudur ve gereklidir. Fakat hassas bir konudur. Bu sebeple İslam’da namuslu tüccar övülmüştür. Dikkat edilirse övülen ticaret değildir. Normal bir iş neden övülsün! Övülen tüccar da değildir, namuslu tüccardır. Demek ki namuslu davranmayan tüccar çoğunluktadır ki, namusluları övülmeye layık görülmüştür. Hadiste şöyle denmiştir: “… Ey tüccarlar topluluğu! Şeytan ve günah satışa katılırlar. İmdi siz satışınıza sadaka karıştırın” (Tirmizi, 2, s. 361, Hds. 1223). Bunun anlamı şudur: Bu işi düzgün yapmak zordur. İnsan psikolojisinin olumsuz tarafları, benlik, kazanma hırsı, yalan-dolan, hile işe karışabilir. Sapılmış yol o kadar çok olur ki, bu yüzden dürüst ve güvenilir tüccar az olur. Bu az olanlar övülmüştür. Tüccarlar için, “Tüccarlar kıyamet günü kabirlerinden günahkârlar olarak kalkacaklardır. Ancak Allah’ı sayan, iyilik yapan ve doğru olanlar müstesnadır.” denmiştir (Tirmizi 2, s. 362, 363, Hds 1226). Kur’an da şöyle beyan etmiştir: “Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allaha ve Resûlüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihat edersiniz. Bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” (Saf 10, 11). Eğer ticaret, daha büyük bir yönelişle kuşatılmamış olsaydı, bildiğimiz ticaret tek başına bırakılmış olsaydı, kapitalist sisteme kapı açılmış olurdu.
Ölçü ve tartıya uymak, hak kavramıyla birlikteliği dolayısıyla, çokça hatırlatılan önemli bir konudur. Kur’an-ı Kerim bunun üzerinde çok durmuştur. Varlık, “mizan” (denge) üzerine kurulmuştur. Satışa karışan kirliliği, sadaka ile temizlemek gerekir.
Kirliliği doğuran sebeplerden biri olan emeğin çalınmasına gelelim. Bu ya faizde olduğu gibi açıkçadır, ya sonradan ona artı değer denecek olan meselede olduğu gibi, gizlenmiştir. Gerçekte faiz de, aynı zamanda sınırı genişletilmiş bir artı-değerdir. Çünkü borçlunun sahip olduklarından veya üretimden bir eksiltme yaratır ve bunda sömürme ve adaletsizlik vardır.
Adı konmamış da olsa artı-değere İslam nasıl bakıyor? Bir defa temel ilke şu idi: “Servet, yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın” (Haşr 7). Yine bir ayet, hem artı değeri, hem İslam’ın iktisat sisteminin temellerinden birini ifade eder: “Onların mallarında isteyen ve istemeyen için belirli bir hak vardır.” (Mearic 24-25; Zâriyat 19). Hak, bir yardımın ve isteğe bağlı bir lütfun (iyiliğin) dışında bir meseledir. Mutlak yerine getirilmesi gerekir. Hak, bir şeyin içindeki meşru paydır. Ayet hak kelimesini kullanmıştır. İsteyen, istemeyen, yoksul ve muhtaç olanlar, orada hak sahibidirler. Neden böyledir? Benim kazanmış olduğum, biriktirdiğim, elde ettiğim şeylerde başkası neden hak sahibi olsun? Demek ki bir varlık haline gelen mal-mülk-para, açık veya gizli bir sömürüyü, bir hak geçirmeyi ihtiva edebilir. Miras yoluyla gelen de aynı durumda olabilir. Marksizm, ücretin tam ödenmeyişinden oluşan, bir çeşit çalınan kısma artı-değer demiştir. Artı-değer, İslam’ın da beyan ettiği hak meselesinin içindedir. İslam’ın kendi ifadesiyle mal-mülk-para kirlenmiştir. Temizliği birlikte yapacak olan, mülkün ve gelirin sahibi ile devlettir. Kirlenmiş malın sahibi bu hakkı bilmeyebilir. Başkalarından, yani toplumdan geçmiş olan bu hakkı ödemek, mal ve geliri temizlemek gerekir. Ayette muhtaç olanlara yardım etsinler denmiyor, bunun içinde haklar vardır deniyor. Yardım kavramı başka yerlerde bolca geçer. Buradaki o değildir. Temizlemeyi bazıları yapar, bazı kimseler yapmayabilir. O halde bu mecburiyeti yerine getirecek bir düzene ihtiyaç vardır. Bu, devlettir. Böylece zekât bir vergi olarak karşımıza çıkar. “Mallarından sadaka al!..” (Tevbe 103) emri zekâtı kastetmektedir. Alacak olan kimdir? Hz. Peygamber. Yani devlet. Hz. Peygambere yardım anlamında sadaka verilmeyeceğine göre, burada sadaka, resmileştiği için zekât, Müslümanlara emrolunmuş bir vergidir. “Sadakalar (zekâtlar) Allahtan bir farz olarak yoksullara, düşkünlere, zekât memurlarına, müellefe-i kulûba (gönülleri ısındırılacak olanlara), kölelere (hürriyetleri için), borçlulara, cihat edenlere, yolcuya mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir.” (Tevbe 60). Kur’an’da zekâtın verileceği sekiz yer sayılırken sadaka kelimesi geçmiştir ve bu sekiz yere dikkatli bakıldığında bu işin devlet işi olduğu buradan da anlaşılır. Biraz sonra bunun üzerinde duracağız. Ayette farz ifadesi kullanılmıştır ki, artık serbest ve gönüllü paylaşım manâsındaki sadaka değildir. Kelimelerin iç içe girmişliği, lisanın özelliğidir. Vahyin ve dinin bir üslubudur ve genelleştirilmiş verme işinin vurgusu yapılmaktadır. Taberî, tefsirinde sadaka kelimesine vergi demektedir. M. Hamidullah İslam Peygamberi adlı eserinde “zekât vergisi” tabirini kullanmaktadır.
Zekâtın mecburi bir vergi olduğunu, tevhit dininin her kademesinde (bütün tevhit dinlerinde) geçmesinden de anlamaktayız. Hz. İsa için, onun ağzından şöyle denir: “Nerede olursam olayım O beni mübarek kıldı, yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti.” (Meryem 31). Toplumlar, vergisiz yaşayamazlar. Değerlerin yaygınlaşması verdiklerinin yine kendilerine dönmesi için vergi şarttır. Bu sebeple tevhit dini insanlara daima bu vergiyi hatırlatmış ve emretmiştir. Zannedildiği gibi, sadece İslamiyet’e has değildir.
Zekât, ayrıca bir arızanın da giderilerek topluma iadesini hesap etmiştir. Gizli-açık, bilinir-bilinmez, kasıtlı-kasıtsız, toplum üyelerinden çalınanın topluma iadesi şeklinde anlaşılmaktadır ki, temizlik anlamına gelen zekât ile kirlilik giderilmektedir. “Temizlenmek üzere malını hayra veren, ateşten uzak tutulur.” (Leyl 17, 18). Gerçekte burada, çirkin bir ideoloji ve zalim bir uygulama olacak olan kapitalizme kapı kapatılmaktadır. Tabiatıyla uyulursa.
“… Biri Resulullaha sordu: Zekâttan başka üzerimize düşen mecburi bir şey var mıdır? Buyurdu ki, Hayır. Ancak gönüllü olarak verilenler başka” (Tirmizi 1, s. 415, Hds. 614). Hz. Peygamber görevliye: “Eğer bana itaat ederlerse, mallarının zekâtını vermeyi, Allah’ın üzerlerine farz kıldığını bildir” demiştir (Tirmizi 1, s. 422, Hds. 621). Peygamber, dünya için devleti temsil ediyor ve itaat edilmesini istiyor. Ona itaat, aynı zamanda toplumsal manada, devlete itaat demektir. Peygambere sırf din-iman yönünden itaat eden kimse, bu işi getirip neden para işine döksün. Ayetler açıktır: “Namazı kılın, zekâtı verin, peygambere itaat edin!” (Nisa 56) “Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allaha ve Resûlüne itaat edin!” (Ahzab 33). Zekât ve itaat birlikte zikrediliyor. Allaha iman edip ibadet etmek, vergiyi vermek, peygambere itaat etmek. Toplum, düzen-nizam istediğine göre, peygamber hem peygamberdir, hem kendi zamanında devleti temsil eder. Zekâtın yıldan yıla verilmesi de vergiyle ve devletle ilgisini gösterir. Bir gün kazanıp, bir gün kaybeden, var olup yok olan, belirli bir seviyeye erişip üzerinden bir yıl geçmemiş olan bir miktarın zekâtı (vergisi) olmaz. Alt sınırda kalanların zekât oranı da, bilindiği gibi alt sınırda (%2,5) olur.
Esasen, zekâtın mecburî bir vergi olduğuna, devletle ilgisine dair bu kadar delile ihtiyaç yoktur. İlk uygulamalar zaten bu şekildeydi. Hz. Peygamber bu iş için memur tayin etmişti, ona ücret de ödenmişti. Zekâtı topluyor, hesap görüyor, ihtiyaç yerlerine sarf ediyordu (Bkz. Buhari, 107-108, 572). Hz. Ebubekir, vermeyen bölgelerden savaşarak alınacağını söylemişti. Hz. Ömer de uygulamayı, yani devlet hazinesine (beytülmal) kaydedilerek sarfını devam ettirdi. Mekke döneminde devlet yerine geçen müşrik otoriteye, Müslüman olanlar uymuyor, karşı çıkıyorlardı. Müslümanlar arasında yardımlaşmanın elden ele olması doğaldı. Zaten zekât ayetleri de gelmemişti. Medine döneminde, yani devletin oluştuğu dönemde nazil oldu. Zekâtın elden ele verilmesi usulü, daha sonra ne yazık ki devam etti. Kurulan devlet ve medeniyetlere rağmen, bu iş ferdî imana bağlı ama keyfî bir fiil olarak kaldı. Elden ele verilmesi, kayıplara, görmezlik ve aldırmazlığa, isabetsizliklere yol açtı. Usul yerini bulsun kabilinden bir yükümlülük savmak haline geldi ve öyle devam ediyor.
Kur’an’da zekâtın verileceği 8 yer (ayet) de yolumuzu devlete çıkarır.
Geriye kalan üretim ve yatırımın iyi işlemesi için sayılanlar elzemdir. Her aksama halinde, aksayan tarafların tedavisini devreye sokmak da, devlete ait olacaktır.
İlk yıllar hariç, zekâtın bir vergi olduğunu Müslümanlar akıllarına getirmemişler veya kaçınmışlardır. Sünnet diye Hz. Peygamberin sakal telini ve tırnağını kutsallaştıranlar, onun zekâtı nasıl uyguladığını görmezlikten gelmişlerdir. Zekâtın niçin verildiğinin toplumsal ve iktisadî bilinci eksik kalmıştır. İşte yanlış din anlayışı, bu ve benzeri birçok örnekte saklıdır.
Zekât bir vergi olarak anlaşılmadığı için, oranında da bir radikal kabule düşülmüştür. Kırkta bir (%2,5). Bunu asgari sınır olarak Hz. Peygamber tespit etmiştir. İslam, bir şeyin alt sınırını tayin eder, üst sınırını isteğe, şartlara, zaruretlere, değişime bırakır. “Üç defa” da olduğu gibi. Miras da öyle değil midir? Kıza yarım değil de tam verilse veya gerekiyorsa erkeğin iki misli verilse, olmaz deniyor. Fazlası sadaka olabilir deniyor. İlla yarısını verecek ki miras hükmü yerine gelsin. İyi de yarımdan aşağı vermediğiniz için zaten farz olan yerine gelmiş oluyor. Onun üstünde vermeyi İslam neden gündeme getirmemiş olsun. Alt sınır-üst sınır meselesinde, daha birçok şeyde böyle olduğu gibi, zekâtta da durum yanlış anlaşılmıştır. Vergi, duruma, şartlara, zaruretlere göre hesap edilir. Zorunlu olmayan “verme”lere herkes katılır. “Varlıklı olan sahip olduğu imkânlara göre, rızkı dar olan kendine verilen kadarından harcar…” (Talak 7). Asgari sınır kırkta bir, üst sınır Kur’an’a göre ihtiyaçtan fazlası (Bakara 219). Bir yıllık gelirin o yıllık ihtiyaçtan fazlası ne varsa odur. İhtiyaç meselesi ise belirlenmiştir. Evi, arabası (binek hayvanı) ev eşyası, iş adamı ise fabrikası, üretim yapan bütün malzemeler v.b. Hacet‑i asliye denen şey budur. Üst sınır şartlara, ihtiyaçlara, mecburi olan bir şey için kısacası devlete bırakılır. Fazla olan balın bile zekâtı hesap edilmişse, (bkz. Tirmizi 2, s. 422 Hds. 624), bu iş fert-toplum-devlet üçgeni içinde yapılandırılmış demektir. Eğer bir devlet, toplum ve üyeleri adına bir hesap yapamıyorsa, o zaten devlet değildir. Devlete hücum, ya kendilerini dindar zanneden çıkarcılardan, ya son zamanlarda Marksizm hayali uğruna belli ideoloji sahiplerinden geldi.
Zekât, liberal kapitalizmin çarpık üslubuna uydurulmuştur: Müslüman, zekâtı da, daha uygun zannederek sırf menfaatler sisteminin çarkına göre ayarlayıp, elden eleyi sürdürüp gitmiştir. İki defa vergi vermekten kurtulmanın hilelerine başvurmuştur. Meselâ, erkek karısına veya kadın kocasına zekât vermeye kalkmıştır. Kaytarmalar, hacet-i asliyeyi farklı göstermeler, tehir etmeler v.s. Gerçekten kendi kendilerini aldatmaya koyulmuşlardır. Şu açmaz içine düşülmüştür: Müslümansa hem devlete vergi veriyor, hem zekât veriyor. Bugün devlet asıl ihtiyaçtan bile vergi alıyor. Emlak vergisinin bir bölümü oturduğu tek eve aittir ve tek arabası için de vergi verilir. Bu doğru mudur?
Soruluyor: Devlete verilen zekâtın nereye sarf edildiğini ne bilelim? Zekâtı eline verdiğiniz kişinin nereye sarf ettiğini nasıl bileceksiniz? Hele bugün, eroine veya bonzaiye gitmediğinin garantisi nedir? En önemlisi seçmediğiniz, bilmediğiniz yoksullar ne olacak? Onlara bir başkasının verdiğinden emin olabilir misiniz? Zekâtın bir ibadet olarak (ki bu konuya geleceğiz) bir fakire verilmesi, ilkelerden biridir, fakat hedef bununla sınırlı değildir. Sekiz maddede sayılmasının da hikmeti geniştir. Zekât verebilmeniz, yani ibadeti yerine getirebilmeniz için, mutlaka fakir bulunması gerekir. İslam’ın hedefi bu mudur? Olur ya, küçük bir toplumda refah yaygınlaşmıştır, fakir birini bulamazsanız, ibadeti yerine getiremeyeceksiniz demektir. Bu nasıl İslam anlayışıdır? İslam, sürekli paylaşmayı, sürekli vermeyi, refahın yaygınlaşmasını istemiyor mu? Toplumun ihtiyaçları bitmez, devlet bunları sürekli yerine getirmek için vardır. Sonra başka toplumlar yok mudur? Onlara el uzatmak, İslam’a aykırı mıdır? O başka toplumlara ihtiyaç sahiplerini, fertler nasıl arayıp bulacaktır? Bir derneğe, bir vakfa vermesi mümkündür ama işte o zaman elden ele üslubu ortadan kalkmış olmaz mı?
Soruluyor: Vergi nasıl ibadet olur? Allah’ın “verin!” dediği emre uymak bir ibadettir. Yani kulluk görevidir. Meselâ mali ibadet bir yönüyle cihattır, Allaha borç ödenmiş gibidir. Kurban nasıl bir ibadet çeşidi ise Zekât vergisi de öyledir. Kişi zekât vergisini inanarak, gönül hoşluğuyla, dinî deyimle “Allah rızası” için verirse ibadet olur. Mükâfatı dünyevî olandan öte, uhrevi olmuş olur. İnanmadan, gönülsüz olarak yerine getiriyorsa, salt vergi olur. Gönüllü de olabilir ve vatandaşlık görevini yerine getirmiş olur. İnanmadan verilen, gösteriş için, yahut psikolojik baskı altında namaz kılan ve oruç tutanların durumu gibidir.
Yine soruyorlar: Zekât, vergi ve aynı zamanda bir ibadet ise, toplumda Müslüman olmayanların veya inanmayanların durumu ne olacak? Bu soru, asırlardır İslam’ı, doğru dürüst anlamamanın veya yan çizmenin getirdiği bir sorudur. Önce zekâtın ne ve niçin var olduğunu anlamamız, devletin ne ve niçin var olduğunu bilmemiz gerekir? Sonra, bilindiği gibi İslam’da, olmazsa olmaz bir ilke ve bir maneviyat özü vardır: Niyet. İbadet dâhil her amelin başında bu olmazsa, yapılan bir robot işi olur. Müslüman olmayanlar, vatandaş olarak devlete vergi diye verir, Müslüman olanlar hem ibadet çeşidi olan zekât niyetiyle, hem vergi olarak vermiş olur. Çünkü bu iş bir yönüyle Allah emridir, bir yönüyle toplumun emridir. İnanan Allah emriyle bu işi yapar. Toplumun bütün fertlerinin inanması şart değildir. Bu istenmiş ve fakat zorlanmamıştır. “Rabbin dileseydi bütün insanlar inanırdı.” (Yunus 99) Öyleyse bir kısmı Allah için, bir kısmı toplum için verecektir. Müslümanlar, diğerleriyle iç içe, yan yana yaşamaktadırlar. Devletin sterilize edilmiş gibi sırf Müslüman olanların devleti olması, gerçekçi değildir, İslam bunu ideal edinse bile ütopya haline getirmez. Allah için, toplum için, ikisinin birleştiği yerde insan ve toplum, İslam üzere bulunmaktadır. Biz Müslüman toplumlardan ve devletinden söz ediyoruz. Çünkü zekâttan söz ediyoruz. Bu devlet, unutulmamalıdır. Bu, din devleti değil, Müslümanlara ve Müslümanlığa da, eşit şartlarda ve adaletle hizmet veren devlet demektir. Değilse, devleti devlet yapmak bize ait olacaktır. Sonra tekrar edelim ki, Müslüman neden iki defa vergi versin? Bu durumda vergisini veren Müslüman, zekâtı alel-usul geçiştirecektir veya kaytaracaktır. Yahut da zorlanacaktır.
Baş İlke ve Nihai Hedef: ADALET
Adalet, anlaşılmayan değil, yeterince uygulanmayan bir konudur.
Allah’ın da, Resulünün de, insanlığın da, tarihin de, sosyal kanunların da emrettiği şey adalettir. Esasen Allah’ın emrettiği deyince, diğerlerini saymak, tafsilat içindir.
Adalette “hak” kavramı bulunur. Allah’ın hakkı, kul hakkı, tabiatın (varlığın) hakkı. Kul hakkına toplum hakkı kendiliğinden dâhildir. Diğer canlıların hakkı da tabiat hakkına girer. Baş ilke Allaha iman değil miydi, denebilecektir. Zaten Allah’ın hakkı bu demektir. Allah kendisinin tanınmasını istiyor. Mutlak Varlık olarak, yaratıcı olarak, öğretici olarak, öğüt verici olarak ve nihayet Yargıç olarak tanınmak istiyor. Zorlamıyor, ama bunu kendine bir hak olarak belirtiyor. Bunun zıddını, zalimlik diye ifade ediyor. Ancak adalet, Allah’ı tanımayanlar için de geçerlidir. Allah, kendi hakkını mahfuz tutarak, bunu istiyor. Allah farklılıkları yarattı, bunları sabitlemedi, adaleti emretti, eşitliğe yaklaşmayı istedi. Adaletten söz eden çok sayıda ayet ve hadisleri saymaya gerek yoktur. Her cuma hutbesinin sonunda okunan şu ayet yeterlidir: “Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği, yakınlarına yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, kötülük ve azgınlığı yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl 90). Bazı İslam mütefekkirleri, Kur’an’ın tamamı vahyedilmeseydi bile insanlar için bu ayet yeterdi, demişlerdir.
Adaletin sonuç ve hüküm safhası için yargıç (hâkim) gereklidir. Yargıcı tanımadan, yargıca güvenmeden adaletten ve gerçekleşmesinden söz edilemez. Allah öyle bir yargıçtır ki, son oturumda, düşündüklerimizin, kanaatlerimizin, amellerimizin delillerini ortaya koymadan, bunların kendimiz tarafından kabul edilir olmasını sağlamadan, bizi ikna etmeden, karşılık (ceza) vermiyor. Allah zaten olanı biteni biliyor, delile ihtiyacı yoktur. İsterse, istediği gibi icra eder. O’na sorgu sual edecek başka bir varlık yoktur. Adaleti uygulamaya da mecbur değildir. Ne isterse onu yapar, her şeye gücü yeter. Fakat o böyle yapmıyor. “Allah zalim değildir” (çeşitli ayetler) diyerek yapıp ettiklerimizi bize kabul ettiriyor. Önce tebligat yapıyor duyuruyor, sonra öğüt veriyor, tavsiyelerde bulunuyor. Sonra kayıt altına alıyor. Meleklere yazdırıyor. Kendisinin ihtiyacı yok ama bizim bizzat görmemiz için. Deliller bu dünyada başlar: “Böylece suçluların gittikleri yol belli olsun diye ayetlerimizi (belgelerimizi-delillerimizi) böyle açıklarız.” (En‘am 55). “Size bu kadar açık deliller geldikten sonra, yine ayağınız kayarsa, iyi bilin ki, Allah üstün ve güçlüdür, hikmet sahibidir” (Bakara 20). “De ki Sahiden doğru söylüyorsanız delil getirin” (Bakara 111). “Vicdanlarına karşı nasıl yalan söylerler…” (En‘am 24). Vicdan da bir mahkemedir. “Biz bir elçi göndermedikçe, azap etmeyiz.” (İsra 15). Sonra Mahkeme‑i Kübra’ya geçilir. “Hiçbir suçlu, başkasınınkini yüklenmez.” “… Şahitlerin şahitlik edeceği günde…” (Mü’min 51). “Kitap (amel defterleri) ortaya konmuştur. Suçluların orada yazılı olanlardan korktuklarını görürsün. Vay halimize! derler. Küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın hepsini sayıp dökmüş. Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (Kehf 49). “Her insanın yaptıklarını boynuna astık. Kıyamet günü her insan için açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız. Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak nefsin yeter” (İsra 13, 14). Önceden haber verilmiştir: “… Haberiniz olsun, elçilerimiz (melekler), yaptığınız hileleri ve planları yazıp duruyorlar.” (Yunus 21). “Allah onlara haksızlık yapmadı, fakat onlar kendilerine zulmettiler” (Ankebut 40). “O gün hiçbir kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz. Siz orada ancak yaptıklarınızın karşılığını alırsınız.” (Ya-sin 54). “Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecektir. Derilerine niçin aleyhimize şahitlik ettiniz, derler. Onlar da her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu…” (Fussulet 20, 21, 22; Nur 23, 24, Yasin 65). ‘’ Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile tesbih ederek Arşın etrafını kuşatmışlardır. Artık aralarında adaletle hükmolunmuş ve âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun, denilmiştir.’’ (Zümer-75)
Allah’ın delile ihtiyacı mı var? Ama adalet için bunu istiyor. Allah zalim değildir, insan da robot değildir.
Sûfi Düşünce ve Uygulama Çözüm Oldu mu?
Bu konu, başlı başına bir çalışma alanıdır. Burada, din anlayışını şu veya bu şekilde etkilemeye ait zihnî tavırları özetleyeceğiz ve belirgin örnekler üzerinde duracağız.
Sûfi düşünce ve bunun üzerine geliştirilen tasavvuf felsefesi, Allah’ın yaratmasından şunu anlar: Allah’ın Zatının derece derece dışa açılış mertebelerini, aşağı inerek makamdan makama geçişini, tenezzülünü (inişini) anlar ve bunu anlatır. “Hak Teâlâ varlığını yarattı. Ama bunu akıllar idrak edemedi. Ötelere geçen akıl gerektir. Hak kendini yaratır demek, dış bakımından iyi görünmez. Ama manâ yönüyle gerçektir ve her şeyi aciz hale getiren bir haldir” (Muhyiddin Arabi, Özün Özü, çev. İ. H. Bursevî, s. 50). Biz de diyoruz ki, Hak kendini yarattığında hangi akıl inandı ki bunu idrak edemedi? Herhalde, bu işi bugünkü akıllar idrak edemiyor demek istenmiştir. Nitekim bunu ileriki satırlarda izaha çalışırken, yarattığı âlem ve âdem aynasında kendini görüp seyretmesinden söz edecektir. Yaratılışı bu şekilde anlamanın, sırf düşünce bakımından bir sakıncası elbette yoktur ama sonuçta bazı iddialara kapı açması tehlikesi vardır ve nitekim bu tehlike varittir. Derece derece inen Zat, gittikçe açılan Zat, her şeyin ya Kendisini temsil ettiği, ya O’nun bir çeşit parçası olduğu (vahdet‑i vücut), ya da her şeyi O olarak görme birliği (vahdet‑i şühûd) anlayışını doğurabilir ve öyle olmuştur. Yine bir tehlike (anlayış isabetsizliği), aşağıya inişi, açılışı tersine çevirirsek, yukarı çıkış mümkündür ve sonunda bunu sağlayabilirsek, biz O oluruz. “Dönüşünüz banadır” (Al-i İmran 55; Lokman 15; Ankebut 8) ayeti, böyle yorumlanmış, O’ndan O’na felsefesi geliştirilmiş, Allah-Âlem-İnsan ilişkisi teke indirilmek istenmiştir. Bunların da yorum ve felsefi düşünce zenginliği bakımından bir sakınca teşkil edemeyeceği, ama müzakere edilebileceği kanaatindeyiz. Fakat bizi burada ilgilendiren, insanları ve din anlayışlarını nasıl etkilediği, dinamizme ve İslam hareketliliğine katkısının olumlu mu olumsuz mu olduğudur. Eğer söylenenler, felsefede kalmış olsaydı, yani sadece felsefeyi ilgilendirseydi, tehlike yoktu. Kabul veya reddeder geçerdik. Felsefe meşru ve faydalı bir zihin faaliyeti, düşünme disiplinidir. Hakikatin anlaşılmasına hizmet edebilir. Fakat felsefeyi, hele çeşitliliği içinde, Hakikat yerine geçirme problem doğurabilir. Sûfi düşüncede ise bunlar dinî iddialara dönüştü, dini ilgilendiren teşebbüsler halinde daha çok hassasiyet doğurdu.
Problem şurada başlar: Allah için “Mutlak Gayb” deniliyor. Acaba gayb, Allah’ın kendisi midir, O’nun bildikleri, gördükleri, bizim bilmediklerimiz, görmediklerimiz, v.b. midir? Kur’an Gaybın anahtarları ancak O’nun katındadır, ancak O bilir” (En‘am 59) dediğine göre, gayb olan Allah’ın kendisi değildir. Evet, biz O’nun zatını göremez ve bilemeyiz, fakat bu O’nun Mutlak Gayb olduğu demek değildir. Mutlak nedir: Kayıtsız, izafî olmayan, bağlı olmayan, sonsuz-sınırsız hür, sonsuzca sınırsız, kendi kendine, salt, demektir. Bu, Allah’ın varlığı için kullanılır. Varlığı gayb ile mutlaklaştırırsak, yok demek olur. Elbette sûfiler bunu kastetmemişlerdir, ama deyim ve kavram yanlıştır. Bu yanlış üzerine yanlışlar inşa edilmiştir. “Son devrede sâlik, tam bir yokluk hâline, yokluğa kavuşur ve sade bir hiçliğe erer” (Muhyiddin Arabî, Özün Özü, s. 15). Budizm’deki “hiçlik” felsefesine, Nirvana kavramına benziyor. “Kendi kendini hiç edince hep olursun” (M. Arabi, a.g.e., s. 16). “Beka içinde bekaya varılmak” (M. Arabi, a.g.e., s. 15), güzel bir laf ebeliğinden başka bir şey değildir. Demek istiyorlar ki kendimizi hiç edince, yani yok edince, kalıcı varlık içinde biz de kalıcı oluruz. Sûfi düşüncedeki farklılık, Allah ve insan ilişkisindeki anlayışta, insanın kendini yok edişi ile Mutlak varlığın kendini açığa vurmasında aranmalıdır. Şu düşüncelerden kendimizi alamıyoruz: Kendimiz yok olarak Varlığa nasıl varabiliriz? Yokluğa varıyorsak, buna ‘varmak’, ‘dönmek’ nasıl denebilir? Yokluğa vardığımız için mi yok oluyoruz? Yoksa biz yok oluyoruz, varlık kalıcıdır, zaten O hep vardır, diye mi düşünmeliyiz? O zaman da ‘varmak’ veya ‘dönüş yapmak’ anlaşılmaz olmaktadır. Abdulkadir Geylâni ve benzerlerinde, sen, seni kaybettiğin, yok ettiğin an, O’sun. Muhyiddin Arabi ve benzerlerinde, sen, seni kaybetsen de kaybetmesen de O’sun. Birinde her şey O’ndan çıkmıştır. O, ilk insan (Muhammed a.s.) ruhu olarak açılmış, aşağı inmiş varlığa açılmıştır. İnsan-ı Kâmil, tekrar yükselerek eski haline (Allaha) dönebilir. Diğerleri de O’nun yurdunda, cennet veya cehennemde kalabilir. Vahdet-i Vücut’ta ise, âlem ile Allah’ın varlığı ve ezelî-ebedîliği birliktedir, iç içedir. Allahtan başka mevcut yoktur. Her şeyde O vardır ve sonuçta her şey o’dur. Her şey O ise, bu durumda geliş ve gidiş anlaşılamamaktadır.
Tasavvuf felsefesinin ve sûfi düşüncenin konusu Allah mıdır, insan mıdır? Denilecektir ki ikisi de. Bu felsefenin inşası, Allahtan insana doğru mudur, insandan Allaha doğru mu? Yine ikisi de. Bu felsefede, hümanizme benzer bir koku vardır. Batı felsefesinde hümanizm, Allah yerine tepeye insanı koyan felsefedir. Tasavvuf felsefesinde tepede insanla Allah’ı birleştiren bir hümanizm seziliyor. Demek ki diğer önemli bir problem, “Dönüşünüz Banadır”ın yorumudur. Dönüşünüz Banadır, “Dönüşünüz Ben olmaktır anlamına gelir mi? Dalga, köpük benzetmeleri yapılır. Derya ezeli ve ebedi varlık, dalgalar ve dalgalandıkça oluşan köpükler de sonradan olan, fakat Deryadan ayrı olmayan sürekli ona dönen varoluşlardır. Varlığın bir çeşit coşmasıdır (Bkz. M. Arabi, a.g.e.). Her şey O’ndan gelir O’na döner. Ayna misali de aynı şekilde, aynı maksatla kullanılmıştır. Allah eğer kendini, yarattığı aynada görüyorsa, insan dâhil bütün varlık bir ayna olmuş oluyor. O halde her şeyi yeniden yorumlamak gerekiyor. İnsan ayna ise, aynanın kimliği, sorumluluğu yoktur. Yine İslam ve Kur’an yeniden buna göre yorumlanmalıdır. Öbür taraftan sûfi, insanı “arîf”, “insan-ı kâmil” olarak ele alıp yorumlayınca, bir çelişki içine düşmüş olur. Çünkü Ârif veya insan-ı Kâmil, dalga veya köpük değil, anlayandır, bilendir. “Arif odur ki, çerçevesi geniştir. Onda iki zıt birleşir. Bu zıtlar zahirdekilere göre olsa da ona göre zıt olmaz.” (M. Arabi, a.g.e., 27). Dalgada, köpükte, aynada zıtları gösterme olur mu? Olduğu gibi gösterir. Bunları söyleyenlerin değilse de, savunanların sığındıkları bir husus şudur: Ham (olgunlaşmamış) ruhlar bunları anlamaz. “Hal” ancak yaşanır. Eğer burada İslam söz konusuysa, İslam ancak yaşanır, ne anlatılabilir, ne bilinebilir, ne öğrenilebilir, demek olur mu? O’na dönüş yorumunda tuhaflıklar ve anlaşılmazlıklar içine düşülmüştür. “Abidler cennete yürür giderler, ârifler ise yakınlık âlemine uçar giderler. Doğrudan Rabbe kavuşurlar. Diğerleri (sıradan Müslümanlar), haz âlemi için, bu gayeyle ibadet etmişlerdir, o halde kavuşacakları yer, gayelerine uygun olarak cennettir. Buna zıt işler varsa cehennemdir. Zahidin-ârifin, gayesine uygun olarak gidecekleri yer doğrudan Allah’tır.” (A. Geylâni, Sırru’l-Esrar, çev. Abdulkadir Akçiçek, 22), O’na dönüş böylece üç kategoride olmaktadır. Bir kısım insanlar cennet veya cehenneme, âbidler cennete, zahitler, ârifler doğrudan Allaha giderler. ‘’ Dönüşünüz Banadır’’ ayetinin anlamı, böylece kademelendirilmiş oluyor. Yukarı seviyedekiler doğruca O’na, diğerleri ceza veya mükâfat yurduna. Garip ama böyle. Hz Peygamber’in cennetteki ‘Havz’ını, ona cennette komşu olmayı vb. anlamak zorlaşıyor. Kademelendirmede peygamber de yukarı seviyedekiler makamına erişememiş oluyor.
Sûfiye göre Kâmil insanın-arifin olgunluğu zahirdeki duygu gözü ile görülmez. Onu görmek için Hakka ulaşmış göz gerekir. Bu durumda ârif her neye ibadet etse, “Mutlak”, o yöne çıkar. Çünkü Hak, eşyaya ayna olmuştur. Eşyayı yaratan, onu özünden ayrı yere koymadı. Puta tapanın tapışı da Hakka varır. Çünkü onun varlığı Hakkındır. Bunu anlamak için bütün varlığın Hakkın olduğunu anlamak ve bilmek gerekir… Ârif kişi bu manâya vakıf olduğu için kimsenin dinine karışmaz… İlim Zata aynadır (M. Arabi, a.g.e., s. 27-35). O zaman, Allah Kelâmının, yapılanların kayıt altına alındığını söylemesi, sorumluluk hatırlatmaları, ceza tehditleri, irade hürlüğü ve tercihleri, delil ve şahit göstermeleri, Kur’an’ın “eğer”, “keşki”, “belki”, “olur ki” ifadeleri, şart koşmaları, ihtilaflardan söz edilmesi, pişmanlık, dua, tevbe, inatçılık, af, bütün bunlar boşunadır veya sûfi anlayışa göre yeniden yorumlanmalıdır. Aksi halde şöyle demek gerekebilir: Allah, bir babanın çocuklarını sevdiği için onlara bir şey yapmayacağı halde, iyiye yöneltmek için bazı kandırmacaları gibi, bizi oyalıyor. Din ve iman denen her yöneliş ayna ise, peygamberlerin rolü nedir? Hz. Peygamberin çektiği çilelerin ciddiyeti yok mudur? Yoksa onlar, her şeyin zıtlıklar içinde eriyip aynı yere çıkma felsefesine sahip olamadılar mı? Bunları herkes anlayamaz demek, meseleyi çözmüyor. Anlayan anlar, anlamayan anlamaz diyemeyiz. Sonuçta insan ve akıbeti söz konusudur. Denilebilir ki, bu anlatılar, vahdet-i vücutçuların anlayışları ve görüşleridir ve sûfi düşünce, tasavvuf felsefesi, vahdet-i vücuttan ibaret değildir. İncelendiğinde görülecektir ki, temel felsefede müşterek noktalar, farklılıklardan çoktur.
Sâlik (din ve tarikat yolcusu) arif-i billah, insân-ı kâmil haline gelirse, bunları anlar, anlamakla kalmaz, daha ileri giderek Allah ile birlikte yaşar, daha da ileri gider ve O olur. Denir ki: “Allah, peygamberlerine gönderdiği bazı kitaplarda (?) şöyle buyurmuştur: Ey Âdemoğlu! Ben öyle Allah’ım ki, benden başka ilah yoktur; bir şeye ol derim olur. Bana itaat edersen, seni de Benim gibi yaparım. Her neye ol dersen olur” (Abdulkadir Geylâni, Fütûhu’l-Gayb, 34-39). Ancak Rububiyet (Rab’lık) sırrı ifşa edilmemelidir. “Velinin bin (1000) halinin ilki kerametler kapısıdır. Birinden öbürüne geçilir.” (A. Geylâni, Sırru’l-Esrar, 22-23). Demek ki Enel-Hak (Ben Allah’ım) diyenler, bu sırrı ifşa etmişlerdir. En büyük sır (O olma), ifşa edilmemelidir ama velilerin kerametinden söz edilebilir. “Ruhbanlara ait bazı işler de vardır. Bunlara, bu âleme has kevnî keramet tabir edilir. Suda yürümek, havada uçmak, az zamanda çok yer kat etmek, uzaktan söyleneni duymak, iç âlemdeki şeyleri haber vermek gibi.” (A. Geylâni, Sırru’l-Esrar, 25). Ne Kur’an’da, bozulma da olsa ne diğer ilahi kitaplarda, “kendim gibi yaparım” ifadesi ve diğerleri yoktur. Bu anlayışa göre Allah gibi olan insan da ol deyince bir iş olur. Nitekim yukarıdaki alıntıda belirttiğimiz gibi bunu söylemişlerdir. Yine: “Ben neye ol dersem olur. Sen de bana itaat et ki, seni benim gibi yapayım, bir iş için ol diyesin ola.” (A. Geylâni, F. Gayb, 39). Sûfi düşünce artık “sırlar”a vakıf olmanın da ötesine geçmiştir. Oysa bunlar Allah’ın koyduğu kanunlara uymaz. Manevi derinlik, ruhî yücelik için bu gibi hallere ihtiyaç yoktur. İrfan sahiplerinin ruhi-manevi yükselişi, kanunların ve kul olmanın ötesine geçmez; Bu iddialar İslam’la çatışır. Bize bu yönde bilgiler verilmiştir. Aklımız da bu yönde işler. Şöyle bir çelişkiyi de görmezlikten gelemeyiz. Beğendikleri bir hadise dayanarak “Rabbinizi seyre dalacak, mehtaba bakar gibi bakacaksınız”, denir. Seyir ve temaşa varsa, aynîleşmeme ve mesafe var demektir. Daha birçok çelişki gibi bu çelişkiyi görememişlerdir. “Sen yalnız bu dünyayı görürsün, veliler yerin göğün sahibini görürler” ‘A. Geylâni, F. Gayb, 35). Görme ile aynileşme çelişkisi bir tarafa, bu görme işi de problemlidir. Cibril hadisi diye meşhur hadiste ne deniyor: “Gözler O’nu görmez, ama O gözleri görür.” Fakat sûfi, bir yerde durmasını bilmemiştir. “Yer velilerin hürmetine durur. Gökler onların duasıyla açılır… Ölüm, onların kararıyla olur. Bu yetkiyi onlara Mevla vermiştir.” (A. Geylâni, F. Gayb, 36).
İşin üzücü yanı, ya ayetler ve hadisler keyfi ve maksatlarına uygun yorumlanmıştır, ya uydurma hadisler kullanılmıştır. “Celal yüzümden perdeyi aralayacak olsam, gözümün aldığı yerlere kadar olan her şey yanardı.” (A. Geylâni, Sırru’l-Esrar, 19) Kutsi hadis konusunun tartışılması bir yana, manâ Allah anlayışımıza uymamaktadır. Gözümün aldığı yerlere kadar denince, O’nun gözünün almadığı (ulaşmadığı) yerler de mi var, diye düşünmekten kendimizi alamıyoruz.
Ârif ve veli böyle olunca, onun daha küçük örnekleri de artık tasarruf sahibi olarak aracı, vesile olurlar. Artık bu felsefe “hal” ve “eylem”e çevrilmiş, tarikatlara ve uygulamalara yol açılmış, iş müesseseleşmiş, tekkeler, zaviyeler, dergâhlar, cemaatler, şeyhler, müritler ortaya çıkmıştır. Peygambere verilmemiş yetkiler algılatılmıştır. Mürit kendini teslim etmiştir. Onun adına düşünen, bilen biri vardır. Bu zat, yanılmazdır. Yanılmazlığın ötesinde tasarruf sahibidir. İstediği zaman bir dalış yaparak, âlemin düzeninde bir değişiklik yapabilir. Suyun üzerinde yürümek, aynı anda birden fazla yerde olmak, geleceği-olacağı bilmek, şifa dağıtmak v.b. Allah, kanunlarını sanki oyuncak yapmaya izin vermiş gibi. İlahi kanunlarda (ki bunlar tabiat ve toplum kanunları şeklinde de tecelli etmiştir) önüne gelen değişiklik yapmaya muktedir ve yetkili olabilir mi? Tabiatıyla böyle zannedilir, böyle algı üretilir. Dini ve Allah’ı derinden anlayalım ve anlatalım derken, ikinci bir din, paralel din, din içinde din peyda olmuştur. Gerçekte din, onu eğip bükerek kullanılmıştır. Mürit, şeyhinin elinde, ölü yıkayıcının elindeki ölü gibidir. İdeal hal böyle anlatılır. İslam’ın üzerinde ısrarla durduğu akıl, kullanılmadan teslimiyete gidilmiştir. Oysa İslam’daki iman ve teslimiyet, sadece Allah’adır ve akıldan önce değil, akıldan sonradır. Akıldan ayrı değil, akıla bitişiktir.
İslam’ı “akıl dinî” haline soktuğumuz zannedilmemelidir. Yine maddeci veya pozitivist bir anlayış söz konusu değildir. Âlem fiziki bir âlem ve olaylar fizikî olaylardan ibaret değildir. Fizik ötesi, madde üstü âlem ve olaylar da Allah’ın emri (işi) ve tasarrufu cümlesindendir. Burada cereyan edenleri bizler bilmeyebiliriz. Allah’ın iradesi ve sonsuz kudreti, açık sebepler yanında gizli sebepleri (hikmetler) de yürütür. Ancak bizlerin buralara vakıf olması, hele hele tasarrufta bulunup müdahale etmesi, evirip çevirmesi, bize verilen bilgiler çerçevesinde, mümkün görünmüyor. Dedikodular da tecrübe kabul edilemez.
Sûfi yolun ayırt edici özelliklerinden olan “zühd”e gelelim. Vurgulanan şey dünyaya aldanmamaktır. Doğru kullanılırsa dinde bu bir şey ifade eder ama onların kastettiği bundan fazla bir şeydir. Dünya bir pisliğe benzer, ondan kurtulmak için hem gözünü kapa, hem de burnunu. (Bkz. A. Geylâni, F. G., s. 15 v.d.) Zühde kaynak, isteklerdir. Nefis ve irade (istekler) silinmelidir (Budizm’in öğretisine benziyor). Hemen düşünmeye başlıyoruz: Allah bu dünyayı ve nimetleri niye yaratmış. Sırf bir imtihan için mi? İmtihan için bile olsa, bu gerçekler O’ndan gelmiştir. Ayrıca, her şeyi emrimize müsahhar kıldığını kendisi söylüyor. Zannedilmemelidir ki, sûfi düşüncede züht, dünyayla ilgilidir. Ahiret de bundan nasibini almıştır. “Ne dünyayı iste, ne de ahiretin güzelliklerini talep et” “Dünyayı ve ahireti terk et” (A. Geylâni, F. Gayb, 53, 113). Öbür taraftan şöyle denir: “Nimeti az görmek, iyiliği kabul etmemek, sahibine hakarettir.” (A. Geylâni, F. Gayb, 113). Gel de işin içinden çık. “Allah rızası”, “Allah için” ilkeleri doğru değerlendirilmediğinden, yukarı çıktıkça ne dünya ne ahiret nimetleri istenmeye değmez olmuştur.
Ümit ve istekleri silen, dünyanın gereklerini yerine getirmeyecek fertlerden oluşan bir toplum, İslam’ın gerçeği midir? İslam, gerçek ile idealin kesiştiği (uzlaştığı, birleştiği) noktada durduğu halde, bundan uzak bir toplum ve üyeleri, dünyanın gereklerini iyi yapan, aklını, zekâsını, kabiliyetini bu dünya için kullanan, ama inanmayan toplumların ayakları altında sürünmeye mahkûm duruma mı düşmelidir? İslam bunu mu ister? Size karşı olanların silahlarından daha üstünüyle silahlanın diyen İslam değil midir?
Kader yanlış anlaşılmış ve anlatılmıştır. Bir taraftan “nefis bunu istese de istemese de bu yazılanlar olur”, denir, öbür taraftan iki satır sonra “kötü arzularına muhalif ol” denir. (A. Geylâni, F. Gayb, 30-31) “İyiliğin gelmesini, kötülüğün gitmesini isteme! Sana gelecek bir nimet varsa, istesen de istemesen de gelir. Belâ da öyle. Belâ gelirse onu da bir çeşit nimet bil!” (A. Geylâni, F. Gayb, 31). Şimdi bu ne demektir?
Sûfi anlayışta toplum yoktur, halk yoktur. “Halkı kalbinden çıkar”, “Halkı terk et! Halkın yardımını kalbinden çıkar, onlara güvenme. Kudreti, kuvveti Allahtan gör” (A. Geylâni, F. Gayb, 27, 58). Bu anlayış, Allaha imanın, O’ndan başka ilah olmadığının, sadece O’na sığınmanın, O’nun yarattığı her şeye, her gerçeğe karşı doğru kullanılmadığı kanaatindeyiz. Allah’ın istediği de bu değildir. “Allah’ı bilip halkı bırakmak”, “Allah’ı aradığın zaman halkı yok bil” (A. Geylâni, F. Gayb, 146). Halk ve Hak karşıt tutulmuştur. Halk ile nefs eşdeğer kabul edilmiştir. Böylece halk, Haktan uzak, nefsin kötülüğünün kaynağı görülmüştür. “Nefsini kötülüğe atma. Onu kendi isteğine bırakırsan, şaşar, halka bağlanır. Hakkı unutur…” (Geylâni, F. Gayb 119). August Comte’un halk için kullandığı çirkin ifade akıla geliyor. Halk için “gübre üreticileri” demişti. Sûfinin “aşağı nefs” demek istediği insanlardan insan‑ı kâmil nasıl ortaya çıkarılacaktır? Hâlbuki İslam’da toplum o kadar vurgulanmış ve üzerinde önemle durulmuştur ki, bilgi ve örnekler bununla ilgilidir. “Marûf olduğu üzere” (Bakara 236; Nisa 6, 25). Marûf, yani bilinen, yani örf, halka ait olandır. Gelenekler halkta billurlaşır. İslam halkta kültür haline gelmezse, nesilden nesile nasıl aktarılır? Sosyal veraset halkla, yani toplumla mümkündür. Halk bir gerçektir, soyutlama uğruna feda edilemez.
Sûfi düşünce sınırı aşınca bir manevî sarhoşluğa girmiştir. Sarhoşluk tabirini kendileri kullanıyor. Kaside‑i Hamriye’ye (sarhoşluk kasidesine) bakalım:
“Anladım büyükler arasında sarhoşluğumu
Ve sonra bütün kutuplara dedim himmet edin.
Sizler benim erlerimsiniz, yanıma gelin
Sizler oldunuz benim askerim.
Benden artan sarhoşluk şarabını içersiniz.
(Hem himmet edin diyor, hem rütbece onların kendisinden aşağıda olduğunu söylüyor. Sarhoşluk ister madde aracılığı ile olsun, ister bu şekilde aşk ve istiğrak halinde olsun, demek ki mantık aranmamalı. Y.S.)
Makamınız hep yücedir, lakin üstün olurum hepinizden, yüce olurum.
Hak yakınlığında teklik olurum.
Yıllarca bilgi toplamışım, sonra da KUTB olmuşum
(Kendi kendini kutup ilan ediyor. Y.S.)
Bana elbise giydirdi, bana taç giydirdi, ışıklarında kemal yolları açılır.
Geçmişin sırlarını bana O bildirdi.
Şanlı davulum yerde gökte o gün çalındı.
Saadet kapıları benim için o gün açıldı.
Ben bütün kutuplara âmirim, hükmüm onlara geçer.
Ben Hz. Hasan nesliyim işime akıl ermez.
(Sarhoşlukta elbette akıl gider. Onun için sekir / sarhoşluk veren maddeler İslam’da yasaklanmıştır. Y.S.)
Kuvvetim bütün velilerin üstündedir kimse bir şey diyemez.
Allah’ın yarattığı ülkelere bir göz attım,
Hepsi bir oldu, küçüldü, hardal tanesine bakar gibi seyrettim.
Sırrımı ateşe tutsam derhal söner, yok olur, bilinmez bu ne hal.
Sırrımı bir ölüye tutsam hemen kalkar yürür.
Bu Mevla kuvvetidir, ne sezen var, ne bilen
(Kendisinin Mevla olduğunu söylemenin bir şekli. Y.S.)
Sırrımı dağlara götürsem, dağılır, kül olur, sanki pamuk ve tufan
Sırrımı denizlere döksem, o dem hemen biter, tükenir, yok olur.
Aylar, günler, yıllar, asırlar, hepsi biter, yürür, sonunda bana uğrarlar
Her gelen ve gelecekten bana haber verilir.
(Tam Allah olmuşken, dönüp haberi Allahtan aldığını söylüyor. Y.S.)
Bana cidal için gelen yok olur, takati kesilir.
Allah’ın beldeleri bana mülktür, hükmüm altındadır.
Ey beni seven! İstediğini yap. İsmim büyüktür, her yerde beyan eyle.
(Allah’ın adının her yerde zikredilmesi gibi. Y.S:)
Her velinin bir kuvvet kaynağı vardır, ondan alır.
Benim kuvvetim, Büyük Peygamberdendir, kim darılır
(Biraz ayılır gibi oluyor, peygamberi hatırlıyor. İlham kaynağını söylüyor. Kutupların Kutbu, Allahlıktan tekrar dünyaya iniyor. Y.S.)
Derin aşk ve istiğrak, sevgi şarabı, sarhoşluk, vaziyeti kurtarır mı, bunları söyleyeni sorumluluktan muaf tutar mı, bilemiyoruz. Diğer söylediklerine baktığımız zaman, edep talim eden, İslam’ın emir ve yasaklarını hatırlatan, güzel öğütler veren, fakat tutup bir çeşit sarhoş olan, baş dönmesine yakalanan, Abdulkadir Geylâni’nin bu sözlerine baktığımızda, şaşırıp kalırız. Biz bunları anlamıyorsak, birileri anlatmalıdır. Eğer bunları söyleyen, sûfinin O’nda kaybolup yok olduğu Allah ise, o zaman Allah neden aynı anda bir kendisi oluyor, bir aşağıya inip insan oluyor?
Sûfi düşünce, tasavvuf felsefesi, durup dururken, birdenbire doğmamıştı. Her şeyde olduğu gibi burada da sebepler vardı. İnsanların yaratılışlarındaki bir yön, ince eleyip sık dokumaktır. Fikren yükselip, farklılıklar yaratmak insanlara mahsus bir özelliktir. İslam’ı, düşüncenin en ince noktalarına kadar götürmek, sûfi tabiatında olanların bir mesleği haline gelmişse, bunu kınamak doğru olmayabilir. Ama aşırıya gidildiği, sınırların aşıldığı, gerçekten bir çeşit sarhoşluğa düşüldüğü görülmektedir. Eleştirel tespitlerimizin duygusallık olmadığı görüldü. Şimdi sosyolojik sebeplere bakalım. Müslümanlar, hele yeni yeni kültürler işin içine girince, katılaşmış geleneklerle yetinmek istemediler. Üstelik siyaset-din karmaşasından, yöneticilerin zalimliklerinden, fıkıh denilen şeri kurallar nizamının aşırılıklarından ve rahatsız edici, bezdirici, şekle boğucu katılaşmasından bıkmaya başlamışlardı. Yeni bir düşünceye, yeni bir İslam tarzına, daha sonra da bunların ekolleştiği terbiye yeri haline geldiği mekânlara sığındılar. Tarikatlar, tekkeler, zaviyeler, dergâhlar teşekkül etti. Buralara sığınanlar bir felsefe uğruna değil, genellikle kendilerini gerçek imana, sabra, şükre, hamdetmeye, güvene ihsana teslim etmek istiyorlardı. Devlete ait veya özel muktedirlerin, sırmalı ulemanın baskılarından kaçıp, hem irfandan istifade etmek, hem gönül hoşluğu yaşamak istiyorlardı. Bunun için buralara, bu kişilere sığınıyorlardı. İman, ahlak, sabır, şükür, hamt, ittika, Allaha güven, doğru tevekkül, ihsan sahibi olmak, dürüst olmak, felaketlere tahammül, hileden sahtekârlıktan sıyrılmak, nefsi terbiye, sevgi, kin ve nefreti yenme, dünyaya tapmama, bu irfan yuvalarının terbiye ve talim alanıydı, yahut böyle olmalıydı. Oldu mu? Çok az oldu. Olanlar, zamanla bozularak sürüp gitti. Sadece Osmanlı döneminde padişahların, zaman zaman âlimlerden istediği raporlar (layihalar) arasında, “tekkeleri kapatın” tavsiyesi vardı. Müfessir-müftü Vanî Mehmet Efendi bunlardan biriydi. Bilerek bilmeyerek, cehaletten yahut kasıtlı, dini ve itikadı, kötüye kullanmalar gittikçe artmıştı. Şeyhi, ilahlaştıranlar, peygamberi ve sünneti unutup yeni sünnetler ihya etmeler bollaşmıştı. Şeyhin sözü mutlaklaşmıştı. O her şeyi bilir, görür, işitir hale geldi. Rüyasında gördüğü için ve emrettiği üzere çocuğunu kesmek isteyen müritler oldu.
Ahmet Yesevi çizgisi ve benzeri olumlu dinamikler her yerde yoktu. Biz burada yalnız temel düşüncedeki, felsefî kökündeki aşırılıkların, sapmaların birkaç örneğini sunduk. Asıl facia, bu alanın uygulanma tarihidir. İslam bir tarafta kalmış, yeni bir din icat edilmiş gibi oldu. Miskinlik yuvaları hızla çoğaldı. Gerek Osmanlıdaki kapatılma istekleri, gerek Türkiye Cumhuriyetinde tekke ve zaviyelerin kapatılması boşuna olmamıştır.
SONUÇ: Değerlendirme ve Teklifler
Yalnız zamanımıza değil, hiçbir çağa uymayan din anlayışı sürüp gitmiştir. Cımbızla ayıklayabileceğimiz güzel ve örnek safhalar olmuştur ama bunlar ne yazık ki rotayı değiştirmemiştir. Uydurulmuş kutsallar, ilke ve hedeflerin anlaşılmaması, dine karşı din ihdasları, eklemlenmiş din, özü kaybolmuş-kabuk bağlamış bir din, Kur’an’dan uzaklaşmış, dinî ve millî anlayış bunalımı, aklı devre dışı bırakma, asla abartmadığımız genel manzaradır. Akıl kalktığı zaman din nasıl olabilir, hiç düşünülmemiştir.
Eğer imansızlıkla, vicdansızlıkla, ahlaksızlıkla, adaletsizlikle, nemelazımcılık ve eyyamcılıkla, çeşitli suçlarla, manevî olan dertlerle mücadele edeceksek, yüce dinimizi iyi anlamış, doğru değerlendirmiş olmamız lâzımdır. Dini, alay edilen, dudak bükülen, hor görülen bir duruma soktuğumuz bir anlayışla, bu mücadeleyi yapamayız. Suçlar ve din karşıtlıkları azalacak yerde artıverir.
Şu konu üzerinde önemle durmaya mecburuz: Din, bilim ve teknoloji, medeniyet üretmek için gelmemiştir. Bilim, teknoloji ve medeniyet, insanın özellikleriyle, yani zekâsı, aklı, kabiliyetleri ile ilgilidir. Belli seviyeye ulaşan, özelliklerini iyi ve yerinde kullanan insanlar, nerede olursa olsun, bilim, teknoloji ve medeniyet üretirler. Tekerleğin icadına, buhar makinesinin keşfine, dijital aletlere, internetin bilgi deposu olarak hazırlanmasına, din bizi itmemiştir. Bilim, teknoloji ve medeniyet, akıl ve zekânın şu iki şeyde yoğunlaşmasıyla kımıldamaya başlar: Merak ve ihtiyaç. Bu ikili, insan özelliklerini zorlar, yönlendirir. İşte din, akla uygun bir yapıda ise, burada devreye girebilir. Bunlara, nüfus hareketliklerini, coğrafya ve iklimi, kültürü, manevi destekleri, yani bilinci etkileyen faktörleri eklerseniz, medeniyet seviyeleri ve kaliteleri ortaya çıkar. Burada her şeyi dine indirgemek, gerçeğe aykırıdır. Onun için İslam dünyasının veya Hıristiyan ya da Budist dünyanın, medeniyet sahnesindeki durumunu, sırf dinlerine bağlamak doğru olmaz. Nitekim bu toplumların, tarihte büyük medeniyet kurdukları bilinen hususlardır. Ancak, dinler, medeniyeti inşa etmese bile, ona engel olacak veya onu onaylayacak durumda olabilir. İşte işin can alıcı noktası burasıdır. Eğer din, özüne ve gayesine uygun olmayan bir duruma getirilmişse, her şey değişir. Şimdi bizim için söz konusu olan, İslam dünyasını ve özel olarak Türkiye’yi bu yönden değerlendirmektir. Din anlayışı bu hayata, dünyaya, kültüre olumsuz bakıyorsa, dinamizmin gerçekleşmesi kolay olmaz. Din, kültüre de, teknoloji ve medeniyete de bir anlam yükler ve onun aşağıya düşmesini önler ve yukarı çeker. İşte bu durum göz önüne alındığı için, anlam yüklemekten dolayı, ayırt edicilik ve farklılık göz önüne alınarak, İslam medeniyetinden, Hıristiyan medeniyetinden veya Budist medeniyetten söz edebiliyoruz.
Gerçeklerimiz, olan biten, bize kötü işaretler veriyor. Dinden en çok bahsedenler, onun içine, derinine daldığını iddia edenler, miskinlik formülünü bulmuşlardır: “Bir gönülde iki sevda olamaz. Gönül ya Mevla’yı, ya da dünyayı sever. İkilik yok, birlik var. Dünya esaretinden kurtulmalıdır. Oraya ulaşıldığında ikilik kalmaz. Miraç, benliğin yok olmasıdır” gibi yerinde kullanılmayan yüksek manâlar, yanlışlığın maskesi olmuştur.
Allah bizi boş yere yaratmadığı gibi (Yunus 5; Sad 27; Al-i İmran 191), düşünmemizi, bilmemizi, anlamamızı ibret almamızı istediği bu âlemi ve yer yer emrimize verdiği bu dünyayı da boş yere yaratmamıştır. Sınav, bir şeyi inkâr etmek, yok saymakla olmaz. Züht denilen tarz yanlış anlaşılmış, yanlış değerlendirilmiştir.
Allah bizden, düşünerek, aklımızı kullanarak, ibretler alarak, şüpheleri aşarak, bilerek, kendisine inanmamızı ve itaat etmemizi istediği halde şeyh, düşünmeden, hiç şüphe etmeden, kendisine bağlanmamızı ve itaat etmemizi istiyor. Neden? Peygamber bizi ikna ederek, örnekler vererek, hatırlatarak düşündürerek, tanıtarak, kendisini kabul etmemizi, sözlerini dinlememizi istedi ve bizi bu yola soktu. Şeyhin tutumu başka türlü. Ölü gibi olacağız. Ölüye ne duyurabilir, ne bilgi verilebilir. Ölü nasıl terbiye edilebilir?
Sınav, müeyyide, hak, adalet, hürriyet veya esaret kavramları gerçek midirler, yoksa bir kurgunun tasavvur ettirilmesi midir? O’nu idrak etmem için, O’na inanmak için O beni var etmiştir. Tesadüfen veya bir determinizm sonucu oluşmuşsam, ne orijinal kimliğim, ne sorumluluğum yok demektir. Hidrojen, oksijen, yaprak veya bir kertenkele kimliğinden öte bir kimliğim yok, bir sorumluluğum olamaz, demektir. Oysa gerçek bu değildir. O halde anlarken, yaparken, yaşarken ve eğitilip-eğitirken bu orijinal kimliğe göre hareket edilmelidir. Dinden imandan bahsedip de onu ölü noktaya getirmek yahut dinden imandan bahsedip insanı afyon yutmuş hale getirmek ile dinden hiç bahsetmemek arasında fark yoktur.
Din gerçek değilse hiçbir şey gerçek değildir. Olsa olsa her şey bir masal olur. Geliriz, bir müddet (kimi bir gün, kimi bin gün) yaşarız gideriz. Başı yokluk sonu yokluk. Sonsuza göre bir, sıfır demektir. Eğer sonsuz Mutlak bir varlıktan gelip yine O’nun yarattığı gerçekleri yaşayıp, sonra O’na dönmüyorsak, gerçek değiliz demektir. Din bize gerçek olduğumuzu söylüyor. O halde din anlayışımızda bu gerçeği anlamalı, ona göre davranmalıyız.
“İman “ ile “güven” özdeşleşmiş manâlardır. Yanlış din anlayışları insanları ya sahte bir güven içine sokmuş yahut güvensiz kılmıştır. Güven çok önemlidir. Güven, yani iman önce din ile başlar. Toplum hayatımızın her kademesinde devam eder. Eğer görevliye, yöneticiye, aydına güvenilmiyorsa, bu kişilerin yanlışları ayyuka çıkmışsa, insan mutsuzluğa doğru sürükleniyor demektir. Bunlara karşı çıkmak gerekir. Hatta şunu söyleyebiliriz. Bu kişiler doğru kararlar alsa bile, güvenilmedikleri için karşı çıkılabilmektedir. Bu bir psikolojidir. Din güvenilmez hale getirilmişse, alay edilir hale getirilmişse, bilgisizlik ve anlayışsızlık yanında yeşeren güven verilemeyiş rol oynamaktadır.
Müslümanlar “sosyal devleti” akıllarına pek getirmemişlerdir. Vahiy bu istikamette işaretler taşıdığı, tebliğ ve ilk uygulamalar bu yönde olduğu halde, Müslümanlar devlet deyince bir fetih aygıtı, suçluyu cezalandıran bir vasıta olarak anlamışlardır. Bundan fazlası bir kısmının işine de gelmemiştir. Fertten ferde işlemlerini aşamamışlar, Müslümanlığı ferdiyetçiliğe mahkûm etmişlerdir. Fert önemlidir ama İslamiyet onu topluluktan, toplumdan ve devletten soyutlamamıştır. Sosyoloji Max Scheler’in ağzından şöyle der: Bir tek Hıristiyan, Hıristiyan değildir. Biz de aynı şeyi söyleriz: Bir tek Müslüman Müslüman değildir. Müslümanlar, sosyal devlet meselesinde olduğu gibi, milletin, millî kimliğin de farkında olmamışlardır. Böyle olduğu için devleti de buna göre düşünmüşlerdir. Yine böyle olduğu için devleti devlet gibi yapmayı pek başaramamışlardır.
Bizim tenkit ettiğimiz, eksik bulduğumuz, çok üstün silahlarımız olmaması değil, teknolojinin en üstününün bizde bulunmaması veya çok zengin olmayışımız da değil, elbette bunların da olması arzu edilse de bizde olmaması gerekenlerin bizde bulunması, olması gerekenlerin olmaması, layık olduğumuz yerde bulunmayışımız, tarihin, dinimizin, kimliğimizin, ahlakın istediği, gerektirdiği müesseselere sahip olamayışımız, bilim alanında yaya kalışımız, işte tenkit ettiğimiz ve hepimizi üzen husus budur. Meselâ Türkiye için buyurun: Küflenmiş peyniri jel ile harmanlayıp taze kaşar diye satıyorlar. Kiremit tozunu kırmızıbibere karıştırıyorlar. İşyerleri, imalathaneler pislikten geçilmiyor. Baklavaya-Antep fıstığı yerine bezelye koyuyorlar. Salama kemik unu katıyorlar. Tereyağına patates karıştırılıyor. Kakao yerine keçiboynuzu. Gıdalara katılan kimyasalların haddi hesabı yok. Zeytinyağına kanola karıştırılıyor. Glikoz, renklendirici ve bal esansı ile yapılan bal. Kaçak çay domuz kanıyla renklendiriliyor. 45 günde tavuk üretimi. Yemekten topluca zehirlenen binlerce asker. Daha niceleri. Buyurun: Türkiye’de; buğday, arpa, saman, nohut, kuru fasulye, kırmızıbiber, bezelye, kuru soğan, pamuk, soya, pirinç, bakla, yeşil mercimek, ceviz, çay, elma, havuç, sarımsak, karpuz, kavun, kereviz, canlı hayvan, et, ithal ediliyor. Bunun karşılığında sanayileştik mi? Hayır.
Şikâyetlerimizin bir yönüyle de olsa din anlayışı ile ilgisi yoksa, dinin hiçbir şeyle ilgisi yok demektir. Şikâyet ve problem örneklerini verdiğimiz böyle bir ülkede, dindarlığın, kendini ve başkasını kandırmaktan başka hiçbir anlamı yoktur.
Dertlerin, şikâyetlerin tedavi kapısına yönelmelidir. İbret alma ve tedavi doğru yapılmalı, tercihler iyi değerlendirilmelidir.
Türk Milleti, İslam için tarihî ve sosyolojik büyük bir kazanım oldu. Türkiye Cumhuriyeti Devleti de İslam dünyası için eşsiz bir kazanımdır. Bunun değerini bilmeyenler çok büyük bir nankörlük içindedirler. Yüz yıla varmayan bir dönem içinde yapılan dinî yayın sayısı, altı yüz yılı Osmanlı olmak üzere bin yıllık süre içinde yapılan dinî yayın sayısına oranla yüzlerce kat fazladır. Hem de bilimsel olanları fazla olmak üzere.
Türkiye Cumhuriyeti ile neler oldu:
– Bin yıl unutulan Türk kimliği döndü. Yetimhanede anasız-babasız imiş gibi büyütülen, başka isimle anılan biri gibi olmaktan kurtuldu, ana-baba ve kimliğine kavuştu.
– Millî devlet kurulmuş oldu.
– Milletin dinî, ahlakî, estetik, kısaca kültürel değerlerine fertler hür birer vatandaş olarak katıldı. Bazı arızaları, ihmal ve yanlışlıkları büyüterek meseleye parça parça bakmanın anlamı yoktur.
– Müesseseler çağa uydu, yenilikler yapıldı. Bazılarının nankörlük-hainlik-düşmanlık hislerine alet ettikleri ve abarttıkları; ama bir kısmına işlerine gelmediği için yanaşmadıkları arızaları biz söyleyelim:
– Yeniliklerde gayeye ve işin özüne yakışmayan sapmalar oldu. Yabancılaşma kapıları zaman zaman zorlandı.
– Aydın-halk ikiliğinin giderilmesinde epey mesafe alınmakla birlikte bu ikilik tam olarak giderilemedi. Hiç değilse bu ikilik, sırf bilim ve akademik hayat adına olsaydı.
– Eğitim yoğunlaştı ama Enderûnîleşme tam olarak kalkmadı.
– Arızaların etkisinde, bazen kozmopolitlik temayülü arttı. 1938-1949 arasındaki dönemde, Grek-Latin hümanizmi hevesi başlamıştı. “Köye hümanist zihniyetle girilmeli, tiyatrolar kurarak, Milo Venüs, Temiz Yüzlü Yunanlı çocuk, kanatlı samatrakos, Homeros yüzlü Veyseller yetiştirilmelidir” projelerini eğitime sokmaya çalıştılar (Bkz. Yümni Sezen, Hümanizm ve Türkiye, s. 294-304). Bu arızalar sırıttı, ama uzun sürmedi. Eğer hümanizmi, insanı tanrı yerine koyan bir felsefe olarak değil de, kelime manasına bakmaksızın galat da olsa insanlık (hümanite) olarak alacaksak, Grek-Latin’in aydınlanma felsefesinin şımarttığı bu anlayış yerine, İslam hümanizmi neden çözüm olmasın. Fakat yanlış din anlayışı bizi bundan mahrum etti.
– Türkiye Cumhuriyeti döneminde, raporumuzun ana konusu olan din anlayışında, istenilen mesafe alınamadı. Bilinçlenme ve sorgulama oldukça arttı ama olumsuz birikim ve kemikleşme o kadar çoktu ki, bunlar henüz kırılamadı.
Bir aradan sonra, 1949’dan beri İlahiyat Fakülteleri, Yüksek İslam Enstitüleri, İmam-Hatip okulları var. Sayıları, ihtiyacın bile üzerindedir. Fakat cemaatlerin, tarikatların tekeli, halk nezdinde bunları ikinci plana itmiştir. Hâlâ televizyonlarda din adına rezillikler devam ediyor. F. Gülen cemaatinin din adına bir ülkeye ne felaketler yaşatabileceği görüldü. Hem İslam’a, hem millete-devlete ihaneti unutulmayacaktır. Ancak burada başka bir tehlike söz konusu olabilir ve olmuştur. Din anlayışındaki hastalıkların devası, dinden uzaklaşmak veya dinsizlik değildir. Din, Bergson’un tabiriyle markası silinmiş bir madalyon gibi olmamalıdır. Meselâ deizm bir çözüm değildir. Deizm, sadece Allah’a (Küllî Kudrete) inandığını söyleyip dinin sorumluluğundan, müeyyidelerinden, gelecek hayata ait hatırlatmalardan uzak bir felsefedir. Bağımsız bir felsefecinin deizmle ilgilenmesi, ona inanması, onu methetmesi normal ve olağan bir şeydir. Fakat İslam gibi bir din ile irtibatlandırılması normal değildir. Kur’an’dan deizm çıkmaz. Çıkarmaya kalkmak zorlamadır. Deizm, hayatın içine dâhil ve müdahil değildir. Maddeci felsefeye bir karşıtlık oluşturabilir, o kadar. Şu önümdeki masa, kendi kendine olmamıştır, mutlaka bir yapıcısı vardır, demekten ibaret olan deizm, maddeciliğin “kendi kendine olma” anlayışına karşı bir felsefedir. Tevhit dininde sadece var olan değil, daha doğrusu sadece bir şeyin kendi kendine olamayacağı kanaatinden ibaret değil, tanınmasını talep eden, her şeyden haberdar olan, irademizi kullanmamızı isteyen, hesap soran, emir veren, af ve merhamet eden, yargılayan bir Allah vardır.
Şuna da dikkat etmek gerekir: Kaba, anlayışı kıt, şekilperest, bilgisiz, İslam’ın özünü, gayesini anlamayan, kanaatlerine uymayan herkesi dinsiz gören halk kesimlerine kızıp, onlara savaş açıp, İslam’ı başka bir ucun ötesine geçirmek, sorunları çözmez. İnandığını bildiğimiz halka, yanlışlarından dolayı savaş açmak, onlara doğrusunu öğretmemizi imkânsız kılar. Bu işin yolu yordamı vardır.
Türkiye Cumhuriyetinde tamamen ortadan kalkmayan arızalar listesine devam edelim.
– Din-siyaset ilişkisindeki zoraki nikâh, bozulamadı. Sadece İslamcılık (İslamizm) şeklinde bir modernlik kazandı. İslam’ın hayatla, düşünceyle ilgili her şeye ait ilke ve hedefleri olduğu için siyaset ve yönetimle de ilgili öğütleri vardır. Fakat dinin siyasileşmesine ve siyasetin dinîleşmesine izin vermez. Türkiye’de, geçmişten gelen bu yara, hem İslam’a, hem millete ve devlete zarar vermekten başka işe yaramadı.
Devlet, nasıl ki hürriyetlerin birbirine zarar vermesini önleme sorumluluğunu taşıyorsa, dinî hayatta da aynı sorumluluk içindedir. İnananların da inanmayanların da, şu dinin veya bu dinin mensubunun da devleti olduğuna göre, adalet ilkesi mucibince hareket edecektir. İstek ve gereklerin yerine getirilmesini sağlayacaktır. Batı dünyası buna “laiklik” adı altında bir çözüm bulmaya çalışmıştır. Ne olup ne olmadığı bilinçli şekilde anlaşılmak ve uygulanmak şartıyla, bu siyasî-hukukî ilkeye uyulabilir. Bu, İslam’a da uygundur. Çünkü dinde zorlama yoktur (Bakara 254). Laiklikle ilgili ayrı bir rapor hazırlanabilir. Ancak şunu hemen belirtmelidir ki, laiklik başlı başına bir değer sistemi, tek başına sosyolojik bir gerçeklik değildir. Din varsa laiklik var olabilir. Faraza toplumda din yoksa, laiklik denen bir kavramdan ve uygulamadan söz etmek mümkün değildir. Din istismarından kurtulmaktan söz ederken, laikliğin istismarı durumuna düşülmemelidir.
Tekliflerimiz, satır aralarında kendini belli etmiş olmakla beraber, topluca şunlar olabilir:
– Dinin doğru anlaşılmasının eğitimi-öğretimi yapılmalı, yanlışlar delilleriyle ikna edici şekilde aydınlığa kavuşturulmalıdır. Türkiye bunun için iyi yetişmiş yeteri kadar uzmana sahiptir. Yeter ki bu iş siyasetin ikbal ve menfaat çarkının istismarına kurban edilmesin.
– Din, devletin dışındaki odakların bilgisine, eğitimine ve etkisine bırakılmamalıdır. Din için en büyük tehlike, günümüzün orijinal tabiriyle “merdivenaltı”dır.
– Akademik alanla uygulama alanı, bunlar için yetiştirilecek uzmanlar başta, belli oranda birbirinden ayrılmalıdır. İmam-Hatip okulları (adları değiştirilebilir) ve bunların devamı niteliğinde olan Yüksek İslam Enstitüleri (veya benzer bir adla) uygulama, hizmet alanlarına yönelik olarak yeniden düzenlenmeli, İlahiyat Fakülteleri, akademik hayata ve İslamî bilim ve düşünce alanına, araştırmaya tahsis edilmelidir. Buradan yetişecek uzmanlar, İslam başta olmak üzere, din, ilahiyat alanında, ilgili bütün din bilimlerinde felsefe ve sosyal bilimlerde, tarihî ve günümüze ait inceleme ve araştırmalarını sürdürmeli, fikrî ve bilimsel üretimi üstlenmelidirler. Elbette bu iş, üniversite dışına da açık olmalıdır.
– Sûfi düşünce ve tasavvuf felsefesi, İslam’ın temel bilgileri ve zihnî-ruhî çerçevesi ile ciddi ve titiz bir mukayeseye ve kontrole tâbi tutularak, fonksiyonel durumu, İslam’ın istediği gerçeklerle test edilmelidir. Akıl, bu dünyaya geri çağrılmalıdır. Şahıs ilahlığına ve İslam’ın isteği dışındaki teslimiyete yol açan ve açabilecek olan telkin ve davranışlara dikkat edilmelidir. Yasaklanmış da olsa, dinî-sosyal hayattan çekilmemiş olduğunu bildiğimiz tekke ve zaviye vb.lerin, tarihî ve mevcut durumu tetkik edilmeli, olumlu, olumsuz yönleri aydınlatılmalıdır.
Söylediklerimiz bugüne kadar hiç söylenmemiş ve gerekenler hiç yapılmamış değildir. Fakat yeterli ve istenilen seviyede olmamış olduğu bellidir. Bir kısmı, kendi fikir dünyaları içinde mahsur ve mahkûm kalmış gibidir. İslamiyet’in siyaset, sermaye ve iktisadi menfaat dünyalarının bir vasıtası ve hatta bir oyuncağı haline geldiğini artık görülmelidir. Televizyon kanallarında pek çok misalden biri olarak, Yemen Zırhı adıyla bir muska-madalyonun satışı için İslam dininin kutsallarının nasıl kullanıldığı, dinin bir ticari cisme nasıl monte edildiğini görmemiz yeterli olacaktır. Bugün kapitalizmin ruhu nasıl reklamlara sızmışsa, din anlayışımız da Yemen zırhı muskası örneğinin ve benzerlerinin reklamlarına sızmıştır.
KAYNAKLAR
Kur’an-ı Kerim
Kur’an-ı Kerim Mealleri
Muhammed b. İsmail el-Buharî, el-Edebu’l-müfred, Beyrut 1989.
……….. , Mehmet Vehbi Efendi’nin Sahih-i Buhari Tercümesi, İstanbul 1966.
Müslim, Sahih-i Müslim ve Tercümesi, Mehmet Sofuoğlu 1-8, İstanbul 1972.
Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi 2. (çev. Salih Tuğ), İstanbul 1990.
Sünen-i Tirmizi Tercümesi (çev. Osman Zeki Mollamehmetoğlu), I-VI, İstanbul, tsz.
Ahmet Ekrem (çeviri) 1932, General Sherrill, Atatürk Nezdinde Bir elçilik, 1935.
Ziya Gökalp, Peyman Gazetesi, Diyarbakır, Eylül 1909.
Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul 1978.
Muhyiddin İbn Arabi, Lübbu’l-lüb (Özün Özü), çev. İ. Hakkı Bursevî.
Abdulkadir Geylâni, Fütuhu’l-Gayb, çev. Abdulkadir Akçiçek, İstanbul 1971.
……….. , Sırru’l-Esrar, çev. Abdülkadir Akçiçek, İstanbul 1964.
Yümni Sezen, Hümanizm ve Türkiye, İstanbul 2005.
1 Yorum