Yükleniyor...
20. yüzyılın bir hayli çalkantılı evreleri, en nihayetinde, dünyayı liberal ve açık toplum anlayışı ile kıskacına aldı. Yüz yıllarca süren özgürlük mücadeleleri kendini yeniden bir avuç elitin totaliter anlayışa dayanan politikalarla güttüğü rejimlere mahkum etti. Toplumları anlamak için çıkmış kavramlar artık aykırı düşünenleri yaftalamak adına kullanılır oldu.
Doğu kampında, özellikle son dönemde, liberal anlayıştan kopuş giderek daha güçlü milliyetçi bir ideolojinin kemikleşmesine sebep olduğu gözlemlenmekte. Bu milliyetçi öze dönüş, her ülkenin kendi kuruluş ilkelerinde yatan muhafazakarlık anlayışı ile direkt olarak bağlantılıdır. Özetle, bir ulus devletin kuruluş ilkelerinde ne yatıyorsa şu andaki muhafazakar dönüş bu ilkelerin yeniden tesis edilmesinden geçmekte.
Batı’nın, son yüzyıldaki faşist köklerinden ötürü, milliyetçiliğe dönüş aşırı sağ veya radikal akımlar olarak nitelendirilmekte. Halbuki radikal akımlar bundan birkaç yıl öncesine kadar Batı değerlerine aykırı görüşleri sınıflandırmakta kullanılıyordu. Gerçek birer ulus devlet anlayışı içerisinde bağımsızlığını kazanmaya çalışan Batı, bugün, köklerine dönme çabalarını uç politik ideolojiler sınıfında kategorize ederek özüne ihanet içerisindedir.
Batı’da artan post liberal evre muhafazakar, yani öncesine ait ve norm olan, düşünce yapısına giderek düşmanlaşırken Doğu kutbu yeniden milliyetçiliğin önemini keşfediyor.
Türkiye bu iki anlayış arasında sıkışmış durumda. Bunun başlıca sebebi, Türkiye’nin eksen kaymasının hem liberal hem de muhafazakar aks üzerinde olmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti içerisinde muhafazakar bir ideolojiden bahsetmek ancak ve ancak kuruluş değerleri, Atatürk ilke ve inkılapları, ile mümkündür. Halbuki bizler muhafazakarlığı tek bir söylem üzerinden irdeleyip, Türk-İslam sentezi üzerinden dinci mağduriyet çıkarımı yapıyoruz.
Batı ülkeleri ve Türkiye için tek tip torna mamülü bilimsel kavramlar kullanılması, ülkemiz akademiyası ve entelejansiyasına hep hatalı eserler kaleme aldırmış; özgün düşünce yapısının bulanıklaşmasına sebebiyet vermiştir.
Dünya düzeninin yeni bir değişime girdiği açık şekilde gözler önündedir. Tek kutba inmiş güç dengesinin karşısına yeni birçok güç çıkmış ve süreç içerisinde varlıklarını ortaya koymuşlardır. 21. yüzyıl, bir yandan gücünü tam olarak oturtamayacak güçlerin mücadelesi ile devam edecekken, diğer yandan da uluslar arası ölçekte bir ideoloji bunalımı yaşayacaktır. Uzun bir süre ne güçler ne de ideolojiler tam anlamıyla realpolitikalara yerleşemeyecektir. Bunun başlıca sebeplerinden bir tanesi de özgürlük kavramının giderek değişmeye başlaması ve artık özgürlük anlayışının baskıcı bir unsura evrilmesidir. Jean-Jacques Rousseau’nun “Özgürlük, istenilmeyenin yapılmamasıdır” anlayışı artık Batı için neredeyse unutulan bir olgudur. Belli zümrelerin emirleri doğrultusunda özgürlük artık sadece onların istedikleri ile kısıtlanmış olup, özgür olmak yalnızca onların müsaade ettiklerini yapmaktan geçmektedir.
Böylelikle liberal düşünce yerini post-liberal döneme, post-liberal dönem de yerini yeniden totaliter anlayışa bırakmıştır.
Bu yol ayrımında ulus devlete dönüş hayati bir önem teşkil etmektedir. Bu yadsınamaz bir gerçek olarak realpolitik sahnesinde yerini almıştır. Zorla yaratılmaya çalışılan heterojen demografiler birçok büyük devletin tüm geçmişini ortadan ilelebet kaldıracak tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Buradaki tüm sorun salt olarak demografik yapıların bozulması da değildir. Bu sadece sürecin hızlanmasına yardımcı olacak bir etmendir. Unutturulmaya çalışılan bütün kolektif değerler aslında insanlığın bir ileri adıma geçmesini engelleyecek kadar tehlikeli ve derindir.
Kavramların yanlış şekilde kullanılması veya durmaksızın yeni anlamlar yüklenerek değiştirilmesi sosyal bilimlere büyük bir tehlike yaratmaktadır. Pozitif bilimlerde kavramlar mutlak sınırlar içerisinde yasaları belirtirken, sosyal bilimlerde kavramların değişkenliği ve farklı kullanımları toplumu analiz etme hususunda sorunlar yaratmaktadır. Bundan daha yüz yıl öncesinde ulus devlet ve bağımsızlık için mücadele eden ülkeler bugün ulus devletin ve bağımsız yapılanmaların yeni dünya düzenine karşı olduğunu savunarak radikalleştirmektedirler. Ulusun refahı için kralları idama gönderen toplumlar, kendilerini çok daha ağır totaliter rejimlere gönüllü olarak teslim etmektedirler. Bütün bu sahte özgürlük pusundan kurtulan uluslar ise özgürlüklerinin ulus devletlere bağlı olduğunu keşfetmekte ve misliyle mücadele etmektedirler. Yüzlerce yıl süren özgürlük mücadelelerinin bu denli iştahlı bir şekilde teslim edilmesi bu mücadelelerin tüm haklılığına ket vurmaktadır. Yapılan bunca kanlı ve sancılı reformlar sonrasında dönüp dolaşıp özgürlüklerin bir avuç elitin eline teslim edilmesi insanın özüne ve evrimindeki sürece aykırıdır.
İdeolojik yol ayrımı giderek belirginleşirken, Türkiye Cumhuriyeti Devleti yöneticileri sahip olduklarımızdan git gide uzaklaşma çabası içerisindedir. Ulus devlet yapısına açılan savaşın neferleri ve milli benlikten uzak söz sahipleri, bizleri yok oluşa sürüklemek adına büyük gayretler sarf etmektedirler. Bu yol ayrımında, kazanacak tarafın parçalanmış yapılara dayalı bir yönetim olmayacağı kesindir. Bu sebeple rejim değişikliğindeki ısrarın iyi niyetli olmadığı; hükümetin ve muhalefetin ağız birliği ile bu mücadeleyi beraber yürüttüğü aşikardır.
Zamanında yükselmiş modern Batı değerleri kendini bile isteyerek tasfiye etmiş ve medeniyetinin adeta sonunu getirecek kararlara imza atmıştır. Buna rağmen birçok kişi ulus devletin önemini geç de olsa anlamış, korumak adına mücadeleye girişmiştir. Öte yandan, Türkiye Cumhuriyeti zorlu bir süreçte olsa dahi uygarlığını daha yitirmemiş ve yitirmemek adına sergileyeceği çabayı her gün ispat edecek girişimlerde bulunmaktadır.
Mevcut yaşanan bu ideolojik yol ayrımının sonucu 21. yüzyılın kalanında sahnede yerini alacak başat aktörleri belirleyecektir. Bu aktörlerin hiçbiri de hamaset politikalarından ya da kuru gürültüden doğmayacaktır.
Çok kutuplu düzen içerisinde Türkiye için mevcut yol ayrımlarında vereceği karar hayati önem taşımaktadır. Ne denli 20. yüzyıl içerisinde tam anlamıyla kemikleşmeye çabalayan üniter devlet yapısı daha yeni yüzyıla geçemeden bitirilmeye çalışılmış olsa da 21. yüzyıl içerisinde değişimle beraber ortaya çıkan yeni düzen ihtiyacı, geleceğin üniter devletler tarafından belirleneceğini aleni şekilde göstermiştir. Bu ideolojik yol ayrımı içerisinde üniter ve ulus devlet yapılanmalarına sırt çevirinler bırakın yeni sahnede aktör olmayı, başta kendi bölgelerinde sonrasında da kendi içlerinde yok olmaya mahkumdurlar. Yeni sahnenin güç dengeleri ancak ve ancak kendi içinde de gücünü üniter bir yapıda oluşturabilmiş iradeler tarafından belirlenecektir.