Yükleniyor...
İran’da Ak Devrim (Şah ve Millet Devrimi, 1962-1978) reformları Pehlevi monarşisinin ömrünü uzatmasına rağmen sürekliliğini sağlayamadı. Reformlar, İran’ın modernleşmesi bakımından önemli bir aşama oldu, fakat kendisiyle birlikte yeni çelişkiler yarattı. 1973 yılından sonra İran’ın petrol ihracatından elde etmiş olduğu gelirlerin kat kat artmasına rağmen, bu gelirler siyasi ve ekonomik istikrara değil çelişkilerin derinleşmesine hizmet etmiştir.
Petrol gelirlerinin artması iktidarın vaatlerinin birkaç kez artmasına, aynı zamanda monarşinin gerçeklik hissini kaybetmesine neden oldu, diğer taraftan, üst ve alt sosyal kesimler arasındaki uçurumu derinleştirdi ve yıllar boyunca vaat edilen ‘parlak geleceğe’, halkın güveninin defalarca aşınmasına yol açtı. İran’a petrolden elde edilen büyük ölçüde dolarların girmesi ile beraber, yolsuzluğun seviyesi de görülmemiş boyutlara ulaştı. İran’da çelişkiler 1970’lerin ortasından itibaren hızla derinleşti. Ancak, ülkeyi tehdit eden derin krizin belirtileri zor sezilmekteydi. İran çalkalanan Orta Doğu bölgesinin dev adımlarla ilerleyen ülkesi imajına sahipti. 1977 yılı sonunda resmî ziyaret için Tahran’da bulunan ABD Başkanı Jimmy Carter dostu Muhammet Rıza’yı ve ülkesini överek: ‘İran, Şahın doğrudan yönetimi ile dünyanın en sıcak bölgelerinden birinde istikrar adasına dönüşmüştür… Dünyada minnet ve kişisel sempati duygusuyla yaklaştığım diğer bir devlet adamı bulunmamaktadır.’ sözleriyle hitap etmişti.[i]
Kısa bir süre sonra 2500 yıllık devlet tarihine sahip olduğunu iddia eden monarşinin sonu gelecekti. Bozulan dengenin artmasında iki önemli etkenin olduğu belirtilmektedir. Bunlardan birisi, enflasyonun yükselmesini ve pahalılığı Şah rejiminin önleyememesiydi. Sadece 1977 yılında enflasyon %30-35 oranındaydı[ii]. Fiyatların yükselmesini önlemek amacıyla reformlar programına yeni bir madde -fiyatları sabitleme ve pahalılığa karşı mücadele- eklendi. Pahalılığa karşı mücadele kampanyasının başlarında bazı büyük sanayiciler cezalandırıldı ve akabinde orta ve küçük sanayicilere karşı toplu baskılar başlatıldı. On binlerce küçük işletme sahipleri para cezasına çarptırıldı, binlercesi hapsedildi. Bu kampanyanın sürdürülmesinde siyasi polis teşkilatı Savak dışında, hâkimiyetin çağrısı üzerine on binden fazla öğrenci katıldı. Küçük işletme sahipleri bunu Ak Devrimin, Kanlı Devrime dönüşmesi gibi değerlendirdi.[iii]
Devrimin şartlarını hızlandıran ikinci etken olarak, Muhammet Rıza’nın kısa zaman zarfında siyasi hayatta yumuşamaya başlamasını kaydedebiliriz. Henüz kendisine ve hükümetine sarsılmaz güvenle yaklaşan Şah, Batılı müttefiklerinin, özellikle Washington’un ısrarı ile uluslararası teşkilatların taleplerine cevap olarak bazı konularda taviz vermeyi kabullendi. 1977 yılının Şubat ayında 357 siyasi tutuklu serbest bırakıldı; iktidardaki Rastahiz [Kalkınma] Partisi özgür tartışmalar ve yapıcı eleştirilerden memnuniyetini dile getirdi; yazar Cavadi, Şah’a yazmış olduğu keskin eleştiri içerikli mektubundan dolayı cezalandırılmadı; aydınların, ifşa edici açık mektupları peş peşe basında yer aldı; yazar, hukukçu ve doktorlardan oluşan aydın gruplar Şah’a gönderdikleri mektuplarında mevcut durumdan hoşnut olmadıklarını ifade ettiler; 13 yıl Şah’a canla başla hizmet eden Hüveyda’nın yerine iktidar partisinde ‘ilerici liberal’ kimliği ile tanınan Cemşid Amuzegar başbakanlığa getirildi; yeni Başbakan ekonominin ‘aşırı ısınmasına’ neden olan pahalı projeleri derhal durdurdu ve adalet-mahkeme sistemindeki kuralları yumuşattı; önceleri kapatılmış olan aydınlar (yazarlar, hukukçular gibi…) birlikleri tekrar faaliyete geçti ya da yenileri kuruldu.[iv] Muhammet Rıza ve yabancı müttefiklerin beklentilerinin aksine, diktatör rejimin kısa süre için liberalleşmesi mevcut hâkimiyete dışarıda ve içeride karşı tutumun değişmesine değil, eli kanlı rejime muhalif olan güçleri mücadeleyi genişletmeye sevk etti. On yıllar boyunca Pehlevi iktidarına karşı birikmiş öfke patlak verdi.
İran’da 1978-79 yıllarındaki devrim süreci ile ilgili olarak ülke içinde ve dışında araştırmalar yapılmış, devrimin her dönemi hakkında detaylı bilgi ve analizler sunulmuştur. İslam devriminde Türklüğün ve Güney Azerbaycan’ın katılımı konusuna az da olsa açıklık getirilmiştir.[v] Konumuz gereği burada birkaç somut olaya, Türklüğün ve Azerbaycan’ın devrime katkısının özelliklerine kısaca değinmekte fayda görüyoruz.
Kendi millî özelliklerine uygun olarak Türkler bu devrimde de aktif yer aldı. 1978 yılının 9 Ocak tarihinde Kum kentinde Şah rejiminin baskılarına, Anayasaya uyulmadığına itiraz eden protestocularla polis arasında çıkan çatışmalarda onlarca insan öldü, yüzlerce yaralananlar oldu. Bu olayda vefat edenlerin kırkıncı günü -18 Şubat’ta (Behmen ayının 29’nda) Tebriz halkı sokaklara çıkarak hâkimiyet aleyhine sloganlar atmaya başladılar. Protestoculara karşı yerel polis ateş açmaktan imtina edince, kente dışarıdan askeri birlikler gönderildi. Bu duruma öfkelenen kent halkı Şah ve rejim taraftarlarına ait dükkânlara, bankalara, sinemalara ve devlet kurumlarına saldırdı. Televizyon vericileri devre dışı bırakıldı. Ölenlerin sayısının fazla olmasına rağmen itirazlar ertesi gün de devam etti. Askeri birliklerle çatışmalar sonucunda binlerce protestocu hayatını kaybetti ya da yaralandı. Başlıca sloganlar ‘Biz bu Şah’ı istemirux [istemiyoruz], vesselâm!’, ‘El gücü, sel gücü!’ idi. Tebriz’deki isyanlar sırasında ilk defa olarak ‘Şah’a ölüm!’ sloganları atıldı.[vi] Devrim süresince Azerbaycan’ın diğer kentlerinde de defalarca itiraz yürüyüşleri ve polis güçleri ile çatışmalar yaşandı. Azerbaycan dışında, Türklerin toplu halde yaşadığı Tahran, Kum gibi kentlerde de onlar devrim sürecine aktif bir şekilde katılmaktaydı. Devrim yönetiminde çok sayıda tanınmış Türk bulunmaktaydı: Büyük Ayetullah Kazım Şeriatmedari, geçici hükümet başkanı Mehdi Bazergan, Ayetullah Abdulkerim Musevi-Erdebili, Petrol Şirketi’nin yeni başkanı Hasan Nezih, Deniz Kuvvetleri komutanı ve Huzistan valisi Amiral Ahmet Medeni, Ayetullah Hoyi, Ayetullah Halhali, Ayetullah Meşkini vb. Solcu partilerin yönetiminde de çok sayıda Türk bulunmaktaydı. Bazı kaynaklara göre, devrim süresinde, 25 bini Türk üzere 50-60 bin kişi hayatını kaybetmişti.
Sloganların ana dilde, Türkçe dile getirilmesine rağmen devrim süresince Türklük çok özel millî sloganlar öne süremedi. Bu, öncelikle Şah rejimine karşı mücadelede zafer elde edilmesi için birliğin ön şart olduğu konusunda devrim yönetiminin başvurularına Türklüğün olumlu yaklaşımı olarak izah edilebilir. Ayrıca, devrim yöneticileri hakkı çiğnenmiş halkların Şah rejimi döneminde millî zulme maruz kaldıklarını tekrar tekrar hatırlatarak, onlara özgürlük vaat ediyordu. Daha Paris’te iken Ayetullah Humeyni, mazlum halkların İran toplumunda hakları konusuna değinerek, onlara kendi kaderini tayin hakkı verileceğini açıklamıştı.[vii]
Devrim süresince yönetimi adım-adım ele geçirmekte olan ruhaniyet içinde millî meselenin çözümünün önemini algılayanlar hiç de az değildi. Örneğin, İslam Cumhuriyeti Partisi’nin kurucularından biri olan (sonrasında İran Yüksek Mahkeme Başkanı) Ayetullah Abdülkerim Musevi-Erdebili 1979 yılı mart ayında basın mensupları ile yaptığı görüşmede mazlum halklara ‘kendi kültürlerini koruma ve geliştirme’ imkânını sağlayabilecek özerkliğin verilmesinin zorunlu olduğunu ifade ediyordu. Bunun yanı sıra, onun görüşüne göre, ‘bölgelerde ordu oluşturulması ayrılıkçılığa neden olacak ve İran’ın bağımsızlığına zarar vere bilecekti.’[viii] Bu dönem basında millî meselenin nihayet çözüme kavuşacağı yönünde umut veren böylesi beyanlara ruhanilerin, ayrıca Geçici Devrim Hükümeti temsilcilerinin konuşmalarında da rastlamak mümkündü.
1979 yılının Nisan ayında basın mensuplarının, devletin özerklik meselesi konusunda düşüncelerini resmî ve kesin bir şekilde açıklamamasının nedeninin ne olduğu sorusunu, Geçici Hükümet’in Başkanı Mehdi Bazergan şöyle yanıtlamıştı: “Özerklik – bölücülük değildir, İran’ın birlik ve bağımsızlığına son vereceği anlamında kabul edilemez, ancak yerel işlerin yönetilmesi ve bu çalışmalardan sorumlu olmak anlamında yerel makamlara eski Anayasada öngörülen haklardan daha fazlası verilecektir.” Daha sonra O, kısa zamanda bu sorunların geniş kitleler tarafından ele alınarak, ilgili yasa tasarısının hazırlanacağını, kurucu mecliste ele alındıktan sonra Anayasada yer alacağını belirtti.[ix]
Tam da bu arada etnik azınlıkların (siyasi statüsüne göre) haklarının sağlanması konusunda ruhani çevrelerde radikal görüşü ile seçilen, millî hareketlere sempatisini gizlemeyen Ayetullah Mahmud Talegani eyalet ve vilayet encümenleri meselesine kendisinin aktif yaklaşımını açıkladı. Talegani’nin atadığı altı kişilik heyet tarafından hazırlanan ‘Yerel şuralarla ilgili’ yasa tasarısı İmam Humeyni’ye ve müzakere için basına sunuldu. 14 maddeden oluşan bu yasa tasarısına göre, mevcut arazi idari yapıya dayanarak köy, kasaba, ilçe ve illerde iki yıl için seçilen kurumlar yüksek makamlar olmalıydı. Bölgelerde millî-kültürel özerkliğin sağlanması, yerel yönetimlerin seçimle belirlenmesi (İçişleri Bakanlığı onayı şartı ile) gibi olumlu taraflarına rağmen, bu tasarıda şuraların yetki alanı ve genel-ülke merkezli devlet organlarına karşı onların tavrı net değildi.[x]
Bu belirsizliklere ve de yerel kurumlarla ilgili yasanın bu şekilde kabul görmemesine rağmen, 12 Ekim 1979’da İran’ın 156 kentinde yerel meclislere seçim hakkı tanındı. Kürdistan’da sakinlik sağlanıncaya kadar, aynı zamanda ülkenin 6 büyük kentinde bu meclisler için yapılacak seçimler ertelendi. Söz konusu seçimlere gerekli hazırlıkların yapılmadığı ve aceleye getirilmesi nedeniyle ahalinin katılımı çok düşük (bazı kentlerde toplamda %8) oldu.[xi]
İran’ın demokratikleşmesini, yeniden yapılanmasını arzu eden ve bu uğurda mücadele eden güçler millî zulmün ortadan kaldırılmadan demokratik yapının oluşturulamayacağını vurguluyorlardı. Aynı şekilde ezilen halkların millî hareket katılımcıları, İran’ın güçlü ülkeye dönüşmesi yolunda daima merkezden uzaklaşma ihtimali yaratan millî zulme son verilmesini talep ederek, her türlü yollarla İran’ın toprak bütünlüğü ve egemenliği uğrunda mücadeleye hazır olduklarını açıklıyorlardı. Millî hareketlerle genel demokratik hareketin programları birbirini tamamlıyor ve tek cephede yer alma imkânı yaratıyordu.
Ünlü Türk yazarı Rıza Beraheni Ayendegan gazetesinin 7 Nisan 1979 tarihli sayısında Mazlum Halklar İçin Kendi Kaderini Tayinetme Hakkı Devrimsel Haktır başlıklı büyük ölçekli program makalesini yayımladı. Yazar Belucistan, Kürdistan, Azerbaycan, Huzistan ve diğer bölgelerde Pehlevi rejiminin yanlış siyasetini ve onun dramatik sonuçlarını geniş çaplı araştırmalar sonucunda, İran’ın esas sorununun mazlum milletler (ülke ahalisinin %60 oranı) sorunu olduğunu vurgulamıştır. Yazar, ‘hiçbir rejimin ülkenin asıl sorunu olan millî sorunları ortadan kaldırmadan adaletli ve demokratik olamayacağına’ inanmaktadır. Beraheni diğer bir önemli formülü de -Fars olmayan milletlerin İran’dan ayrılmalarını istemiyorsanız, onlara kendi kaderlerini tayin etme hakkı tanıyın- ileri sürmekte ve mantıklı şekilde savunmaktadır. Yazar, makalenin Azerbaycan’la ilgili bölümünde bu bölgenin İran’ın eski devrim tarihindeki rolünden bahsetmekte ve şimdi ise onun kendi kaderini tayinetme hakkına sahip olması gerektiğinin altını çizmektedir. Yazar devamla iki Azerbaycan arasındaki sorunları karşılaştırmaktadır. Kuzey (Sovyet) Azerbaycan’da ‘Stalin tarzı millî zulmün’ olmasına rağmen, burasının daha gelişmiş olduğuna değindikten sonra görüşlerini şöyle ifade ediyor: “İran Azerbaycan’ının ekonomik, tarımsal, siyasi, kültürel, edebi ve güzel sanatlar açısından gelişimi bilinçli ve planlı olarak İran’ın merkezî hükümeti tarafından engellendi. Bu zulüm Rusya reva görülen görece siyasi zulümle kıyaslanamaz. Bu çok derin, şiddetli ve hayvani bir zulümdür. İran devrimi Azerbaycanlıya o kadar özgürlük vermelidir ki, bu bölgenin halkı artık Sovyet Azerbaycan’ındaki göreceli zulme gıpta etmemiş olsun.”
Devrimin zaferinden sonra (Şubat 1979) az çok demokratikliği ile seçilen, burjuvacı, orta ve aşağı kesimlerin menfaatlerini savunan, neredeyse bütün siyasi partiler ve teşkilatlar, sol radikal Fedai ve Mücahit örgütleri, Millî Cephe, İran Yazarlar Birliği, Cumhuriyetçiler Partisi, Combeş örgütü, İran Halk Partisi (Tude) ve diğerleri de millî zulmün ülkenin tarihi gelişimi karşısında engel oluşturduğuna, bu zulmün ortadan kaldırılmasının önemine değiniyorlardı. İran Halklarının Federal Cumhuriyet Partisi, İran Kürdistan Demokrat Partisi, Türk Federal Müsavat Partisi, Millî Demokratik Cephe gibi siyasi partiler, aynı zamanda pek çok siyasetçi daha radikal bir tutum sergiliyor, yukarıda adı geçen ‘yerli şuralar hakkında’ yasa tasarısının millî meseleyi çözmeye muktedir olmadığını gösteriyor, millî zulmün ortadan kaldırılmasının yegâne yolunu toplumsal hayatın gerçek federalizm temelinde yeniden kurulmasında görüyorlardı.
İslam Cumhuriyeti Anayasası’nın müzakeresi sürecinde (1979 Mayıs-Aralık) partiler millî sorunun da çözüme ulaşması konusunda taleplerini dile getirmekteydiler. Bu açıdan, haziran ayında Tahran’da düzenlenen ‘İran nüfusunun Anayasadan istekleri’ adlı seminer dikkat çekiyor. Seminere, etkinliği düzenlemiş olan İran Barosu’nun yanı sıra, 48 sivil toplum örgütü ve parti temsilcisi katılmaktaydı. Ülkenin geleceğine ilişkin birkaç önemli konunun yanı sıra, millî sorunlar da tartışma konusu oldu. Millî sorunlar konusunda seminer belgelerinde şu ifadeler yer almaktaydı: “Federasyon İran’ın özgürlüğü ve istiklâlinin, birlik ve toprak bütünlüğünün korunması, ülke gelişiminin en önemli unsurudur; ülkede diktatörlüğün oluşması karşısında engeldir; emperyalizme ve ayrılıkçılığa karşı uygun bir vasıtadır.”[xii] Yerel meclis veya eyalet şurası bölgelerde asıl yönetim organı olmalı, en önemlisi – dış politika, ulusal savunma, maliye, dış ticaret, yeraltı ve deniz kaynakları, genel ekonomik ve vergi politikasının belirlenmesi merkezî hükümetin yetkisinde olmalı, diğer tüm işleri yerel yönetimlerin icra etmesi gerekmekte idi. Ülkenin mevcut coğrafi idari yapısının değiştirilmesi özellikle vurgulanıyordu.[xiii]
Yaklaşık aynı zamanda, Tahran’da Millî Demokratik Cephenin girişimiyle düzenlenen İran Halklarının Dayanışma Konferansı, İran Halklarının Dayanışma Konseyi’nin kurulması, bir sonraki konferansın 25 Ağustos’ta Mahabad’da yapılmasına ilişkin karar kabul etti. Tahran konferansının önsöz ve 11 maddeden oluşan kararında (Özerkliğin Genel İlkeleri) şu noktalar vurgulanıyordu: “İran milletlerinden hiçbiri İran’dan ayrılmak istemiyor, biz İran’ın coğrafi sınırları içinde kendi kaderini tayin hakkının tanınmasını istiyoruz.”[xiv]
Ayetullah Humeyni (1902-1989) ve onun liderliğini kabul eden devrimin ileri gelenleri, millî azınlıklar (siyasi statülerine göre) konusundaki vaatlerini yerine getirmedi. Millî meselenin demokratik yolla çözümü uğrunda hareketin aktif olduğu bir ortamda, Şii yönetiminin faaliyeti de keskinleşmekteydi. Devrim süreci ve zaferinin sonrasındaki ilk dönemlerde siyasetçilerin yaklaşık tamamı Şah rejiminden miras kalan millî ayrımcılığın ortadan kaldırılmasının öneminden bahsetseler de Anayasanın görüşülmesi ve genel oylamaya sunulması sırasında ülkenin toprak bütünlüğü ve manevi birliği artık ön plana çıkmıştı. Yeniden millî hareketlere bölücü damgası vuruldu, mazlum halklara bazı özgürlüklerin verilmesi ile ‘İran’ın dağılacağı’ içerikli beyanlar sıkça duyulmaya başlandı.
Toplumun tüm kesimlerinin temsil edilebileceği Kurucular Meclisinden vaz geçilerek 3 Ağustos 1979’da temsilcilerin çoğunluğunu ruhanilerin oluşturduğu Uzmanlar Konseyi (Şurayi Hobregan) seçimleri yapıldı. Bu Konseyin toplantılarında yeni Anayasa görüşüldü. Doğrudan İmam Humeyni’nin ısrarıyla özerklik ile ilgili olan bazı sınırlı haklar bile Anayasa tasarısından çıkarıldı. Kasım ayında İmam beğendikten hemen sonra, anayasa tasarısı 2-3 Aralık tarihlerinde referandumda kabul edildi. İslam ilkeleri çerçevesinde birtakım özgürlüklerin (vicdan, basın, söz, siyasi kurumlar, gösteri, eğitim vb.) verilmesi ile birlikte, Anayasa’da İran’ın çok milletli ülke olduğu dolayı olarak kabul edildi. Konu, Anayasa’nın 19. maddesinde şöyle yer almaktadır: “İran halkı kavim ve taife mensubiyetine bakılmaksızın eşit haklara sahiptir, renk, ırk, dil ayrıcalık için esas olamaz.” Önceki anayasaya göre bu, onun bir artısı oldu. Fakat eski anayasada devlet dili kavramının olmamasına rağmen, İran İslam Cumhuriyeti’nin Anayasasında şu ifade yer almaktadır: “İran halkının resmî ortak dili ve alfabesi Farsçadır.” (15. madde). Tam da burada mazlum halklara ‘sus payı’ teklif edilmekteydi: “Basın, kitle iletişim araçları ve okullarda edebiyat derslerinin öğretiminde Farsça ile birlikte yerel [bumi] ve etnik [kavmi] dillerin kullanımı serbesttir.”
Millî meselenin çözümünü ‘sağlayabilecek’ şuralar konusu Anayasa’nın 7. bölümünde (100-106. maddeler) yer aldı. Köy, bahş, şehir, şehristan ve ostanlardaki [eyaletlerdeki] şuralar ‘sosyal-ekonomik, imar, sağlık, kültür, öğretim ve sosyal güvenlik konularıyla ilgili programların hızla yerine getirilmesi aracı’ sayılıyordu. Ayrımcılığı önlemek, eyaletlerde imar ve sosyal teminatları sağlayan programların uyumlu uygulanmasının denetimi amacıyla eyalet şuralarının temsilcilerinden oluşan Eyaletlerin Yüksek Şurası denilen organın düzenlenmesi öngörülüyordu (101. madde). Bu da ‘kendi yetkisi çerçevesinde kanun tasarısı hazırlayıp, doğrudan, ya da hükümet aracılığı ile Millî Şura Meclisi’ne [daha sonraları İslam Şura Meclisi, parlamento] sunabilir.’ (102. madde) Anayasa’da ek olarak, şuraların ve eyalet yüksek şurasının seçilmesi ve oluşum şekli, aynı zamanda hukukları ve görevleri konularını ayrıca yasanın belirleyeceği ifadesi yer almaktaydı.
Anayasa’nın referandumda onayından sonra ‘yasal zemin’ elde eden rejim önderleri demokrasi ve millî hareketler üzerine saldırıyı daha da genişlettiler. Referandumdan kısa bir süre önce Anayasa’nın görüşülmesi sırasında kitlenin dikkatini iç çelişkilerden ve çözüm bekleyen sorunlardan uzaklaştırmak amacıyla Tahran’daki ABD Büyükelçiliği işgal edildi. Uluslararası hukuk pratiğinde olağanüstü olay olan bu eylemle demokratik hareket, aynı zamanda millî hareket tarafından sıkıştırılmış olan yeni teokratik yönetim çıkış yolu bulmak umudundaydı.
20 Aralık tarihinde geçici hükümetin 14 bentten oluşan Bölgelerin Kendisini Yönetmesinin (Hodgerdani) Hak ve Görevleri konulu yasa tasarısı basında yer aldı ve iki hafta boyunca halkın tartışmasına açıldı. Ana maddeler aşağıdakilerden oluşuyordu:
-Millî savunma (ordu) ve sınır konuları, dış siyaset, devlet güvenliği, dış ticaret ve gümrük işleri, ülke çapında genel iktisadi programlar, bütçenin tanzimi, bankacılık-finans işlerinin genel yönleri, iç ve dış borçlar, kredi meselesi, doğrudan ve dolaylı vergilerin oranının belirlenmesi, genel iletişim hatları (telefon, telgraf ve posta), yollar (karayolu, otoban, demir yolu, deniz ve hava yolları), ağır sanayi de dâhil olmak üzere, petrol-gaz ve petrokimya, metalürji endüstrisi, aynı zamanda büyük kanalların kullanımı gibi konular merkezî hükümetin yetkisinde olmalıdır;
-Bölgenin imar planları, bu bölge için belirlenen bütçenin harcanması, tarım ve köy endüstrisinin gelişimi, eğitim, öğretim ve kültür çalışmaları, sağlık, kırsal yolların yapımı, şehir ve köylerin sosyal sorunları, basın ve yayın işi yerel yönetim organlarının uhdesinde olmalıdır;
-Yerel işleri yöneten organlar bölge şuralarının teklifi ve ilgili bakanların onayı ile düzenlenir, onlara karşı sorumludur, bölgelerde devletin önemli işleriyle meşgul olan organlar ise bakanlıkların önerisi ve bölge şuralarının onayı ile düzenlenir;
-Yerel yargı organları bölge şuraları tarafından organize edilip, hükümet tarafından kontrol edilmelidir, fakat onların kararları İran Yüksek Mahkemesi’nde yeniden ele alına bilir, kamu düzeni konularında İçişleri Bakanlığı tarafından önerilen ve bölge şuraları tarafından tasdik olunan mahkemeler yerel şehir ve köy yönetiminin yetkisine verilir;
Bölge şuraları İran İslam Cumhuriyeti Anayasası çerçevesinde yerel çalışmalar hakkında yasalar kabul edebilir, bu yasaların ülkenin yüksek yasama organı tarafından onaylanması gerekmektedir;
-Bölge şuraları ülke bütçesinden kendine ayrılan paydan ek olarak yerel ihtiyaçlar gereğince ek vergiler uygulama hakkına sahiptir;
-Merkezî hükümet genel bütçenin dağıtımından önce en çok geri kalmış bölgelerde durgunluğun ortadan kaldırılması görevini dikkate almalıdır;
-Bütün kendini idare [hodgerdani] bölgelerinde yerel dillerin ve edebiyatın öğretimi serbesttir ve ilkokulun birinci sınıfından başlayarak Farsça ile birlikte eğitim verilecek, fakat dersler (dil dersleri dışında) tüm İran halklarının millî ve ortak dili olan Farsça olacak, yerel eğitim sistemi Eğitim Bakanlığı’nın denetiminde yapılacaktır;
-Kendini idare [hodgerdani] bölgelerinde yazışmalar Farsça ve yerel dillerde olacak, lakin yerel kurumlarla merkezî hükümet ve diğer bölgeler ile yazışmalar Farsça yapılacaktır;
-Tüm kendini idare [hodgerdani] bölgelerinde üniversite veya enstitüler kurulacak, burada öğretim Farsça yapılacak, bu üniversite ve enstitülerde yerel halkın edebiyat ve kültürü bölümü olacak, ayrıca Tahran Üniversitesi’nde İran halklarının dil-edebiyat ve kültür bölümleri oluşturulacak;
-Tüm kendini idare [hodgerdani] bölgelerinde İran İslam Cumhuriyeti radyo ve televizyon kurumuna bağlı yerel radyo-televizyon merkezî kurulacak, bu merkezlerde yerel programlara belirli bir süre tanınacaktır;
-Basın ve kitap basımı yerel dillerde özgür olacak, merkezî hükümet bölgelerin talebi üzerine yerel kültürlerin gelişmesine kapsamlı yardımda bulunacaktır.[xv]
Kendini idare [hodgerdani] bölgeleri organlarının görevlerine gelince; onlar ülkenin bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve İran’ın millî birliğini sağlamalı, Anayasa ve ilgili kanunlara riayet etmeli, merkezî hükümeti bölgelerdeki durumla ilgili bilgilendirmeli, askerlik çağına gelen gençleri İran İslam Cumhuriyeti ordusuna göndermeli, bölgelerde askeri birliklerin oluşturulması, ordu birliklerinin hareketi ve diğer ihtiyaçları için her türlü yardımda bulunmalıdır.[xvi]
Fars olmayan halkların çoğunluğunun özerklik konularına yaklaşımı somut ve açıktı. Sadece siyasi yolla millî meseleyi çözmenin mümkün olmadığını anlayan Kürt, Türkmen, Arap, Kaşkay hareketlerinin yönetimi millî hakların elde edilmesinde barışçıl yollarla (müzakerelerle) birlikte, silahlı mücadele yöntemlerini kullanmaya mecbur oldular. 1979 ve 1980 yılları tüm ülkede güçlenmekte olan millî hareketlerle, güçlenmekte olan yeni rejim arasında kanlı savaşlar dönemi oldu.
1980 yılı şubat ayının sonlarında İran Kürdistanı Demokrat Partisi yeniden 6 maddelik özerklik tasarısıyla ilk Cumhurbaşkanı Beni Sadr’a başvurdu. Bu tasarı önceki 26 maddeli ortak tasarıdan prensipte farksızdı. Cumhurbaşkanı bir süre sonra bu tasarıyı beğendiğini ve yakında onun Devrim Konseyi’nde müzakere edileceğini açıkladı. Fakat ilk şart olarak Kürt hareketi katılımcılarından silah bırakmaları istendi. Bu talebi Kürt yöneticilerinin kabul etmek niyetinde olmadığını gerekçe göstererek, devlet özerklik konularıyla ilgili görüşmelerin kesildiğini beyan etti. Cumhurbaşkanı Beni Sadr bununla ilgili olarak ‘biz özerkliğe karşı değiliz, ancak özerklik bizden olmayanlara verilmeyecek’ anlayışını sergilemekteydi.[xvii]
1980 yılının Eylül ayında Irak’ın, İran’a saldırısını Humeyni rejimi ‘Allah’ın Lütfü’ olarak karşıladı. Hâkim rejim, tahmil edilmiş savaşta zaferin kazanılmasının sadece birlikten ibaret olması hakkında propagandayı güçlendirerek, onun fevkinde yer alan demokratik ve millî güçleri ezmek için uygun koşullar elde etti.
Devrim sırasında ve sonraki yıllarda Azerbaycan’daki hareket, genel olarak İran’daki Türklerin hareketi Fars olmayan diğer halkların hareketlerinden farklı yol izledi. Devrimde aktif yer alan milyonlarca Türk’ü peşinden götürebilecek tek dini ya da dünyevi merkez ortaya çıkmadı. Hatta oluşmakta olan yeni rejimin yönetiminde temsil edilen Türk din görevlileri bile ortak platformda birleşemediler. Sonuçta bu dönemde millî sloganlar kararlılıkla ve açıkça öne sürülmedi, Türk millî hareketi ortaya net bir millî-siyasi program koyamadı.
Monarşi rejiminin dağılmasının yarattığı bu eşsiz şans da yitirilmiş oldu. Bu şansın kaybedilmesinin temel nedeni olarak Türk elit kesiminde karmaşık, bazen de birbirine ters olan kimliklerin varlığını vurgulamak gerekir. Öyle ki, Türk ruhanilerin çoğunluğunun bilincinde İslamcılık (daha doğrusu, Şiilik), İrancılık ağır basmış, sol güçler arasında ise İranlı kimliği ile birlikte sınıfsal kimlik Türkçü ve Azerbaycancı kimlikten önemli olmuştur. Kaydedilen görüşler Türklüğün o dönemde birleştiği temel siyasi örgüt olan Müslüman Halkın Cumhuriyet Partisi‘nin faaliyetlerinde kendini açık gösterdi.
Müslüman Halkın Cumhuriyet Partisi (genellikle Halkı Müslüman olarak tanınmıştır) devrimden iki hafta, Humeynici güçlerin İslam Cumhuriyeti Partisi’ni kurmasından ise toplam bir hafta sonra, 1979 Şubat ayının 25’inde kuruldu. Halkı Müslüman İran’ın genel partisi olup, ülke çapında sorunların çözümünü program amacı edindi. Martın 13’ünde ilan edilen, önsöz ve 10 maddeden oluşan programında özel sosyal ve millî-etnik talepler yer almamıştır. Farsça Halkı Müslüman gazetesi Tahran’da basılmıştır. Partinin merkezi de Tahran’da bulunuyordu. Yerel teşkilatların çoğu Türk bölgelerinde kuruldu. Ana teşkilatlar Azerbaycan kentlerinde, Tahran’da ve Kum’da idi. Teşkilatlar faaliyetlerinde büyük ölçüde özgürlükçü idiler. Adında hizb (‘parti’) sözü olmasına, kendisini tam olarak hizb adlandırmasına rağmen, aslında Halkı Müslüman siyasi hareket biçiminde bir teşkilat idi. Halkı Müslüman’ın faaliyetlerinde, kurucuları Hüccetü-l-İslam Sadrettin Bulaği, Hüccetü-l-İslam Seyyid Hadi Hosrovşahi (partinin sözcüsü), Dr. Ahmet Alizade (partinin Genel Sekreteri) önemli rol oynadılar. 1979 yılının Şubat-Mayıs aylarında Doğu Azerbaycan valisi Rahmetullah Mükaddem-Marağayi partide söz sahibi olan insanlardan biri idi. Partiyi finans yönünden destekleyen başlıca güç Tahran ve Tebriz’in pazar halkı (bazariler) idi.
Halkı Müslüman’ın fikir babası Ayetullahül-uzma Seyid Muhammet Kâzım Şeriatmedari (1905-1986) sayılıyordu.[xviii] Parti üyelerinin geneli de İran’ın en nüfuzlu birkaç merci-i taklitlerinden biri olan Şeriatmedari’nin taklitçileriydi. İran’da bu taklitçilerin, aynı zamanda parti üyelerinin sayısı 2-3 milyon kadar tahmin ediliyordu. Şeriatmedari’nin oğlu Hasan da parti yönetimindeydi, ancak parti yönetimi Şeriatmedari’den doğrudan talimat almamaktaydı.
Halkı Müslüman, kurulduğu günden itibaren Ayetullah Şeriatmedari’nin İran’ın geleceğine ilişkin fikirlerini savunuyordu. Şeriatmedari, ülkenin geleceğini anayasal monarşide görmekte, 1906-07 yılları anayasasına uyulması gerektiği fikrini savunmaktaydı. O, aynı zamanda da Ayettullah Humeyni’nin dini lider (vilayete-fegih) doktrininin de aleyhine idi. Şeriatmedari’ye göre, bu doktrin önceki Şah rejiminin diğer bir yüzü idi, otoriter rejim ya da diktatörlük için temel oluşturmaktaydı, halkın egemenlik prensiplerine tersti. Şeriatmedari kısa bir süre sonra görüşlerini şu sözlerle ifade ediyordu: “Görünen o ki, biz bir monarşiden bir diğerine doğru gitmekteyiz.”[xix] Ayrıca O, Şii geleneğine dayanarak, ruhanilerin doğrudan siyasete karışmaması, devlet yönetiminde, özellikle iktidarda yer almamaları gerektiğini ifade ediyordu. Ayetullah Şeriatmedari için İran’ın bütünlüğü üstün değerdi. Bunun yanı sıra Pehlevi yönetiminin Fars olmayanların varlıklarını inkâr ederek, onlara karşı ayrımcılık siyaseti yürüttüğünün farkındaydı. Ayetullah, devletin Fars olmayan milletler konusundaki politikasının değişmesi, onlara bazı kültürel hakların verilmesi gerektiğini ileri sürüyordu. O, asla ‘özerklik’ terimini kullanmamıştır. Bunun nedeni, belki de onun o dönemde de ‘21 Azer travması’nı yaşaması ile ilgiliydi.
Ülkenin geleceği ile ilgili özlü meselelerde fikir ayrılığının olması, aynı zamanda en etkili din adamlarından biri olan Şeriatmedari’yi devrimden sonraki süreçlerden uzak tutma çabası kaçınılmaz olarak bu iki şahsı (Humeyni ve Şeriatmedari’yi) karşı karşıya getirecekti. Bu kaçınılmaz durum kısa süre sonra gerçekleşti.
Şubat ayında Humeyni geçici İslam hükümeti fikrine muhalif olmayı döneklik olarak gördüğünü açıkladığında Şeriatmedari buna itiraz etti. O, barışçı eleştiriler ya da muhalifliğin asla cezalandırılmaması gerektiğini açıkladı.[xx] Humeyni’nin mart ayında Şeriatmedari’yi evinde ziyaretinden sonra da fikir ayrılıkları devam ediyordu. Nisan ayında Ayetullah Sadık Halhali Halkı Müslüman Partisi’nin kurulmasını ruhaniyetin birliğini yok eden bir olay olarak değerlendiren bir makale yayınladı.[xxi] Bu makalesinde Halhali, Ayetullah Şeriatmedari’yi bölücülükle suçladı. Bu makale özellikle Güney Azerbaycan’da Şeriatmedari taraftarlarını öfkelendirdi. Yeni anayasanın hazırlanması ve kabulü konusunda da Humeyni ile Şeriatmedari arasında görüş ayrılığı ortaya çıktı. Humeyni yeni anayasanın din adamlarından oluşan özel kurumda (Meclis-e Hobregan) hazırlanması ve referandumda kabulünü yeni rejimin hızla oluşumu için en uygun yol gördüğü için, 1979 Ağustos ayında bu kurum için seçimler yapılacağını açıkladı. Şeriatmedari ülke için büyük öneme sahip Anayasa’nın özel kurumda hazırlanmasının yanlış fikir olduğunu vurgulayarak, Anayasa’nın doğrudan seçimlerle toplanacak kurucu meclisin işi olduğunu beyan etti ve taraftarlarına Meclis-e Hobregan seçimlerini boykot çağrısında bulundu. Ancak Halkı Müslüman’ın Azerbaycan teşkilatı seçime katılma kararı alarak, adayı Mukaddem Merağayi’nin Meclis-e Hobregan’a seçilmesini başardı.[xxii]
İmam Humeyni ile Ayetullah Şeriatmedari’nin ilişkileri Meclis-e Hobregan’ın alelacele hazırladığı yeni Anayasa tasarısının 2-3 Aralık günlerinde yapılacak referandum konusunda tamamen bozuldu. Bu arada Şeriatmedari, Anayasa tasarısının İslam’a genellikle uyduğunu, onun onaylanmasının mümkün olduğunu bildirdi. Aynı zamanda O, tasarıdaki 56. (Allah tarafından halka verilen haklar) ve 110. (Vilayeti-fegihin yetki ve görevleri) maddelerinin birbiri ile çeliştiği ve Vilayeti-fegih (lider) kavramının tasarıya dâhil edilmesinin kabul edilemez olduğunu açıkladı. Devlet televizyonu Şeriatmedari’nin görüşlerinin birinci (takdir) bölümünü tekrar tekrar yayınladı, ancak ikinci bölümdeki (eleştiri) fikirlerini gizledi. Bu, Şeriatmedari taraftarlarının öfkesine neden oldu.
5 Aralık 1979 tarihinde Humeyni ve Şeriatmedari taraftarları Kum’da karşı karşıya geldiler. Şeriatmedari’nin korumalarından biri bu çatışmada hayatını kaybetti. Bu olay, Şeriatmedari taraftarlarını çileden çıkardı. Durumun dramatikliğinin farkında olan Humeyni oğlu ile Şeriatmedari’yi evinde ziyaret ederek, ona başsağlığı diledi. İmam Humeyni’nin bu davranışı görülmemiş bir olay idi. Ancak bu, Azerbaycan halkını sakinleştiremedi. Şeriatmedari’nin öfkeli taraftarları Tebriz’deki devlet radyo-televizyon merkezini, eyalet valisinin evini ve diğer devlet kurumlarını bastılar. Tebriz’deki askeri mühimmat deposunun asker ve subayları eylemcilere katıldı. Azerbaycan’ın birçok kentlerinde de protesto eylemleri gerçekleştirildi. Radyo-televizyon merkezini ele geçirenler Bağımsız Azerbaycan İslam Cumhuriyeti hakkında konuşmalara varacak kadar ileri gittiler. Bu, artık bir başkaldırı idi, Tebriz bir kez daha merkezî hükümete karşı isyana başlamıştı.
1979 yılının Aralık-1980 yılının ocak ayındaki Tebriz isyanının ayrıntılarına[xxiii] girmeden, konumuz için önemli birkaç noktaya dikkat çekmek gerekiyor. Bu dönemde her iki taraftan onlarca ölen ve yaralananın olmasına, çatışan taraflara on binlerce insanın katılmasına, Tebriz’deki aynı devlet dairesinin birkaç kez elden ele geçmesine, kısaca, Tebriz ve Azerbaycan’ın merkeze karşı yeterince keskin tutum sergilemesine rağmen, isyan sırasında ileri sürülen taleplerin yetersizliği dikkati çekiyor. Nitekim aralık ayının 13’ünde Tebriz’de yarım milyon insanın katıldığı mitingin en ‘radikal’ talebi, iki Azerbaycan eyaletinde idari ve dini atamaların Şeriatmedari’nin onayından sonra yapılması idi. Anlaşmazlıklar konusunda engin tecrübeye sahip olan Humeyni, bu ve benzeri taleplerin kabulü konusunda vaat vermeyi uygun görmüş, hatta yeni Anayasa’da düzenlemeler konusunda Şeriatmedari’ye danışacağını açıklamıştı. Kendisine sadık güçlerin toplanması ile ve karşı taraftaki Halkı Müslüman’ın yönetiminden Hüccetü’l-İslam Hosrovşahi gibilerini kendi tarafına çekmek için zaman kazanan Humeyni, adım adım Şeriatmedari’yi köşeye sıkıştırabildi. Şeriatmedari’nin hareketi, onun ‘kötü taktik’ olduğunu göstermekteydi.[xxiv] Kendi nüfuzunun ve aynı zamanda da millî hareketin gücünün zirvede olduğu dönemde bile Şeriatmedari, kendisini ve hareketi düşman kabul edenlere karşı ılımlı davranış sergiledi. Şerietmadari’nin diğer bir anlaşılmaz hareketi, daha doğrusu hareketsizliği ayaklanmanın merkezine (Tebriz) gitmemesi idi. Tebriz halkı yüz binlerin katıldığı eylemlerde ‘Can sana feda Şeriatmedar, Kum sana zindan Şeriatmedar!’ sloganları ile onu Tebriz’e çağırıyordu. Şeriatmedari ve Halkı Müslüman yöneticilerinin bir diğer yanlışı ise Fars olmayanların millî hareketi ile Türk millî hareketi arasındaki iş birliği konusuna yeterince önem vermemesi oldu. Tebriz isyanında Kürt hareketinin lideri Şeyh İzzettin Hüseyni Tebriz’e tebrikle birlikte silahlı gruplar göndermiş, fakat Şeriatmedari buna gereken karşılığı vermemiştir. Bu kez de Azerbaycan kendi millî meselelerinde değil, daha çok İran’ın genel sorunu- Vilayeti-fegih’in yetkileri (110. madde) – üzerine ısrar etmekteydi. Genel olarak, Şeriatmedari’nin millî meselenin ortaya çıkmasında ve hareketin gidişatında kayıtsız kalması, fikrimizce, O’nun İranlı ve Müslüman kimliğine aşırı bağlılığı ile izah edilebilir. ‘İran’ın dağılacağı’ korkusu onu Kürt güçleri ile sıkı birlik içerisinde olmaktan uzak tuttu. Bu psikolojik durumun oluşmasında Sovyetler Birliği’nin 1979 yılı aralık ayında Afganistan’ı işgali ve bir sonraki hedefin İran olacağına dair söylentilerin yapay şekilde körüklenmesi de etkili oldu. Tahran basını sürekli olarak Tebriz’deki isyanda yabancıların parmağı olduğu konusunda topluma psikolojik baskı yapmaktaydı.
Ayetullah Şeriatmedari’nin kararsızlığından, ayrıca Türk millî hareketinin aydın stratejik ve taktik hattının olmamasından faydalanan İmam Humeyni, Tebriz’deki isyanı bastırabildi ve kısa bir süre sonra rakibi Şeriatmedari’yi siyaset meydanından uzaklaştırmayı başardı, hatta onun Ayetullah dini payesini iptal ettirerek, ömrünün sonuna kadar (1986) ev hapsine çarptırdı. 1979 Aralık ayında ‘İslam Anayasası’ referandumda onaylandıktan sonra, yeni yılın ocak ayında başkanlık seçimleri yapıldı, Mart-Mayıs’ta parlamento seçildi, Ağustos-Eylül’de yeni, kalıcı hükümet görevine başladı.1980 Eylül ayında başlamış olan İran-Irak savaşı, İran’da ‘millî birliğin’ yeni faktörüne, halkın devrim heyecanının tükenmesine sebep oldu. 1980 yılı İran tarihinde yeni, teokratik sistemin şekillenmesi yılı oldu.
Kaderini Türklerin tanınmış dini liderine (Ayetullah Şeriatmedari’ye) bağladığı, siyasi süreçlerin hazırlıksız yakalandığı millî hareket, bu aşamada da başarısız oldu. Devrimin yaratmış olduğu ümitler suya düştü. Türklük siyaseten mağlup oldu. Devrimin zaferinden bir yıl sonra Türkçe basında yeni rejimin millî sorunlarda eski rejimden yalnızca sarıklarıyla farklılık gösterdiğini içeren görüşler yer almağa başladı.
İslam Cumhuriyeti devletinin ülkedeki Türklüğe yaklaşımını prensip olarak önceki Pehlevi rejiminin politikalarının devamı olduğunu ifade etmeliyiz. Teokratik iktidar da Türklere olağan haklarını bile vermekten imtina etti. Yeni İran Anayasası’nın ülkedeki kavimlerin ve taifelerin birliği konusundaki ihtişamlı vaadine rağmen, İslam Cumhuriyeti döneminde Pehlevi döneminin Türk düşmanlığı daima gündemde olmuş, Türklüğün varlığı İran’ın bütünlüğü için tehlike olarak görülmüş, devlet aygıtı, ülkenin ırkçı aydın kesimi ve ayrıca asimile ettiği Türkler, Türk nüfusu arasında millî kimliğin oluşmasına engel olmuş, Türk millî hareketini acımasızca takip etmişlerdir. Anayasanın 15. maddesinde, aynı zamanda da ‘Kendini idare [hodgerdani] bölgelerinin hak ve görevleri’ adlı yasada öngörülen ‘yerel dillerin’ kullanımı, bu dillerin yerel yönetim kurumlarında kullanılması, yerel kültürlerin araştırılması ve tanıtımı alanında öngörülen vaatler kâğıt üzerinde kaldı. İran devleti son on yıllar içinde Türklüğün millî yönden bilinçlenmesi ve örgütlenmesini önlemeye çalıştı.
İran’daki Türklerin millî enerjisinin büyük bir kısmı kültür alanındaki faaliyetlere yöneldi. Millî güçler, on yıllar boyunca Türk kültürü önündeki sorunların nihayet çözüleceği, milletleşme sürecinin hızlanacağı yönünde umutlandılar.
Devrimin zaferinden kısa bir süre sonra Türk yazar ve şairler Tahran ve Tebriz’de dernekler kurdular. Tahran’daki Azerbaycan Yazarlar ve Şairler Cemiyeti’nin kuruluş toplantısı 30’a yakın millî aydının katılımı ile Nisan 1979’da gerçekleştirildi.[xxv] Yoldaş dergisi ve redaktörü Hüseyin Düzgün bu derneğin kurulmasının esas girişimcisi oldu. Dr. Salamullah Cavid’in başkanlığında yapılan kuruluş toplantısında tanınmış aydınlar millî kültürün çeşitli problemlerinden söz ederek yeni edebi-medeni derneğin amaç ve görevlerini özetlediler. Konuşmacılar Pehlevi rejiminin millî kültür sahasında yarattığı problemleri lanetleyerek, yapılacak önemli görevlerden söz etmişlerdir. Birinci meselede fikir birliğinin olmasına rağmen, özerklik, dil, toplumun siyasi tarafsızlığı sorunları etrafında fikir ayrılıkları daha ilk toplantıda gündemi oluşturdu. Tanınmış kültür adamı Muhammed Ali Ferzane’nin edebi dil meselesi hakkında söylediği şu fikir tartışmalara sebep olmuştu: “Bizim şimdiki dilimiz var, Bakü dili [Kuzey’de kullanılan edebi dil göz önünde tutuluyor] bizim için uygun değildir. Dilin edebi kanunlarına sadık kalarak, daha da sade yazmak lazımdır.”[xxvi] Yoldaş dergisinin hazırladığı tekliflere uzun tartışmalardan sonra 7 kişiden ibaret kuruluş programı heyetinin çalışması için onay verildi. Bu teklifler sırasında derneğin faaliyeti ile bağlantılı ilk maddeden sonra şunlar ifade edilmiştir: Pehlevi rejiminin yürüttüğü sıkıntılar sonucunda bozulmuş edebi bağ bahçemizin asilliğinin korunması, etraflı, dolgun ve yorulmadan yürütülmesi, çeşitli organlar vasıtasıyla gerekli ve zaruri olan edebi işler sahasında faaliyet gösterilmesi, edebi-sanat tercümeleri yolu ile edebiyat hazinesi açma meselesi (2. madde); topluluğun ön plana çıkardığı emektar ve işçi tabakasının idealini halk arasında yaymak ve bu fikirleri savunmak, İran’ın diğer emekçi halklarla birlik tebliği ve her tür tiksindirici milliyetçilik ve dincilik davası güden fikirlerden uzak kalma meselesi (3. madde); gelecek yeni ders yılına ana dilde ders kitapları hazırlamak, çeşitli kolay anlaşılır kitapların halkın eline geçmesi meselesi (4. madde); genç kuşakları geçmiş kıvançlı eğitim ve edebiyat hazinemizin çeşitli temsilcileri ve kuvvetleri ile tanıştırarak, onlarda bu temel faaliyetlere muhabbet, sevgi ve mantıki bağlılık oluşturma meselesi (5. madde); Tahran gündelik gazetelerinde Fars dilinde makaleler yazarak derneğimizin asıl bildirilerini yayıp, yazılı olarak duyurup ve bildiriye sadık olarak hiç bir radikal unsurlara kapılmadan, onu sadık bir şekilde savunma meselesi (6. madde).[xxvii]
Aşağı yukarı aynı dönemde Tebriz’de de birkaç kültür ocağı kuruldu. 1979 Mart ayında faaliyete başlayan Azerbaycan Medeniyet Cemiyeti’ne (Bağımsız Azerbaycan Medeniyet Ocağı) görkemli şair Habib Sahir öncülük ediyordu. Bu dernek partilere uzak durduğunu ilan etmesine rağmen, bir zamanlar kendisini Azerbaycan Azadihahlar Fırkası olarak tanımlamıştı. Tebriz Üniversitesi’nin binasında Yahya Şeyda’nın öncülüğü ile Azerbaycan Maarif Yığıncağı [Azerbaycan Eğitim Toplantısı] adlı edebi teşkilat çalışmalarına başladı.[xxviii] Tahran’daki millî-kültür teşkilatlarından bir diğeri de Azerbaycan Meselelerini Araştıran Grup (Goruhe Berresiye Mesaele Azerbaycan) idi. Daha sonra Azerbaycan Genç Yazarlar ve Şairler Cemiyeti’nin kurulduğunu içeren bildiri yayımlandı. Cemiyet adına yayımlanan bildiride şu konular vurgulanıyordu: “Cemiyetin faaliyete başlamasının amacı Azerbaycan edebiyatını doğru yolda geliştirmek ve çağdaş Azerbaycan edebiyatını ilerici ve hoşgörülü genç yazar ve şairler ile ileriye sevk etmektir.” Cemiyetin diğer bir görevi de ‘çağdaş Azerbaycan edebiyatını radikallikten uzak tutmaktır.’[xxix]
Bu cemiyetlerde millet kuruculuğunun çeşitli meseleleri aktif şekilde tartışılmaktaydı. Milletleşme sürecinin ana meselelerinden biri – ana dili ile ilgili sorunlar en çok tartışılanlardandı. Aydınların çoğunluğu ana dilinin statüsünün değişeceğine, Türkçenin İran’ın resmî dillerinden biri olacağına inanmakta idiler. Ana dili ile ilişkili tartışılan sorunlardan biri de edebi dilde mi (‘Bakü dilinde’), yoksa yerli lehçelerde yazma meselesi idi. Aydınlar, yakın gelecekte eğitim sisteminde Türkçeden yararlanma imkânının olacağı konusunda ümitli olduğundan ders kitapları probleminin çözümü konusunu da tartışıyorlardı. Arap-Fars alfabesinin Türkçeye uygun olmamasında dolayı reforme edilmesi de teklifler arasında idi. Tebriz’de millî akademinin kurulması, Tebriz Üniversite’sinde millî tarih ve kültüre bağlı araştırmaların yürütülmesi gerekliliği tartışmaların gündeminde idi. Tahran’da ve Azerbaycan şehirlerinde ana dili öğreten dil kursları açılıyordu.
Kültür derneklerinin ilk işlerinden biri gazete-dergilerin yayınlanması oldu. Kimi aydınlar da gazete ve dergi yayınlamaya başladılar. 1979-1980’li yıllar İran tarihinde olmayan bir olay – Türkçe yayınların volkan gibi püskürmesi yaşandı. Tebriz’de, Azerbaycan’ın diğer şehirlerinde, Tahran’da Türkçe ve Türkçe-Farsça 30’dan fazla gazete ve dergi basılmaya başladı. Ulduz, Çenlibel, Dede Korkut, Varlık, Azerbaycan, Güneş, Odlar Yurdu, Settarhan Bayrağı, Araz, Birlik, Halk Sözü, Ana Neşr, Molla Nasreddin, Vatan Uğrunda (Sarab), Azadlık, Foruğe Azadi (Azadlık Işığı), Köroğlu, Azerbaycan Sesi, Gençlik, Yoldaş, İnkılap Yolunda, Yeni Yol vb. adında gazete ve dergiler gün yüzü gördü. Bu basın organlarında millî hayatın çeşitli sorunları tartışılıyor, çağdaş şair ve yazarların eserleri yayınlanıyordu. Aynı zamanda Kuzey Azerbaycan yazarlarının eserleri de söz konusu yayın organlarında yer alıyordu. Dönemin gazete ve dergilerinin en çok yer verdiği konulardan biri de tarih konulu makaleler idi. Özellikle yakın dönemde Pehlevi rejiminin Azerbaycan’a ve Türklüğe vurduğu darbeleri içeren makaleler yayınlandı.
Türkçe basın organları arasında devamlılığı ve bilimsel değeri bakımından Varlık dergisi hepsinden farklıdır. Aslında millî hareketin İslam devrimi ile başlayan aşamasının itici güçlerinden biri, belki de bayrak gemisi Varlık dergisi ve onun etrafında toplanan millî aydınlar oldular. Varlık dergisinin ilk sayısı Nisan 1979’da çıktı (yayın hayatı halen devam etmektedir). Bu yılların devamında
Varlık başlıbaşına zengin bir okul niteliğine sahip olmuştur. Dr. Hamid Nutki, Dr. Cevad Heyet, Dr. Muhammed Ali Ferzane, Dr. Muhammed Taki Zehtabi, Prof. Gulamhüseyin Begdeli, Prof. Hamid Muhammedzade, Mir Hidayet Hisari, Dr. Samed Serdariniya, Ali Kemali gibi üstad ve aksakalların yanı sıra yeni aydın bir kuşak yetişti.
Varlık İran’da yok sayılan Türklüğün varlığını korumayı hedeflediği için en hassas sorunların üstüne gitme cesareti gösterdi. İslam devriminden sonra Varlık dergisi millî aydınların tribünü olmuş, millî fikirde tarihî geçmiş bilincinin kavramlaşmasında mühim bir rol oynamıştır (bu konu ayrıntıları ile sonraki bölümde).
Varlık dergisi aynı zamanda kültür merkezi işlevi görmüştür. Bu bakımdan Arap yazısı ve Fars alfabesinim Türkçeye uygunlaştırılması konusunda Varlık’ın girişimi ile düzenlenen seminerler ve bu seminerlerde kabul edilen yazı kuralları dikkat çekicidir.[xxx] Yazı kurallarının (ortografi) belirlenmesi önemli bir kültürel hadise olmasıyla birlikte, aynı zamanda İran’da Türkçe yazıların Fars kalıbından kurtarılması olarak görülmelidir.
Devrimden sonraki bir yıl millî kültürlerin dirilişinin ‘balayı’ oldu. Bu zaman diliminde Türkçe onlarca kitabın yayınlanması da İran tarihinin önemli olaylarından biri idi. Şah döneminde gün yüzü görmemiş yukarıda adı geçen Tebrizli Ali’nin Edebiyat ve Milliyet, Ali Rıza Nabdel)-Oktay’ın Azerbaycan ve Milli Mesele adlı eserleri bu dönemde ilk defa basıldı. Hem Şah döneminde yazılmış hem de yeni edebi eserler yayınlandı. Dr. Cevad Heyet’e göre, 1979-1983’lü yıllarda İran’da yaklaşık 150 Türkçe kitap yayınlandı.[xxxi]
Kültürel canlanmanın bu ‘balayı’ dönemi uzun sürmedi. Kültür alanında henüz bekleyen görevler yerine getirilmeden yeni siyasi durum oluştu. İran İslam Cumhuriyeti’nin Anayasa’sının 2-3 Aralık 1979’da yapılan referandumda kabul edilmesinden sonra eğitimin millî dilde olacağı ile ilgili ümitler suya düştü. Yalnızca edebiyat derslerinde Fars dilinin yanı sıra yerli dillerden yararlanılmasına imkân sağlandı (15. madde). Halbuki Anayasa’nın ilk versiyonunda anaokullarda öğretimin ana dilde olması tasarlanmıştı. Yeni rejim giderek, birbirinin ardınca millî hareketleri bastırdıktan, özellikle Tebriz’de 1980 yılının başlarında ‘istikrarı sağladıktan’ sonra, ABD ile ilişkilerin gerginleşmesi ve Irak ile savaşı bahane ederek ve bundan yararlanarak kültür alanına da el atarak, ‘düzen-disiplin oluşturmaya’ karar verdi. 1980 yılının sonlarından itibaren İran’da ‘kültürel devrim’ kampanyaları hayata geçirildi, İslami İrşad Bakanlığı bu alanda kontrolü arttırdı. Kültür ocaklarının faaliyyetine sınırlama getirildi, gazete ve dergilerin bir bölümü siyasi olaylara karıştığı gerekçesi ile kapatıldı. Bazı basın organları ise maddi zorluklar nedeni ile basımını durdurmak zorunda kaldı. Kendisini ‘on sekiz milyon Türk halkımıza ait bir dergi’ olarak adlandıran Dede Korkut dergisi 4 ve 5. ortak sayısında yardım istemekteydi: “Şimdi Azerbaycan ülkesinde Azeri Türkçesinde çıkan tek dergi Dede Korkut’tur. Bizim mali imkânlarımız tükenmiştir. Giderek de o birilerine tay olacağız… Siz kankardeşlerimizi yardıma çağırıp, sizden ümit bekliyoruz. Gelin el ele verelim, ayda bin beş yüz tümen için izin vermeyelim, ana dilimizdeki bir dergi kapansın ve gelecek nesiller arkasına baktığında basın tarihinde bir çöl görsünler.” Dede Korkut dergisinin yardım istediği 1981 yılında yayın hayatına başlayan dergilerden sadece Varlık düzenli çıkmakta, Güneş ve Ülker’in sadece birkaç sayısı gün yüzü görmekte idi. 1982 yılında Yeni yol’un birkaç sayısı çıktıktan sonra o da diğerleri gibi yayın hayatına son verdi.
Zamanla İslam Cumhuriyeti hükümeti Türkçe basın siyasetine değişiklik getirmiş, bazen siyaseti geçici olarak yumuşatmıştır. Hatta ülkenin merkezi gazetelerinin Türkçe eklerinin çıkması ile ilgili karar verilmesini yeğlemiştir. Nitekim bir süre Ettelaat gazetesinin Sehend adı ile, Keyhane Hevayi gazetesinin ise Yol adıyla özel ekleri çıkmıştır. 1991 yılında ise Yol dergisi ve İslami Birlik gazetesi yayınlanmaya başladı. İslami Birlik Kiril alfabesi ile basılıyor, Kuzey Azerbaycan halkı arasında propaganda içerikli makalelerin yayılmasına öncelik veriliyordu.
Yerel radyo ve televizyonlarda Türkçe yayınların süresi belirli aralıklarla uzatıldı. Burada kullanılan dil, edebi Türkçeden oldukça uzak kalmış, yapay şekilde Farsça söz ve ifadelerle doldurulmuş, anlaşılması zor olan karma bir dil (pidgin) idi. Resmî devlet yayınlarında kullanılan dil zorla Farsçaya uygunlaştırılıyor, halkın dilinin (Türkçenin) farklı dil olduğu mümkün olduğunca gizletilmeye çalışılıyordu. Seda ve Sima (devlet radyo-televizyonu) kurumunun Doğu Azerbaycan ostanı genel müdürü Gulam Ali Fethabadi’nin emrindeki haberler merkezine yazdığı 16 Şubat 1994 tarihli mektub önemli örnektir. Genel müdüre göre haber programcıları ‘yerli dilden farklı’ bir dilde program yürütmektedirler. Bu işe kararlılıkla karşı çıkılmasını talep eden bu genel müdür mektubunda örnekler de vermiştir. Örneğin; ‘İran’ın Ümid timi’ yerine ‘time Omide İran’ denilmeli idi; ‘mübariz ruhaniyet cameesi’ (mücadeleci ruhaniyet camiası) yerine ‘cameeye ruhaniyyete mobarez’; ‘Gostereş ve Nousaziye Senayeye İran sazemanı’(İran Sanayisini Geliştirme ve Yenileme Kurumu) yerine ‘sazemane qostereş ve nousaziye senayeye İran’; ‘negehdari ve temirat vahedi’ (tamir ve bakım birimi) yerine ‘vahede temirat ve negehdari’; ‘ostanın bazergani edareye kolli’[Bölgesel sermaye idari kurumu] yerine ‘edareye kolle bazerganiye ostan’; ‘başçılığı’ [başkanlığı] yerine ‘rehberiyyeti, rehberliği’; ‘başlanmağ’ [açılış] yerine ‘eftetah’; ‘daşdöyenler’ [araç] yerine ‘sengkubiler’; ‘daş kesenler’ yerine ‘sengboriler’ vs. kullanılmalıdır. Talimat mektubunun sonunda genel müdür gerekenleri genelleştirerek özel isimler tercüme edilmemelidir; idarelerin adı tercüme edilemez halkın kullandığı sözler ve ibareler tercüme edilmemelidir (mesela, ‘vükalaye ganuni’ gibi); yeni sözler asla uydurulmamalıdır (mesela, ‘daşdöyenler’gibi); çevirenler metni konuştukları dile çevirmelidirler [yeni edebi dil kurallarına uygunlaştırmak gerekmez] diye emirler vermekteydi. [xxxii]
Millî aydınlar radyo-televizyonda kullanılan bu yapay dil meselesini İran’ın devlet radyo-televizyon kurumuna sürekli olarak iletmiş, bu programların hiçbir faydasının olmadığını vurgulamışlardır. Hatta bu konu ülkenin resmî görevlilerine şikâyet edilmiş, ancak yayın kurumu dil siyasetini değiştirmemiştir. Tebriz’in geçici imam-cuması [il müftüsü] Ayetullah Meşkini Tebriz’in Foruğe Azadi gazetesinin muhabirine ‘Seda ve Sima’ yayın kurumunu şikâyet etmiştir: “Bu kurum öyle mahalli programlar icra ediyor ki, baştan sona Farsidir ve bir kişi eğitimsiz Türk ise ondan bir şey anlamaz, ne için böyle programlara gerek duyulsun ve halk ondan bir şey anlayamasın?”[xxxiii]
Türk kültürü uğrunda mücadele yeni İslami rejimin belirlediği katı kurallarda ve çerçevede de devam etti. Asıl sorun yine de millî dilin kullanım alanınının genişletilmesi idi. Her başkan seçiminde aday gösterilen kişilerin çoğunluğu Tebriz’e ve Azerbaycan’ın diğer şehirlerine seyahatlerinde sınırlı haklar veren Anayasa’nın 15. ve 19. maddelerinin uygulanmasını vaad etmiş, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra bu vaadini unutmuştur. Büyük vaadlerle seçime katılan Hüccet-ül-islam Muhammed Hatemi de aynı yolu izleyerek Azerbaycan Türklerinin oyunu almaya çalışmış, ancak başkanlığı döneminde (1997-2005) söz konusu maddelerdeki sınırlı hakların gerçekleştirilmesi için hiçbir şey yapmamıştır. 1998 yılında 64 görkemli aydının (Dr. Cevad Heyet, Dr. Muhammed Taki Zehtabi, Prof. Hamid Muhammedzade, Hasan Raşidi, Muhammed Ali Ferzane vb.) imzası ile Hatemi’ye bir müracaatta bulunuldu. Bu müracaatta İran halkının yarısı kadarının Türklerden ibaret olduğu ve onların İran devletinin kurulmasında vazgeçilmez hizmetleri hatırlatılarak, Türklerin anayasal haklarının korunması gerekliliği kaydediliyordu. Müracaatta Türklerin dört talebi de dile getiriliyordu: Türklerin yaşadığı bölgelerdeki okullarda onların ana dili öğretilsin (1); radyo-televizyonda bilim ve uzmanlık konularında Farsçanın yanı sıra Türkçenin de kullanılmasına izin verilsin (2); ülke üniversitelerinde Azerbaycan Türkçesinde dil ve edebiyatın öğretimi sağlansın (3); çocukların ve gençlerin zihinsel gelişimi için Türkçe çocuk edebiyatının yayını yapılsın (4).[xxxiv]
Bu tür müracaatlar daha sonraları da yapıldı, halkın çeşitli kesimlerinin temsilcilerinin çok sayıdaki imzası ile yeni seçilen başkanlara veya Vilayet-i Fegih’e iletildi. Ancak Türk dilinin statüsü mevcut Anayasada yeraldığı sınırlı seviyeye bile ulaşamadı.
Böylece, Türkler’in dil ve kültür alanındaki beklentileri de karşılanmadı. Yeni İslam Cumhuriyeti yönetimi kendi konumunu güçlendirdikce Türk kültürünün serbest gelişimi dönemine son verdi, Pehlevi hâkimiyeti döneminde uygulanan baskı devam etti. Milletleşme sürecinin kültür alanları, ilk önce millî dilin kullanım sorunları çözülmedi. Bununla birlikte İslam Cumhuriyeti döneminde milletleşmenin en büyük iki etmeni – geçmiş hakkında inandırıcı, nesnel millî tarih anlayışının oluşması ve Türk etnosunun geleceği ile ilintili millî konseptlerin ortaya çıkması millî yaşamda önemli ve yeni bir olgu olarak yerleşti.
Pehlevi rejiminin yıkılması, hâkim ideolojinin otomatik olarak itibarını yitirmesi, tarihe dönüşmesi anlamına gelmiyordu. Şah döneminin asıl ideolojik değerleri – kadim İran tarihine hayranlık, monarşi sistemine bağlılık, Şii partikülarizmine bağlılık kavramları yeni teokratik rejim döneminde şekil değiştirdi. Ancak içerik bakımından aynı kaldı. Bununla birlikte hâkim ideolojide yeni renkler ortaya çıktı. Bu yeniliklerden biri resmî ideolojide eski ‘Tek İran milleti’nin yerini ‘Tek İslam ümmeti’ kavramının alması idi. Biçimce, söylemde farklı olsa da her iki kavramın niteliğinde Fars ırkçılığı – Fars milletine has değerlerin üstün sayılması, sedece bu değerlerin kabul edilmesi – yer almaktadır. İkinci önemli değişiklik ise ‘tek millet’ veya ‘tek ümmet’ çerçevesinde ülkede Farslar’dan başka çeşitli ‘kavimlerin’ ve ‘kabilelerin’ varlığının Anayasa’da dolaylı şekilde tanınmasıdır. Yukarıda da işaret ettiğimiz 19. madde hatta bu konuda biraz da ileri gitmiş, İran halkının (‘merdome İran’) kavim ve topluluk mensubiyetinden bağımlı olmadan hukuki eşitliğini ilan etmiş, ‘ten renginin, ırk, dil vs. farkların hiçbir üstünlük ifade etmediğini’ vurgulamıştır.
İran devriminden sonra Batı’da şöyle bir görüş yayıldı: Pehlevi döneminin tarihî geçmiş hakkında anlayışı artık değişmiştir. İslamiyet öncesi tarihe bağlılık devrim yönetiminin faaliyeti ile artık resmî ideolojide yer almamaktadır. İslamiyet öncesi bütün toplumlar İslamcı bakışa uygun olarak, cahiliye dönemi sayılmakta ve Muhammed Peygamber’in doğumu ile yeni dönem başlamaktadır.[xxxv]
Devrimden sonra gün yüzü gören tarih konulu kitapların analizi bu iddianın doğru olmadığını göstermektedir. Eski tezler yine de tarih kitaplarında yer almaktadır. İran tarihçiliği, Şah döneminde olduğu gibi ‘İran’ olarak tanımlanan coğrafyada tek kurucu unsurun Farslar olduğunu, Arap zaferinin ve Türklerin ‘eski tarihe sahip, muhteşem Fars kültürünün gelişmesini durdurduklarını’, dolayısıyla mevcut problemlerin kökünün ‘yabancıların istilasında’ aranması gerektiğini ifade ediyor, Fars unsurunun ‘üstün nitelikleri’ni savunuyor. ‘Ezeli İran devleti’, ‘ezeli İran milleti’ ve ‘Ari hipotezi’ üzerinde kök salan Pehlevi dönemi tarihçiliği İslam Cumhuriyeti döneminde de saygıdeğer sayılmaktadır. Resmî tarihçilik ülke halkının çoğunluğunu (Fars olmayanları) yine de yok saymakta, onları ezme siyasetine hak kazandırmaktadır. Okullarda okutulan tarih kitaplarını araştırmış olan Haggay Ram aynı sonuca varmıştır. Bu araştırıcıya göre, İran İslam Cumhuriyeti, Pehlevi sülalesinin ‘ezeli İran milleti’ esaslarına sadık kalmış, İran (Fars) milliyetçiliği Ayetullahların hâkimiyeti döneminde daha da güçlendirilmiştir.[xxxvi]
İran asıllı ABD’li araştırmacı Hüşeng Emir Ahmedi de dikkati İslam Cumhuriyeti’nin ideolojik hayatındaki dinamiklere çekmiştir. O, İslam devriminden sonraki yılları ideolojik açıdan ‘İslam-İslam’ aşaması olarak görmektedir. Bu aşamada siyasi İslam, İslam birliği fikirleri hâkim olmuş, “dini liderler ‘İran’ kelimesini neredeyse hiç ağızlarına bile almamışlardır.”[xxxvii] Hüşeng Emir Ahmedi’ye göre, İranlılar İslamı sırf İslam dini olduğu için tekrar diriltmemişlerdir: “İranlılar İslam dininin ve Humeyni’nin karizmasının ülkeyi birleştirebilecek ve millî [İran/Fars] ideallerini gerçekleştirebilecek tek güç unsuru olduğunu düşünmüşler.”[xxxviii] Sonraki aşama, yazara göre, Refsancani’nin 1989 yılında başkan seçilmesinden sonra başlar. Bu aşamayı O, ön koşullu olarak ‘İran-İslam’ aşaması diye tanımlar. Emir Ahmedi, Pan-İslamcıların Cahane Eslam gazetesinin 1995 yılında kapatılması ve İslam Cumhuriyeti Haber Ajansına ait İran adlı gazetenin kuruluşunu semptomatik bir olay olarak tanımlar.
Bu aşama, laik İran/Fars milliyetçiliğinin hızla gelişmesi ile karakterize edilmiştir. Bu aşamada ‘İran kaynaklı veya İranlılaştırılmış İslam olarak’ Şiiliğin de rolü uygun olarak artmıştır. Emir Ahmedi’nin varsayımına göre, “İslam Cumhuriyeti daha fazla meşruluğunu yitirmemek için kökünde Şiilik yatan laik milliyetçiliğin daha da gelişip, aktif siyaset sahnesinde yer almasına imkân verme mecburiyetindedir.”[xxxix] O’nun ‘İran-İran’ olarak tanımladığı bu aşamaya ait varsayımları sonraki yıllarda, özellikle Hatemi’nin başkanlığı döneminde (1997-2005) doğrulandı.
Bu dinamikler ile bir diğer fenomeni de belirtmeliyiz. Önceki Pehlevi rejiminden farklı olarak İslam Cumhuriyeti tarihî ideoloji meseleleri tam denetimi altında tutamadı. İslam devriminden sonraki dönemde ortaya çıkan objektif-bilimsel eserler bu ırkçı ideolojiye büyük bir darbe vurdu, böylece Fars ırkçılığı tekelci statüsünü kaybetti ve resmî ideolojinin aksine bazı fikirler ortaya çıktı. Resmî ideolojinin tarihî geçmiş bileşenine vurulmuş en büyük darbe, Naser Purpirar’ın (1940 – 2015, Tahran) eserleridir. Purpirar, İran tarihinin çeşitli dönemleri ve konuları ile ilgili onlarca eser yazmış,[xl] eserlerin tamamı toplumsal düşüncede büyük yankı yaratmıştır. Yazarın bazı eserlerinin basılmasına izin verilmemiş, ırkçı molla rejimi yazarı hapsederek susturmaya çalışmıştır.
Naser Purpirar’ın tarih kitaplarının ayrıntılarına girmeyeceğiz. Burada amacımız birinci kitabında ileri sürdüğü tezlerin resmî tarihçiliğe uygun olup olmadığını ortaya koymaktır. Naser Purpirar’ın eserleri İran resmî tarihçiliğini alt üst etmiş ve bu tarihçiliğin Fars ırkçılığını amaç edinen siyasetin aracı olduğunu ispat etmiştir. Avrupa tarihinde 5.-15. yy ‘karanlık yüzyıllar’ olarak değerlendirildiği gibi, Purpirar da İran’da M.Ö. 6. yy – M.S. 7. yy. arasındaki dönemi medeniyetlerin dağıtıldığı, durgunluk (sessizlik) dönemi olduğunu vurgulamıştır. O yazıyor ki; “1200 yıl süreyle eski İran’da üç devletin – Ahameniler, Partlar (Arsaklar) ve Sasaniler döneminde bu bölgelerde [Orta Doğu’da] gelişme yaşanmamıştır.”[xli] Purpirar’ın 12 Asır Sessizlik eseri, İran’ın İslamiyet dönemine kadar tarihinin önemli konuları – günümüz İran coğrafyasındaki en eski kültürleri, Ahamenilerin kimliği ve hâkimiyet yapısıyla ilgili yalan ve sahte bilgileri alt üst ediyor.
Naser Purpirar devamla yazıyor: “Tüm objektif tarihçileri hayrete düşüren odur ki itinasız bir tavırla Ahamenilerden en az 2000 yıl önce var olan büyük uygarlığa sahip yerel sakinleri dikkate almıyorlar; sanki Ahameniler bu topraklara gelmeden önce buralarda hiç bir uygarlık yokmuş!”[xlii] Çağdaş İran tarihçiliğinin ünlü temsilcisi Hasan Pirniya gibi saray tarihçilerinin öne sürdüğü iddiaya göre, Ahameniler, “İran’a geldiklerinde bu coğrafyada devlerle [vahşilerle], yani görgüsüz eski yerli kavimlerle karşılaştılar.”[xliii] Oysa objektif düşünceye saygısı olan tarihçiler biliyorlar ki, bu coğrafyada Sümer, Akad, Elam, Asur, Babil gibi uygarlıklar ve devletler vardı. Yazar bu uygarlıklara önyargılı yaklaşan yazarların görüşlerini kesinlikle kabul etmiyor ve görüşlerini açıkça ifade ediyor: “Dünya medeniyetinin çok saygı duyduğu (borçlu olduğu) eski Mezopotamya uygarlıkları Ahameniler tarafından ortadan kaldırılmış olmasa idi; 5000 yıl önce toplumsal yasalar hazırlayan bu uygarlıklar, hiç şüphesiz ki, sonraki gelişme sürecinde felsefe, hikmet ve diğer bilimlerin de temelini atacak ve insan zekâsının temeli Batıya devredilmeyecekti.”[xliv]
Naser Purpirar, Ahamenilerin kökeni hakkında şu ifadeleri kaydetmiştir: “Tarihî açıdan bilinmeyen ve tanınmaz olan, coğrafi açıdan ise avare olan bu kavim, Kuruş’un meydana çıkmasından yaklaşık bir asır önce bölgedeki dört (Asur, Babil, Med ve Elam) gücün biri tarafından paralı asker olarak Rusya’nın orta steplerinden getirilmişlerdir.[xlv] Ancak bölgedeki savaşlar sona erdikten sonra, bunlar Elamların izniyle ‘İran’ın güney bölgelerinde dağınık bir coğrafyada yerleştirildi.”[xlvi] Daha sonra Orta Doğu ve Mezopotamya’nın yerel sakinleri onlara ‘Pers’ (dilenci, aylak, işgalci) lakabını vermişlerdir.[xlvii] Göçebe hayatı yaşayan bu mülteciler, savaş, yağma ve talanla yaşamlarını sağlamışlardır. “Bir imparatorluk kurucusu olarak bu kavme ait, tarihte kendi varlığını duyurmadan önce hiçbir kültürel ve etnik kalıntı elde edilmemiştir. Onların dinleri yok, ev ve tapınakları yok, hiçbir el işleri, hatta saksı seviyesinde çok basit bir üretim türüne bile rastlanmamıştır.”[xlviii]
Peki, nasıl oldu da ‘maddi eserlerden, zihinsel ve kültürel yeteneklerden yoksun olan meçhul bir kavim’ içinden Kuruş (Kir) gibi bir komutan çıkardı ve hızla Orta Doğuya hâkim olan bir imparatorluk kurabildi?
Purpirar’ın, Ahameni İmparatorluğu’nun kurulması ve güçlenmesi konusundaki görüşleri ilk bakışta komplo teorisini (conspiracy theory) çağrıştırıyor. Ancak öne sürdüğü deliller mantığa ve tarihî kaynaklara dayandığı için inandırıcıdır. Yazar bir kitabında, Kuruş ve diğer Ahameni kralları ile Yahudiler arasındaki ilişkilere özel bir bölüm ayırmıştır. Purpirar, konuya açıklık getirebilecek birçok kaynak kullanmıştır; öncelikle Tevrat’ı ve Kuruş’un Babil yazılarını, Daryuş’un Bisütun kitabelerini incelemiştir. Ayrıca Kuruş konusunda birçok tarihçinin yazılarını incelemiştir. Aynı çerçevede Hasan Pirniya, Perviz Rahbar, Habib Levi, Roman Ghirshman, Wisthofer, James Darmesteter gibi Yahudi yazarların eserlerindeki tarihî olguları çürütmüş ve onların sonuçlarının siyasi mahiyetini açıklamıştır.
Purpirar’ın Yahudilerle Ahameniler arasındaki ilişkileri içeren tezini şöyle özetlemek mümkündür. Babil’in işgali sırasında Yahudilerin özel hizmetleri olduğu için Kuruş, onlara özel ilgi göstermiştir; ancak bu hakikatin tamamı değildir. Kuruş’un yönetimi elde etmesinde Yahudi maddi yardımı ve zihniyeti önemli rol oynamıştır; bu iş birliği Kuruş’un hükümdarlığı döneminde daha da artmıştır. Yahudiler yeni kurulan imparatorluğun yönetiminde önemli pozisyonlara sahip olmuşlardır; Kuruş’tan sonra gelen krallar ise Yahudilere pek olumlu bakmamışlardır. Ancak Yahudiler, Daryuş (Dara) döneminde önceki dönemlerden de daha yüksek bir statü kazanmışlardır. Ayrıca “kendilerinin bir kurgusu olan bu sülalenin idari sistemini tam kontrol etmişlerdir.” Naser Purpirar’a göre, Ahameni bir etnik isim değildir, “Pehlevilerdeki takma ve sahte Ariyamehr adı gibi, Ahameni adı da Daryuş’un Yahudiler için yaptığı çalışmalardan dolayı onlardan ödül aldığı lakaptan başka bir şey değildir.”[xlix]
Ahameniler devleti hakkında en yaygın kaynaklardan biri olan Herodot’un Tarih kitabındaki bilgilerin doğruluğuna da Naser Purpirar şüpheyle yaklaşmıştır. Bu coğrafyaya asla seyahat etmeyen, eserinde bölgenin coğrafyası ve olaylarının kronolojisi ile ilgili anlaşılmaz yanlışlıklara yer veren, eserini akıl almaz efsane ve hikâyelerle süsleyen Herodot’un Ahameni krallarını övmesi bazı sorular doğurmaktadır. Neden Tarihin Babası, Yunan toplumunun barbar olarak tanımladığı Persleri göklere yükseltmiştir? En önemli soru ise şudur; neden Herodot’un buradaki gelişmeler hakkında açıklamaları ile Ahameni hükümdarlarının bakışı tamamen örtüşüyor? Purpirar bu soruların cevabını Herodot’un kendisinin itirafında aramayı önermiştir. Herodot itiraf ediyor ki, Ahameniler hakkındaki bilgileri Pers sarayının danışmanlarının dilinden öğrenmiştir. Dolayısıyla Purpirar, “Herodot’un yararlandığı kaynak Ahameni sarayına mensup birisi ise, Ahamenileri incelemek için onun eseri güvenilir bir kaynak oluşturamaz.”[l] görüşündedir.
Naser Purpirar, Ahameni devletini kendisinden önceki devletlerle mukayese ederek, Ahameni hâkimiyetinin askeri merkeziyet ilkesine dayandığını vurguluyor. Tarihsel olarak önceki yönetimler için bu ilke geçerli değildir. Purpirar’ın Ahameni devletini tarihte ilk despotik devlet olarak nitelemesi de yazarın ciddi bilimsel sonuçlarından biridir.
Purpirar’a göre, Ahameniler de kurucu iktidar olmadılar; aksine, “Ahamenilerin Orta Doğuda ortaya çıkışından sonra yerli kavimlerin, özellikle eski İran kavimlerinin kültürel hayatları sona ermiştir.”[li] İstila ettiği ülkelerin kaynaklarını kullanarak inşa ettiği Taht-ı Cemşid (Pasargad) gibi nadir örnekler, Ahameni hâkimiyetinin karakteristik özellikleri sayılamaz.
Naser Purpirar, Ahameni yönetiminin kurulmasında Yahudilerin rolünü ‘kendi kavimlerinin ve tapınaklarının güvenliğini sağlamaya çalışmışlardır’ gibi değerlendirerek, bunun ‘eleştirilmesi gereken bir olay olmadığını’ öne sürmüştür. Buna rağmen Purpirar, “Yahudilerin son 200 yılda tarihe [tarihçiliğe] müdahalesini, kasıtlı tarih yazımı ve arkeolojik ‘araştırmalarla’ kirli siyasi hedeflere hizmet ederek, medeniyetin başlangıcının Ahamenilerle başladığı’ tezini kınıyor. Purpirar, Yahudilerin Orta Doğu ile ilgili önyargılı ve sahte tarih oluşturarak, Orta Doğu ve Mezopotamya halklarının birbirine yakınlaşmasını engellediklerini; ayrıca İran’da köksüz, soysuz ve efsanevi bir milliyetçiliği ortaya atarak, mantıksız bir şekilde kendini büyük görme düşüncesini telkin ettiklerini, bununla da Arap ve İslam düşmanlığını körüklediklerini savunuyor.[lii]
İran’ın resmî ve gayri resmî ideolojik hayatında, bu sıradan tarihî bakışlardaki değişiklikler ile, Türk fikir hayatında da devrimden sonraki dönemde önemli bir değişiklik yaşanmıştır. Aslında millî ideolojide yeni aşama İslam devrimi ve ondan sonra başladı. Devrim sürecinde birbiri ardınca gün yüzü görmeye başlayan anadilli basında ve çeşitli kitaplarda Azerbaycan ile bağlantılı sorunlar konusunda tartışmalar genişledi. İslam devrimi ile başlayan (şimdi de devam eden) aşamanın asıl başlatıcı kuvveti Varlık dergisi (Nisan 1979) ve onun etrafında toplanan millî aydınlar oldu. Varlık İran’da yok sayılan Türklüğün varlığını korumayı hedeflediği için en hassas sorunları gündeme taşıdı. Varlık dergisinin üstünde durduğu asıl konuların – Türk milliyetçiliğinin birinci dereceli talepleri olan tarihî geçmiş hakkında doğru anlayışın işlenmesi ve gelecek hakkında gerekçelendirilmiş fikirlerin kısa özetini vermekle yetineceğiz.
Dergi basılmaya başladığında (şimdi de) egemen Pan-İranizm ve Fars ırkçılığı, Azerbaycan ve oradaki Türklüğün tarihi ile ilgili bazı temel hükümler öne sürmüşlerdir. Bu hükümleri şu şekilde sıralamak mümkündür: Azerbaycan’ın en eski halkı Ariler olmuştur; onların dili Fars dilinin bir lehçesi olan ‘Azerice’dir; ancak daha sonra ‘vahşi’ Türk ve Moğol kabileleri onların dilini ‘kılıç gücü ile ve zorla değiştirmişlerdir’; ‘İran’ın millî birliğini sağlamak’ için Azerbaycan halkını Farslaştırmak gerekir vs. Varlık dergisinde yayımlanan tarih konusundaki makaleler bu tür ırkçı yaklaşımların doğrudan tekzibine yönelmiştir.
Azerbaycan Türklüğünün ortaya çıkışı konusundaki düşünce ayrılıkları Varlık dergisinde de hissediliyor. Buna ilişkin biri popüler-propagandist ve diğeri objektif-bilimsel olmak üzere birbirinden farklı iki yaklaşım ortaya konulmuştur. Birinci yaklaşıma göre, Azerbaycan Türklüğünün eski dönem tarihi bilim dünyasında bilinen, ancak etnik kökeni hâlâ tam olarak tespit edilmemiş değişik kabilelerin (Kutiler, Lulubeyler, Medler vb.) tarihidir, bir diğer ifadeyle, bu kabileler çağdaş Türklerin atalarıdır. Böylece Varlık yazarlarından kimileri Fars ırkçılığının önemli tezlerinden birini karşı tarafa özgün aynı yöntemle çürütmeye çalışmışlardır.[liii]
Türklerin ilk ortaya çıkışı ve tarihleri ile ilgili yazılan objektif-bilimsel yazılar şunu gösteriyor ki hiçbir yerde mutlak anlamda yerli nüfus/halk yoktur; çağdaş ulusların hepsi kendi tarihlerinin belli aşamasında bir yerden diğer yere göç etmiş ve kendi vatanlarını kurmuşlardır. Farslar da dâhil olmak üzere bugünkü İran topraklarında yaşayan tüm halklar, Türkler gibi bu topraklara göç ederek gelmişlerdir. Bunu sadece uzman tarihçiler değil, aynı zamanda Türklerin ‘yabancı ve gelme’ olmalarını iddia eden şovenistler de biliyorlar. Bazı ilginç makalelerin yazarı olan merhum Dr. Hamit Nutki, Türkiye tarihçilerinden Doğan Avcıoğlu’na istinaden şöyle yazıyordu: “Dünya milletlerinin çok küçük bölümü kendi ilkin topraklarında yaşamaktadırlar; bunların bugün sakin olduğu arazilerde yerli etniğe nadiren rastlanılır. Çoğu etnik gruplar söz konusu toprakların/vatanlarının eski yerlileri ile bir karışım sonucu ortaya çıkmışlardır.”
Azerbaycan’ın eski ‘Fars dilli’ sakinleri ile bugünkü Türkçe konuşan halk arasında iki bin yıldan fazla zaman geçmesine rağmen, onların arasında eşitlik işareti koyan bilim dışı tezlere karşı çıkan Varlık dergisinin editörü Dr. Cevad Heyet yazıyor ki, Ahmet Kesrevi’nin Azerice hakkında tezi doğru olsa bile, o bugünkü Azerbaycan nüfusunun varlığına gölge düşüremez. Çünkü çağdaş İran’ın Türk dilli nüfusunun kimliği (etnik kökeni) bilim çevreleri tarafından net bir şekilde açıklanmamış aşiret ve kabilelerin tarihi gibi değil, Orta Asya ve komşu bölgelerde büyük devletler kuran ve medeniyetler yaratan eski Türklerin (Hunlar, Savirler, Hazarlar, Göktürkler, Uygurlar vb.) tarihini öngörüyor. Diğer bir deyişle, Dr. Cevad Heyet’e göre, arazinin değil, bölgenin çağdaş halkının tarihinin araştırılıp izlenmesi gerekmektedir. Merhum Ali Kemali ise şu ifadeleri kaydetmiştir: “Türklerin babaları ve yiğitleri geçen yüzyıllarda Hanbalık’tan [Pekin’den] girip Delhi’den çıkmışlar, Rusya’da vurup Avusturya’da tutmuşlar, Hindistan’da putları kırıp, Bağdat’a göndermişler, Macaristan’a ayak basıp, Harezm’de kurultay kurup, Gazne’de, Delhi’de, Carcaniye’de, Pekin’de, Marağa’da, Sultaniye’de, Bağdat’ta, Şiraz’da, Kirman’da, Tebriz’de, İstanbul’da, Penahabat’ta, İsfahan’da, Ankara’da, Kahire’de tahta oturmuşlardır.”
Çağdaş Azerbaycan Türklüğünün ilk olarak nerede ortaya çıktığı sorusunu ele alan yazarlar çoğunlukla şu kanaatteler ki; bu sorun ancak genel Türk tarihi çerçevesinde çözülebilir. Bu sorunun araştırılmasında başlangıç noktası ise esasen eski Türklerin ilk vatanının incelenmesidir. Bu bağlamda Türklerin ilk yurdunun Altay Dağları, Altay-Ural havzası olduğu öngörülmektedir. Miladın ilk yüzyıllarında bu bölgede Hun boylarının büyük imparatorluk kurdukları, İslam’ın ortaya çıkışına kadar onların Orta Asya’da egemen siyasi güç oldukları, 552 yılında temeli atılan Göktürk Devleti, bu devlette diğer Türk boyları olan Uygurların (744 yılı) ve Kırgızların (840 yılı) hâkimiyeti ele geçirmesi, 925 yılında Moğolların saldırıları, yerel Türklerle onların etnik yakınlığı ve Türk boy beylerinin yeni devletin yüksek hâkimiyetinde katılımından söz edilir.
‘Azerbaycan’ın bir Türk yurduna dönüşmesi’ konusu dünya Türkoloji çevrelerinde anlaşmazlığa ve tartışmalara yol açtığı gibi, Varlık dergisinin de tartışma konularından biri olmuştur. Özellikle bu, Azerbaycan’da Türklüğün çoğunluğa dönüştüğü döneme aittir. Örneğin, Dr. Hamit Nutki ‘Oğuz ve Kıpçak boylarının toplu şekilde Kafkasya ve İran’a geldikleri ve bu bölgelerde yüzyıllardan beri yaşayan diğer Türk boylarıyla kaynaşmaları’ sonucunda, 7.-10. yüzyıllarda Azerbaycan’da Türklerin ve Türkçenin esas unsura dönüştüğünü belirtiyor. Dr. Muhammed Tağı Zehtabi’ye göre ise ‘M.Ö. Hazar’ın kuzeyinden Kafkasya’nın güneyine akıp yerleşen Kıpçak Türkleri ile Azerbaycan’a yeni gelmiş olan Oğuz Türkleri kaynaşarak yavaş yavaş Azerbaycan’da çoğunluğu oluşturarak hükümetler kurmaya başlamışlardır.’ Ancak ‘10. yy’a kadar Türkler, Azerbaycan topraklarında çoğunluğu elde edememişlerdir.’ Dr. Cevad Heyet’e göre ise, “Azerbaycan çok eskiden Türk boylarının yurdu olmuştur.’ O’na göre, ‘Azerbaycan’ın kuzeyi 7. yy’da, güneyi ise 11.-13. yy’larda yeni gelen Türk boylarının yurdu haline dönüşmüştür.”[liv]
Türklerin kitleler halinde bölgeye akın etmelerinin İran’a ‘uğursuzluk getirdiğini’ iddia eden ırkçı yazarlara cevap olarak Dr. Cevad Heyet, Dr. Hamit Nutku gibi yazarlar, 9. yy’ın sonlarından itibaren 900 yıl boyunca bölgeye egemen olan Türklerin, 270 yıllık geçmişi olan Fars hükümdarlarına kıyasla İran tarihinde önemli bir yere sahip olduklarını kaydetmişlerdir. Dr. Cevad Heyet’e göre, Oğuz Türklerinin İran’a gelişi ‘İslam âlemini Bizanslıların saldırılarından kurtardı; üstelik onlar Küçük Asya’yı Bizanslılardan alarak kendilerine İslam vatanı yarattılar.’ Diğer bir makalesinde ise Cevad Heyet, Safevilerin İran tarihinde oynadığı rolden bahsederek yazıyor ki, ‘Şah İsmail Türk olmasına ve Türkçe şiir yazmasına rağmen, İran’ın bağımsızlığı uğruna Osmanlı Türkleri ile çatışmış; O, çevresi tarafından engellenmeseydi kendi canını bile bu yolda kurban verecekti.’
Irkçı yazarlara cevap olarak tarihî konulara ilişkin metinlerde gösteriliyor ki; Türklerin yanı sıra Moğollar da İran’a kitlesel göçlerden sonra siyasi hâkimiyeti ele alırken Fars dilini ezmemişler; aksine, bu dilin devlet dairelerinde kullanılmasına, edebi eserlerin Arapça değil, Farsça yazılmasına imkân yaratmışlardır. Hatta onlardan bazıları (Melikşah, Sultan Sencer vb.) Farsça şiir yazmışlardır. Dr. Cevad Heyet’e göre, “Hiç kimse, Fars dilinin İran’a dışarıdan, yani Ceyhun’un ötesinden Gaznevi ve Selçuklu Türkleri aracılığıyla geldiğini, Türk sultanlarının gücü ile İran’ın, Küçük Asya’nın ve Hindistan’’ın resmî ve edebi diline dönüştüğünü ve sonralar klasik şairlerin iş birliği ile edebi dil seviyesine yükseldiği olgusunu inkâr edemez.”
Kısacası, İslam devriminden sonra Varlık dergisi millî aydınların tribünü olmuş ve millî görüşlü tarih konseptinin oluşmasında önemli rol oynamıştır. Bu konseptin temel hükümleri şunlardır: Eski Türkler gibi Farslar vd. de tarihin belli dönemlerinde İran coğrafyasına göç etmişlerdir. Türklerin tarihsel olarak ortaya çıkışı hâlâ iyi öğrenilmemiştir; onların Azerbaycan’da ilk kez ne zaman yerleştiği hakkında tutarlı fikir söylemek mümkün değildir; ancak rahatlıkla iddia edilebilir ki, Türkler miladın başlarından itibaren Azerbaycan topraklarında yerleşmeye başlamışlardır; Türklerin Orta Asya’da başlayan güçlü ve kölelik tanımayan tarihiyle, bu tarihi yaratanların varisleri onur duymalıdırlar. Arap istilasından sonra İran’ın güçlü hükümdarları olan Türkler, Fars dilinin devlet kurumları ve kültürel hayatta kullanılmasını sağlamışlardır.
Varlık, kendini ‘kültür dergisi’ olarak tanımlamasına rağmen, millî organ olduğu için siyasi konularda da fikir bildirmek zorunda kalmıştır. Derginin devamlılığını sağlamak için (Güney Azerbaycan’da en sürekli yayın organı oldu) söz konusu fikirler genellikle dolaylı yollarla açıklanmıştır.
Mevcut şartlarda Pan-İranizm ve Fars ırkçılığı ile mücadelenin en etkili yollarından biri Pehlevi rejiminin millî azınlıklar politikasının eleştirilmesi ve ifşası sayılmıştır. Dolayısıyla yakın geçmişle ilgili yazılan makalelerin temel amacı, bu rejimin Türklüğe vurduğu darbelerin izahı olmuştur. Sayısız yazılarda Şah rejiminin Azerbaycan’da yürüttüğü Farslaştırma politikası öfke ve nefretle anılır, onların zulüm politikasının şekil ve yolları açıklanıyordu. Varlık dergisine göre, Pehlevi rejiminin Azerbaycan Türklerinin varlığını inkâr etmesi, zorla Farslaştırması, gerici bir politika olarak çok milletli bir ülke olan İran’ın normal gelişimine karşı yönelmiştir. Mevcut İslam rejimi Pehlevi geleneğinden vazgeçmeli, Fars olmayan halkların haklarını sağlamalıdır.
Varlık dergisinin (bu düşünce diğer Türk yayın organları için de geçerlidir) teessüfle üzerine gitmediği/gidemediği bazı konular vardır: örneğin dil ve kültür alanında ırkçı siyasetin ifşasına pek dikkat göstermemiştir. Ayrıca dergide, toplumsal yaşamın diğer alanları pek az izlenmiştir. Sosyo-ekonomik alan ise tamamen gözden uzak tutulmuştur. Hassas bir siyasi konu sayıldığı için 21 Azer Hareketi konusuna da bilinçli olarak girilmemiştir.
‘İran hepimizin vatanıdır’ söylemini sık sık tekrarlamakla birlikte, Varlık dergisi Birleşik Azerbaycan fikrine de yabancı kalmamıştır. Kuzey Azerbaycan’ın eski İran’ın bir parçası olduğunu iddia eden makaleler, bizce, derginin sürekliliğini sağlamak amacıyla yayınlanmıştır; aynı zamanda tarih ve dil konularını içeren bu tür makaleler Birleşik Azerbaycan idealini gündemde tutmak arzusundan doğmuştur. Kuzey Azerbaycan’ın Azerbaycan adlandırılmasının ‘bir yanlış’ olduğunu ve onun yerine Aran kelimesinin kullanılmasını öne süren asılsız yazılara Varlık yazarlarının, özellikle Dr. Cevad Heyet’in sert bilimsel makaleleri ile karşılık verilmiştir. Kuzey Azerbaycan’ı Güney’de tanıtmak için Ali Bey Hüseyinzade ve M. Emin Resulzade gibi tarihî şahsiyetler, ayrıca Kuzey’li çağdaş yazarlar ve yaratıcı insanlar hakkında birçok makale yayınlanmıştır.
Varlık yayımlandığı dönemde aynı zamanda bir kültürel merkez işlevine de sahip olmuştur. Bu açıdan Arap ve Fars alfabesinin Türkçeye uyarlanması konusunda seminerler düzenlenmiştir; bu seminerlerde kabul edilen yazım kuralları dikkat çekmiştir.[lv] Yazım kurallarının belirlenmesi bir önemli kültürel olay olmaktan öte, İran’da Türkçe yazıların Fars kalıbından kurtarılmasına yardım etmiştir.
Böylece, Varlık dergisi Türk varlığını Fars ırkçılığının saldırılarından korumak için yayınlandı. Bununla da işi bitmedi. O, millî ideolojinin şekillenmesinde önemli bir rol oynadı ve bu misyon bugün de devam etmektedir.
Resmî ırkçı siyasete karşı direniş gösterilmiş ve resmî tarihçiliğin objektif olmadığı, resmî ideolojinin ise ırkçı içeriğe sahip olduğu çeşitli açılardan eleştirilmiştir. Dr. Muhammed Taki Zehtabi-Kirişçi’nin (1923-1998) iki ciltlik İran Türklerinin Eski Tarihi adlı eserinin İran resmî tarihçiliği tezinin tekzibi (çürütülmesi) konusunda önemli rolü olmuştur. Eserin birinci cildinde eski Azerbaycan nüfusunun etnik yapısı, bölgedeki devletler ve kültürler, Makedonyalı İskender’e kadar dönemin siyasi ve kültürel olayları anlatılmıştır.[lvi] İkinci cilt ise İskender’den İslamiyet dönemine kadar yaşanan siyasi, etnik-kültürel süreçleri kapsamaktadır.[lvii] Güney Azerbaycanlı gençler arasında bu kitabın inanılmaz yaygın ve popüler olması, insanları bezdiren resmî tarihçiliğe bir alternatif isteğinden doğmuştur. Yazarın ilk amacı da bilimsel konulara açıklık getirmekten daha çok, resmî tarihçiliğin yalanlarını çürütmek olmuştur. Bu bağlamda dikkati çeken bazı önemli konular vardır; acaba Ahameniler’den önceki dönemlerde, bugünkü İran coğrafyasında dikkate değer devletler ve kültürler var mıydı? Ahameniler devleti, gerçekten resmî tarihçiliğin iddia ettiği gibi muhteşem bir devlet miydi? Partlar’ın (Eşkanilerin, Arşakların) etnik kökeni neydi? Sasani devleti iddia edildiği gibi model devlet miydi?
Resmî İran tarihçiliği, özellikle resmî eğitim sisteminde tarih dersi kitaplarında öğretilen tarih, bugünkü İran coğrafyasında tarihin Ahamenilerle başladığını ve bu coğrafyada diğer devlet ve kültürlerin olmadığını iddia etmektedir. İran resmî tarihçiliği, İran’ın ilk yerli ahalisinin Farsların ataları olduğunu, Fars olmayan halkların buralara ‘sonradan gelmiş unsurlar’ olduğunu iddia ediyor. Dr. Zehtabi’nin eserinin birinci amacı bu yalanı ortaya çıkarmaktır. Yazar bugünkü tarih biliminin bulgularına dayanarak Pers kavimlerinin gelişine dek bu bölgede 3500 yıllık ihtişamlı medeniyetlerin ve devletlerin olduğu fikrini ileri sürmüştür. Zehtabi’ye göre, ‘bu kültürü yaratanlar günümüz Irak coğrafyasında eski Sümerler, günümüz İran’ın batısında, merkezinde ve bütün Azerbaycan ve Hazar’ın güneyinde Arattalar, İlamlar, Kassiler, Hurriler, Kuttiler, Lullubiler, Gilzanlar, Amerdler, Kaspiler, Mannalar ve Urartular’dır.[lviii] “Eski tarih uzmanlarının büyük bir grubu bu boyların eklemeli dillerde konuştuğunu ve Merkezî Asya’dan geldiklerini tespit etmişlerdir. Onlara Sami halklar komşudur; ancak Samiler tarih boyunca Irak topraklarından doğuya ilerleyememişlerdir.’[lix] Yazar, eklemeli dilleri ‘bugünkü Türk dilinin kökü’ olarak görür. Bu coğrafyadaki eski kavimlerin tamamının eklemeli dillerde konuştuğu, eklemeli dillerin mutlaka Türkçe olduğu konusunda bilim dünyasında birbirinden farklı görüşler mevcuttur. Ancak Pers kavimlerinin gelişine dek burada Hint-Avrupa diller grubuna giren halkların yaşadığı bilim çevrelerinde bilinmemektedir. Dr. Zehtabi burada mevcut olan Sümer, Akkad, Elam, Hitit, Kassi, Hurri, Urartu, Asur medeniyetleri hakkında geniş bilimsel bilgiler vermiş, eski dönem Azerbaycan topraklarında kurulmuş olan medeniyet ve devletleri, bu devletlerin komşularıyla ilişkilerini incelemiştir.
Perslerin milattan yaklaşık 900 yıl önce bugünkü İran coğrafyasına yerleştikleri, yani bu coğrafyanın ‘yerli halkı’ [autohton] olmadığı tarih bilimi açısından bilinen bir konudur. Dr. Zehtabi yazıyor ki; Pasargad kabilesinin önderliğinde, doğudan İran coğrafyasına gelerek on tane Pers kabilesinden yerleşik hayata geçen üçü Fars eyaletinde, diger yedisi ise Kirman’da yerleşmişlerdir. “Bu on Hint-Avrupa dilli kavim, Firdevsi’nin Şahname’de gösterdiği gibi İran platosuna gelince, tamamiyle ilkel hayat sürmüşlerdir. Onların yerleştiği bölgede gelişmiş medeniyete sahip eklemeli dille konuşan yerel halkların (Elamlar, Kassiler, Ellipiler) birkaç yüzyıl yönetimi altında yaşayarak onlardan kültür, gelişmiş hayat ve yaşayış tarzı, alfabe, yazı vs. öğrenmişlerdir.”[lx]
Resmî İran tarihçiliği gibi, Avrupa’nın bazı yazarları da Ahameniler devletinin kurulması, kralları hakkında gerçek dışı efsaneler uydurarak onu ilk dünya imparatorluğu olarak sunmuş ve Kuruş, Dariyuş ve diğer kralları gücün ve adaletin sembolü olarak tanıtmışlardır. Dr. Zehtabi tarihî kaynaklara dayanarak Ahameniler devletinin kurulmasını ve devletin kurucusu Kuruş’un hâkimiyeti ele geçirmesini detayları ile kaydetmiştir. Kuruş’un son Mad (Med) İmparatoru olan babası Astiyag’a ihaneti ve ayaklanması, aynı zamanda kendisinin sonu – Massagetlerin kadın kraliçesi Tomris’in kılıcının kurbanına dönüştürülmesini anlatan bölüm özellikle günümüz okuyucusunun dikkatini çekiyor. Zehtabi’nin kitabı Ahameniler hakkındaki iddiaların tarihî gerçeklerden uzak olduğunu açıklıyor ve İran resmî tarihçiliğinin bu yanlış tezini altüst ediyor. İran Türklerinin Eski Tarihi’nin ikinci cildinin başlıca konularından biri Partların etnik kimliği konusudur. Yeni İran tarihçiliğinin kurucusu Hasan Pirnia’nın Partları, Ari ırkından sayması ve Pehlevi dilinde konuştukları tezine katılmayan Dr. Zehtabi, Yunan tarihçilerinin görüşlerini örnek göstermiştir. Firdevsi’nin Şahname’sinde Partlara (Arşaklara) gerektiği kadar dikkat etmemesi de önemli bir soru işareti oluşturmaktadır. Yazar fikirlerinin ispatı için 19. yy. tarihçisi Muhammed Hasan Han Etimadusseltene’nin kitabındaki tezini kullanıyor.
Dr. Zehtabi yazıyor ki, Eşkani (Part) yönetiminin çekirdeğini oluşturan Dahi boyunun Sakaların bir kolu, Türk oldukları hakkında herhangi bir şüphe yoktur. Dr. Zehtabi’nin İran’da 477 yıl hâkim olan Eşkani’lerin etnik kimliği konusunda getirdiği deliller mantığa dayanıyor. O’nun Eşkani imparatorluğu (Parfiya) hakkındaki konsepti resmî tarihçiliğin bakışlarını şüphe altına alıyor ve bu konsepte en azından daha ciddi bir yaklaşım gerektiğini talep ediyor.
Dr. Zehtabi’ye göre, Sasani imparatorluğu (220-622) Eşkani devletinden farklı olarak zora dayanan güç idi. Pers olmayan halkların ve tayfaların haklarına saygı duyulmuyordu.
Yazar, Erdeşir’den başlayarak Sasanilerin Eşkani mirasını tahrip etmeleri hakkında bir tez ileri sürmüştür. Bu gerçeği bazı İran tarihçileri de ifade etmişlerdir. Ancak ne Dr. Zehtabi ne de diğer tarihçiler ne yazık ki bu tezin ispatı ile ilgili pek fazla delil ortaya koymamışlardır.
Zehtabi’nin eserinde Sasani döneminde bu coğrafyaya yeni göç eden Türk boyları hakkında önemli bilgiler vardır. Kitapta Sasani hükümdarlarının Azerbaycan’a göç ettirdikleri Fars dilliler hakkında da geniş bilgi yer alıyor.
Dr. Zehtabi Ahameniler gibi Sasani devletinin de başarılı bir yönetim sergileyemediklerini belirtmiştir. O yazıyor ki; “Zevk ve sefa sürmek, fitne, ahlâksızlık, ihanet, kendisinden başka kimseyi görmemek, taht sevdası, milletleri her türlü hukuktan mahrum etmekten başka bir şey bilmeyen ve düşünmeyen hükümdarların sonu daha farklı olamazdı. Eski İran tarihinde ikinci kez Persler, iç güçlerin ve milletlerin elinden aldıkları iktidarı, dış düşmanların karşısında asla direnç göstermeden, utanç duymadan, kendileri ve maşukalarını alıp kaçmış ve vatanı, halkı ve yönetimi düşmanlara teslim etmişlerdir.”[lxi]
Dr. Zehtabi eserinin ikinci cildini kendisi düzenleyemedi. Ancak kalem arkadaşları onun ölümünden sonra bu cildi yayımlamayı başardılar. Tabi ki kendisi de sağlıklı olsaydı, bu kitap farklı şekilde yayınlanacaktı. Ancak her iki cilt de bilimsel cesaret ve vatandaşlık azmine sahip bir insanın yarattığı bir eserdir. Ancak onun bu veya diğer tezlerine yönelik eleştiriler de yöneltilebilir. Fakat Azerbaycan/Türk millî hareketi amacına ulaşıncaya kadar bu eserin Fars ırkçılığına karşı mahiyeti okuyucu için daha önemli sayılmalıdır.
İran’da Türk milliyetçiliğinin biçimlenmesinde Varlık okulunun bir diğer görkemli temsilcisi Hasan Raşidi’nin şahsı ve Türkler ve İran’da Onların Tarih, Dil ve Kimlikleri Hakkında Araştırma[lxii] adlı kitabı büyük öneme sahiptir. Yazar temkinle ve mühendis hassasiyeti ile Pan-İranist tezleri tartışmış ve onların haksız, insanlığa ve çağa aykırı olan ırkçı mahiyetini ortaya koymuştur. Hasan Raşidi, bu kitabın ortaya çıkış nedenleri hakkında şu ifadeleri kaydetmiştir: “…sırtımızdaki görevin ağırlığını hissederek 85 yıl önceden bugüne kadar, yani Rıza Han’ın iktidara geldiği günden beri, tarihi tahrif edilmiş, kimliği çiğnenmiş, dili ve varlığı inkâr edilmiş, gençleri kimlik krizine uğramış ve ülkede toplum açısından nispi çoğunluğa sahip olmasına rağmen kendi dilinde okulu olmayan Türklerin eski tarihi ve kimliği hakkında araştırma yapmayı ve bu alanda kitap hazırlamayı kendim için bir borç gördüm.”[lxiii] Bu kitap Pan-İranizmin tezlerini ve Fars ırkçılığını sorguluyor ve sonuçta suçlarını onun yüzüne okuyor. Bu sorgulamanın esas maddelerini kısaca ele alalım.
Kitabın başlangıcında yazar, okullarda okutulan tarih kitaplarındaki bazı sahtekârlıklara dikkat çekmiştir; bu da doğal bir vurgudur. Çünkü tarih kitapları ve genellikle tarih bilinci, millî kimliklerin biçimlenmesinde önemli rol oynar. Yazarın vurguladığı gibi, bu tarih kitaplarında, İran tarihi Ahameniler ile başlar; sanki daha önce burada hiçbir halk, hiçbir medeniyet yaşanmamıştır. Oysa Ahamenilerden 4000-4500 yıl önce günümüz İran coğrafyasında güçlü medeniyetlerin varlığı biliniyor. Burada kurulan Sümer medeniyeti, dünya biliminde tartışılmaz bir tarihi gerçek olarak kabul edilir. Sümerlerin dünya medeniyetine katkıları, örneğin ilk kez yılı 12 aya, ayı 30 güne, günü 24 saate, saati 60 dakikaya bölmeleri, ‘ilk destanın’(Gılgamış) burada ortaya çıktığı da bilinmektedir. Bu coğrafyada Sümerlerden başka Elamlıların, Lulubeylerin, Kutilerin, Urartuların, Mannalıların da devletleri ve medeniyetleri dünya tarih literatüründe kaydedilmiştir. Ahamenilerin milattan 550 yıl önce bu topraklarda devlet kurdukları dönemde resmî dil olarak Elam dilinin kullanıldığı da bilinmektedir. Hasan Raşidi’nin üzerinde durduğu önemli konulardan biri de adı geçen eski halkların dillerinin eski Farsçadan tamamiyle farklı olarak eklemeli diller grubuna ait olduğudur.[lxiv] Yazar bu görüşünü kanıtlamak için bir dizi uzman tarihçinin eserlerine atıfta bulunmuştur. İran’da yeni, ırkçı tarihçiliğin kurucularından olan Hasan Pirniya’nın bile Sümer dilinin Ural-Altay dil grubuna ait olduğu düşüncesini de eklemiştir. Yazar bu malum gerçekleri okuyucunun takdirine bıraktıktan sonra sıradan mantığa dayalı soruyu ileri sürüyor: Madem, bugünkü İran coğrafyasında devlet ve medeniyetler tarihi 7000 yıl öncesine uzanıyor da neden Ahamenilerden önceki tarih öğretilmemektedir?
Çünkü bu tarih ırkçıların işine yaramıyor. Aksi takdirde Türkleri sonradan gelen diye aşağılayan resmî İran tarihçiliği, Farsların da bu coğrafyaya diğer yerlerden (Güney Sibirya steplerinden) geldiklerini itiraf etmek zorunda kalacaktır. Sonra Hasan Raşidi sorgulamasının ikinci sorusuna geçiyor.
Fars ırkçılığı, Ahameni ve Sasani dönemleri ile ve bu dönemlerde yaşayan Perslerle övünüyor. Ancak tarihî kaynaklara göre, Persler bu coğrafyaya yerleştiğinde (milattan 900 yıl önce) yüksek bir medeniyete sahip değillerdir. Hasan Raşidi haklı olarak Perslerin buraları işgal ederken karşılarına çıkan tüm medeniyetleri yıktığını vurgulamıştır. Ahameni krallarının gaddarlığı da tarihî kaynaklarda yer almıştır. Ahameniler, Elam imparatorluğunun topraklarını işgal ederken alfabeleri bile yoktu; devlet işlerinde Elam dili ve yazısını kullanmışlardır. Ahamenilerin alfabe ve yazıyı Elamlılardan öğrendiklerini Firdevsi de Şahname’de kaydetmiştir.[lxv]
Tarihî kaynaklar Perslerin din ve ahlak sistemlerinin de pek sağlam olmadığını göstermektedir. Yunanlar Perslere barbar diyerek, onları vahşi kavimler olarak değerlendirmişlerdir. Yunan tarihçileri Perslerin âdetlerine değinip onları alay konusu etmişlerdir. Özellikle evlilik konusunda Perslerin ahlak dışı âdetlerinin altını çizmişlerdir.[lxvi]
Perslerden farklı olarak, örneğin Elamlılar arasında kadının yüksek sosyal statüye sahip olduğunu tarihî kaynaklarda görmek mümkündür. Yazar, tarihsel araştırmalara dayanarak, Türkler ve Moğollar arasında kadının yüksek rolünü karşılaştırmalı olarak ele almıştır. Aynı şekilde Perslerden farklı olarak Türklerin orta çağda ve modern dönemde müziğe verdikleri öneme değinmiştir.[lxvii] Hasan Raşidi’nin bu kitabında üzerinde durduğu önemli konulardan biri de Türklerin bu coğrafyaya yerleşmeleri sorusuna açıklık getirmek olmuştur.
Resmî İran tarihçiliğine göre, 11. yy’da Azerbaycan’ı ele geçiren Oğuz-Selçuklular, 70 yıl boyunca yerel ahalinin – Azerilerin dillerini zorla değiştirmişlerdir. Çeşitli tarihçiler Kesrevi’nin bu tezini[lxviii] farklı şekillerde tekrar ederek devletin Farslaştırma politikasını haklı göstermeye çalışmışlardır. Oysa bu tezin hukuki ve siyasi açıdan hiçbir dayanağı yoktur. Hasan Raşidi yazıyor ki: “Her bölgenin halkı geldikleri bölgeden bağımsız olarak yerleştikleri yeni bölgede bir iki kuşak yaşayınca o ülkenin ve bölgenin yerlileri sayılırlar; ayrıca dilleri ve kültürleri de yeni yerleştikleri ülke ve bölgenin dili ve kültürü olarak kabul edilir.”[lxix] Yazar, Pan-İranizmin yanlış tezinin hiçbir mantığa uymadığını belirterek Amerika’yı örnek göstermiştir. Ona göre, Avrupalı göçmenlerin Amerika kıtasına yerleşmelerinin üzerinden 400 yıl bile geçmiyor. Bu kıtanın yerli halkı Kızılderililer, muhtemelen birkaç bin yıldan beri burada yaşıyorlardır. Konuyu İran ırkçılarının mantığıyla ele alacak olursak, “bu kıtanın yerli dili Kızılderililerin dili olduğuna göre Avrupa’dan bu kıtaya göç eden Amerikalılar bugün İngilizceyi, Fransızcayı ve İspanyolcayı bırakıp, Amerika yerlilerinin (Kızılderili) dilini konuşmalı ve onların soyundan gelmelidirler!”[lxx]
Pan-İranizmin Türkleri sonradan gelen sıfatıyla ele almalarının tarihsel gerçekliğe uygun olmadığını vurgulayan Hasan Raşidi, kendi tezini bu coğrafyayı işgal eden Perslerden 4500-4000 yıl önce bölgede sakin olan eklemeli dilli halkların varlığı ile esaslandırıyor. Zamanla Sakalar, Hunlar, İşğuzlar, Eşkaniler (Partlar), Hazarlar, Peçenekler, Kıpçaklar ve diğer Türk boyları bu coğrafyaya yerleşmiş, daha sonra gelen Oğuzlarla kaynayıp karışmışlardır. Raşidi kitabının önemli bir bölümünü sadece bu konuya ayırmış, çeşitli kaynaklardan, özellikle Arap tarihçileri ve gezginlerinin eserlerinden örnekler vermiştir; böylece Pan-İranizmin asılsız tezini çürütmeyi başarmıştır.[lxxi] Bazı tarihçilerin öne sürdüğü ‘Moğollar Azerilerin dilini zorla değiştirmiştir’ tezi de Hasan Raşidi’nin mantığa dayalı eleştirisinden payını almıştır.[lxxii] Yazar ‘bugün beyaz derili Azerbaycan halkı ile Doğu Türklerinin çehreleri bir birinden farklıdır; dolayısıyla Azerbaycan halkının sadece dili değişmiştir’ tezini de mantıkla yalanlamıştır.[lxxiii] Hasan Raşidi kitabında Türklerin bugünkü İran coğrafyasının yabancısı olmadığını vurgulayarak, Türklerin Farslara ve Fars kültürüne önemli katkıları olduğunu da tarihî ve mantık boyutlarıyla kanıtlamıştır.
Egemen Türk hanedanlarının Farsçayı devlet dili düzeyine yükseltmeleri ve Fars edebiyatına özel ilgi göstermeleri, Ahmet Ağaoğlu, M. Emin Resulzade, Tebrizli Ali, Cevad Heyet gibi önemli düşünürlerce Türk tarihinin dramatik yanlışlığı olarak değerlendirilmiş[lxxiv] ve bunun millî tarihimizde trajik bir olay olduğu da gösterilmiştir. Hasan Raşidi de kendinden önceki hocaların üzüntüyle anlattıkları bu olayın üzerinde durmuştur. İran coğrafyasında yaklaşık 1000 yıl egemen olan Türk hanedanlarını yağmacı ve medeniyet düşmanı gibi ifadelerle aşağılayan Fars ırkçılarını veya Türk mankurtlarını değil, aslında bu hanedanların kendisini kınamak gerekir. Hasan Raşidi de bu hanedanları haklı olarak kınamıştır: “Geçen bin yılda Türk hanedanlarının önemli yanlışlarından biri budur; onlar kendi dillerine özellikle de resmî ve devlet yazışmalarında pek önem vermemişlerdir.”[lxxv]
Pan-İranizmin ideolojik temellerini çürüten Hasan Raşidi, kitabında Fars-Darı dili konusuna da açıklık getirmektedir. İran’ın dilbilimcileri bu dilin Sasanilerden kalma Pehlevi (Fehlevi) dilinden ciddi şekilde farklı olduğunu ve Fars şiirinin Sadi gibi önemli temsilcilerinin bu dili (Farsçayı) medreselerde öğrendiklerini itiraf etmişlerdir. Raşidi yazıyor ki; Selçuklu sarayına ulaşmaya çalışan herkes öncelikle [şimdiki] Afganistan ve Tacikistan’dan getirilen Darı dilini öğrenmeli, sarayın şiir dilinde (Darı) Türk hükümdarların şan-şöhretini övmeli, onların fetihlerine methiyeler dizmeli, karşılığında da hediye almaya çalışmalıydı. Bu tarihî gerçek de gösterdiği gibi, Türkler kendi dillerini yerli halka kabul ettirmemişlerdir; ancak Persler, Türk hükümdarlarının Afganistan ve Tacikistan’dan getirdikleri Farsça-Darı dilini benimsemişlerdir. Sonunda bu dil, uçsuz bucaksız Türk İmparatorluklarında bilim ve din dili olan Arapça ile bürokrasi ve şiir diline dönüşmüştür. Türk dili ise sarayın ve ordunun konuşma dili görevini üstlenmiştir. Kısacası, Pan-İranist iddiaların aksine, kendi dilini değiştiren halk Azerbaycan’ın ‘Azerice’ konuşan halkı değil, günümüz İran’ın merkezi eyaletinin (Fars’ın) Pehlevi dilinde konuşan Pers halkı idi. Onların kendi dilleri sandığı Farsçayı da Türk hükümdarları Afganistan ve Tacikistan’dan getirerek onlara bahşetmiştir.
Hasan Raşidi, eserinin son bölümlerinde ırkçıların mantığa aykırı bir diğer yaklaşımını sorguluyor. Yazara göre, neden Farslar, Afganistan ve Tacikistan’ı kardeş ülkeler ve halkını da kardeş halklar olarak tanımlarken Aras’ın kuzeyindeki Azerbaycan Cumhuriyeti’ni yabancı ülke sayıyorlar? Oysa Aras’ın her iki tarafı aynı milletten oluşur ve aynı coğrafi ismi paylaşıyor. Bu sorunun cevabında, yazar şu ifadeleri kaydetmiştir: Irkçılar “İranlılığı Farslıkla aynı sayarken Fars olmayanı İranlı saymıyorlar.”[lxxvi]
Aras’ın kuzeyinde ‘Azerbaycan’ devletinin bulunması, İran ırkçıları açısından bir tehlike kaynağı olarak değerlendirilmektedir. Raşidi’ye göre, İran nüfusunun çoğunluğuna (30 milyondan fazla) sahip olan, Doğu Azerbaycan, Batı Azerbaycan, Erdebil, Zencan, Hemedan, Kazvin, kısmen Gilan ve İran’ın diğer eyaletlerinde yaşayan Türklerin millî-kültürel sorunları çözülürse, Kuzey Azerbaycan’ın varlığı İran için tehlike olamaz; aksine, Azerbaycan Türklerinin çoğunluğunun yaşadığı Güney Azerbaycan cazibe merkezine dönüşür.[lxxvii] Çok milletli İran’da Fars olmayanların millî haklarını sağlamak yerine ırkçılar, akıl almaz yollarla Kuzey Azerbaycan’ın Güney’e etkisini ortadan kaldırmaya veya azaltmaya çalışıyorlar. Kesrevi’nin tezini daha da bayağılaştırarak, İnayetullah Rıza gibi ırkçılar Aras’ın kuzeyindeki devletin ‘Azerbaycan’ isminin tarihe ‘uygun olmadığını’ toplumsal bilinçte yerleştirmeye çalışmaktadırlar. Onların iddialarına göre, Aras’ın kuzeyi güya daima Aran olarak bilinir. Hasan Raşidi bu yaklaşımın tarih bilimi açısından tamamen asılsız olduğunu geniş araştırması ile ispat etmekte ve siyasi amaçlarla ileri sürüldüğünü ifşa etmektedir.[lxxviii]
İran içindeki Türkler’in fikir hayatında ortaya çıkan bu değişikliklerle birlikte onun dışında Güney Azerbaycan asıllı yeni millî aydın kesimin ve onların eserlerinin ortaya çıkması önemli bir gelişme sayılmalıdır. Prof. Gulamrıza Sabri-Tebrizi, Dr. Seyid Ziyaeddin Sedreleşefi, Dr. Maşalla Razmi, Dr. Ali Rıza Askerzade, Ali Rıza Erdebili, Mehran Baharlı vb. aydınlar millî meselenin çeşitli yönlerini araştırmış, millî idelojinin oluşmasında önemli katkılarda bulunmuşlardır.[lxxix]
İslam devriminden sonraki dönemde tarihî ve ideolojik fikirde durum konusunu özetlerken bu sahada hassas gelişmelerin yaşandığını da vurgulamalıyız. Varlık okulunun görkemli temsilcilerinin, sırasıyla Dr. Hamid Nutki, Dr. Cevad Heyet, Dr. Muhammed Taki Zehtabi, Hasan Raşidi gibi fikir adamlarının faaliyeti sonucunda resmî İran tarihî-ideolojik fikrinin Azerbaycan ve Türklük konusunda nesnellikten uzak, suçlayıcı, aşağılayıcı görüşleri yalanlanmış, millet inşası sürecinin önemli taleplerinden biri – tarihî geçmiş hakkında inandırıcı, nesnel millî anlayışın esasları oluşturulmuştur. İşte millî fikir hayatındaki bu yeni olay yeni neslin bir bölümünün resmî Pan-İranist ve ırkçı ideolojinin etkisinden çıkmasına, millî hareketin yeni aşamasının başlamasına ivme kazandırmıştır.
Yukarıda da değinildiği gibi, devrim döneminde ülkedeki millî azınlıklar (siyasi statüsüne göre) meselesinde yenilik olacağı beklentisi hâkim idi. Genel değişiklik havası içinde nihayet Fars olmayanların da problemlerinin çözüleceği yönünde ümitleri vardı. Ülkenin geleceğinin görüşüldüğü toplantılarda siyasi parti ve teşkilatların sayısının çokluğu ve onların millî mesele ile bağlantılı bildirileri dikkat çekiyordu. Siyasi partiler en az söylem seviyesinde Fars olmayanların problemlerini dile getirerek onların oylarını almaya çalıştılar.
1980 yılından sonra, Azerbaycan ve diğer Türk toplulukları, Araplar ve Kürtler ile yeni hâkimiyet arasında çeşitli çatışmalar esasen bittikten sonra bu meseleye genel ülke siyasi partilerinin yaklaşımı değişti. Genel İran partilerinin tümü ülkenin bütünlüğü meselesinde yönetimde güçlenmekte olan güçlerin siyasetini desteklediler. Hatta zamanla İran’daki halkların haklarını savunma yükümlülüğünü alan Tude (İran Halk Partisi) bile hâkim rejimden farklı pozisyon ortaya koymadı. Bu partiye göre, İran halkları meselesi İran’ın ‘büyük millî birliği çerçevesinde’ çözülebilirdi.[lxxx] Sol partiler yalnız Kürt meselesinde yönetime nispeten farklı yaklaşım sergilediler. Örneğin, İran Halkının Mücahitleri Teşkilatı ülkede millî meseleye, özellikle Kürt meselesini içeren bildirisinde Kürtlerin özerklik isteklerini kararlılıkla desteklediğini açıkladı.[lxxxi]
Irak ile savaş (1980-88) millî azınlıklar meselesini dondurdu diyebiliriz. Bu meseleden söz edenler ‘vatan haini’ ilan edildiler, onlarla savaş döneminin kurallarına uygun olarak zalimce mücadele edildi. Genel İran partileri bu durumda rahatladılar.
İran’daki Türkler için aşağı-yukarı on yıl süren sessizlik buzunun erimesi Sovyetler Birliği’nin dağılması arefesinde Kuzey Azerbaycan’daki millî-demokratik hareketin başlaması ile alâkalıdır. 1989 yılının sonunda Sovyetler ile İran sınırındaki dikenli tellerin sökülüp kaldırılması, bir müddet sonra kanlı 20 Ocak (1990) olayı, daha sonra ise Kuzey Azerbaycan’da bağımsız bir devletin yeniden kurulması (Ekim 1991) Güney Azerbaycan’da millî hareketin yeni aşamasının başlamasına olanak sağladı. 1992 yılının sonlarına doğru Tahran’da Azerbaycan Cumhuriyeti’nin büyükelçiliği açıldı. Bu olaylar İran’daki Türkler, özellikle Güney Azerbaycan halkı üzerinde büyük bir etki bıraktı.
Aras Nehri’nin kuzeyinde ‘Azerbaycan’ adlı devletin kurulmasına İran hâkimiyeti de kayıtsız kalmadı.[lxxxii] Bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti’nin varlığını kitle iletişim araçlarında gizlemek, bu mümkün olmadığında ise oradaki durumu tahrif etmek, saldırgan Ermenistan’la ilişkileri hiç olmadığı kadar arttırmak gibi konulara el atan Tahran yönetimi, Güney Azerbaycan’da güvenlik sistemini sağlamlaştırmak için ilave önlemler aldı. Bu amaçla Doğu Azerbaycan ostanı arazisinin Kuzey Azerbaycan’la sınır bölgesini ayırıp, doğrudan Tahran’a bağlı, ayrı bir ostana dönüştürmek kararı verildi. Erdebil ve etrafının devlete sadık temsilcileri buranın Tebriz’e bağlılığından çıkmasını olumlu bir çalışma olarak gördüler. Hükümetin resmî temsilcileri olarak onlar da bu bölgenin ayrıca ostan statüsü almasını merkezi bütçeden buraya ilave kaynakların aktarılacağı için teşvik etmişlerdir. Bununla birlikte yeni ostana isim verilmesi konusu büyük itirazlara neden oldu. Yönetim yeni ostana Savalan, Sehend, ya da Erdebil adlarının konulmasını teklif etti. İran İslam Meclisi’nin Azerbaycan’dan seçilen, bu zamana kadar radikalliği ve muhalifliği ile seçilmeyen üyeleri bile Azerbaycan adının bu ostanın üstünden kaldırılmasına itiraz ettiler. Bu mesele Meclis dışında da geniş çapta tartışıldı. Çoğunluk yeni ostan kurulacaksa, adının ‘Doğu Azerbaycan’ konulmasını, Tebriz merkezli ostanın ise ‘Merkezî Azerbaycan’ olarak adlandırılmasını teklif etti.[lxxxiii]
Yeni kurulan ostanın ‘Azerbaycan’ değil, farklı isimle adlandırılmasına itirazları göz önüne alarak İran İslam Meclisi 1993 yılının ocak ayında bu ostanın ’Doğu Azerbaycan’ olarak adlandırıldığını açıkladı. Ancak Cumhurbaşkanı Rafsancani hükümeti bu konuda kararın değişmez olduğunu gösterdi. Yeni bölgenin ‘Erdebil ostanı’ olarak adlandırılması hakkında Meclis’in kendi kararını değiştirmesine sebep oldu. Meclis’teki Erdebil temsilcilerinden biri bu adın (‘Erdebil ostanı’nın) üzerinde ısrar etmenin gerekliliğini ‘Pan-Türkistlerin cinayetkar arzularına’ karşı mücadele amacı ve ‘sınırın diğer tarafında istenmeyen olayların yaşanması’ [Azerbaycan Cumhuriyeti’nin kurulması mı?] ile gerekçelendiriyordu.[lxxxiv] Doğu Azerbaycan ostanının bölünmesi ve yenisinin ‘Azerbaycan’ olarak adlandırılmaması takip eden yıllarda da ülkenin Türk halkının, özellikle öğrencilerin memnuniyetsizliğine sebep oldu. Ülke üniversitelerinde okuyan Meşkinşehir öğrencileri İran devletinin yöneticilerine Mart 1995 [İran takviminin 1373 yılının Ferverdin ayı] tarihli açık mektupda 27 milyonluk İranlı Türk dilliler adından ‘Azerbaycan’ın bir bölümünün bir şehrin adı ile adlandırılmasını tarihî bir yanlış sayarak, bunu kabul etmeyeceklerini’ açıkladılar.[lxxxv]
1994 yılında Kazvin ve etrafının Zencan ostanından koparılıp, ayrı bir ostan ilan edilmesi de ülkenin Türk halkının itirazı ile karşılaşmış, Kazvin’de güvenlik güçleri ile yerel halk arasında çatışmalar yaşanmıştır.
Yine 1994 yılında Urmu Üniversitesi’nin öğrencileri İran medyasında Türkleri aşağılayan yayınlara itiraz olarak yürüyüşler düzenlediler. Onlar aynı zamanda yerel televizyon kanalında Türk dilinde yapılan yayınların süresinin arttırılmasını, ana dilin orta okullarda ve üniversitelerde öğretilmesini talep ettiler.
Medyada Türklerin aşağılanması konusu ilerleyen yıllarda da gündemde yeralmıştır. Öğrencilerin ve halkın çeşitli kesimlerinin devlet büyüklerine yönelik mektuplarında bu mesele vurgulanmış, Pehlevi döneminin bu çirkin uygulamasına artık son verilmesi talep edilmişdir. Mayıs 1995’te İran Radyo-Televizyon Kurumu’nun yaptığı kamuoyu araştırmasına tepki bu anlamda dikkat çekicidir. Kurumun 11 soruluk anket formunda ‘Siz bir Türk ile evlenmeye hazır mısınız?’, ‘Kızınızın bir Türk ile evlenmesine izin verir misiniz?’, ‘Türklerin dini toplantılarına katılır mısınız?‘,’Bir Türk ile komşu olmaya hazır mısınız?’, ‘Bir Türk ile aynı odada çalışabilir misiniz?’, ‘Türkler’in çoğunlukta olduğu mahalleden ev alır mısınız?’, ‘Azeri dilli şehirde yaşamaya hazır mısınız?’, ‘Bir Türk ile git-gel yapmaya [komşu olmaya] hazır mısınız, bir Türk’ü evinize misafir eder misiniz?’ gibi sorular yer almıştır. Tebriz Üniversitesi’nin öğrencileri 9 Mayıs’ta üniversite yerleşkesinde bu ankete karşı itiraz gösterisi gerçekleştirdiler.
Güney Azerbaycan Millî İstiklâl Cephesi’nin bu olayla ilgili 10 Mayıs 1995 tarihli bildirisinde ostandar [vali] Abdülalizade üniversiteye gelip, öğrencileri Vahdet Salonuna toplayarak, ‘binbir oyunla bu gösteriyi bozdu.’ diye gösterilir.[lxxxvi] Daha sonra belgede şunlara değinilmiştir: “Fars şovenistleri Azerbaycan halkının millî kurtuluş mücadelesini Türk-Fars davasına dönüştürmeyi denerler ve böylece bu millî-ilerici mücaleyi lekelerler. Biz böyle bir zamanda daha da dikkatli olmalıyız ve bunu kanıtlamalıyız: Biz hiçbir halkın düşmanı değiliz. Biz ancak halkları esir eden sömürgeci merkezî devlete karşı mücadele etmeliyiz… Azerbaycan toprakları merkezi irtica tarafından işgal edilmiş ve Azerbaycan halkı bu topraklarda yabancılar, esirler gibi hayat sürmektedirler… Esir olmuş milletin iki seçenek dışında bir yolu olamaz. Ya esaret altında, hakaretler, işkencelerle, berbat bir yaşam ya da bütün var gücüyle işgalci düşmanlarla keskin bir mücadele başlatmak. Diğer bir seçeneğimiz yoktur.”[lxxxvii] İtiraz gösterisine katılan öğrencilerin yaydığı ve Dini Rehber’in, Cumhurbaşkanı’nın ofisine, İslam Şura Meclisi’ne, Doğu ve Batı Azerbaycan, Erdebil, Zencan ve Hemedan ostan merkezlerine, bu merkezlerin İmam Cumalarına [müftü] ve de basına gönderdikleri bildirinin dili de çok sert idi.[lxxxviii] Öğrenciler bildiride ‘İranlı’nın var olmadığı, milattan bir kaç bin yıl önce Azerbaycan topraklarında yerleşmiş olan Türk milletinin’ şeref ve onur kırıcı bu kamuoyu anketini lanetliyor, Azerbaycan’ın İran tarihindeki fedakâr rolünü hatırlatarak, ‘30 milyonluk Türk’ün devlet hazinesi hesabına’ çalışan devlet radyo-tv kurumunun (‘Seda ve Sima’nın) bu amacını ülkedeki ırkçı ve ayrımcı yapının bir göstergesi olarak değerlendiriyorlardı.
Güney Azerbaycan’ın çeşitli şehirlerinden Tahran üniversitelerinde öğretim gören öğrencileri de İslam Şura Meclisi’nin Azerbaycan’dan seçilmiş olan temsilcilerine açık mektup gönderdiler.[lxxxix] Söz konusu mektubun kopyası Dini Rehber’in Tebriz, Urmu, Zencan, Hemedan ve Erdebil şehirlerindeki temsilcilerine ve ülke basınına gönderildi. Burada öğrenciler beş paragraftan ibaret taleplerini dile getirdiler. Birinci talep devlet radyo-televizyon kurumunun Türkler ile ilgili hakaret içerikli ve aşağılayıcı yayınlarına Azerbaycan’dan seçilen Meclis temsilcilerinin cevap vermesi gerekliliği hakkında idi: “Bizim Meclis’deki temsilcilerimize sorumuz şudur: Bu tür hakaret ve aşağılamalara ne zaman cevap vereceksiniz?” İkinci talep mevcut Anayasa’nın 15. maddesine uygun olarak ‘27 milyonluk İranlının dili olan Türkçenin’ okullarda eğitime ve ikidilli öğretime geçilmesini; üçüncü talep yeni kurulan ostanın adında ‘Azerbaycan’ sözünün olmaması ve ‘Erdebil ostanı’ adının değiştirilmesini; dördüncü talep Azerbaycan’ın ekonomi ve diğer alanlarda gittikçe gerilediği, Azerbaycan’daki iki modern işletmeden birinin diğer bir merkeze taşınması ve burada durumun iyiliştirilmesini; son talep devlet radyo-televizyonunun Tebriz, Urmu, Zencan, Erdebil ve Hemedan merkezlerinde Türk dilinde yayın yapmasının gerekliliğini içeriyordu. Açık mektubun sonunda bu meselelerin diğer öğrenciler ve halk kitleleri tarafından defalarca dile getirilmesine rağmen, onların hâlâ çözülmediği vurgulanmaktaydı.[xc]
Daha önemli olan ise itirazlara rağmen, devlet radyo-televizyon kurumunun yaptığı kamuoyu anketinin sonuçlarının basında yayımlanması idi. Ankette soruları cevaplayan Farsların çoğunluğunun sorulara olumsuz cevap verdikleri görülmektedir. Yani onlar ankette yeralan meselelerde Türkler ile bir yerde yaşamaya, onlarla akrabalık kurmaya, onlarla iş birliği yapmaya razı olmadıklarını bildirmişlerdir. Kamuoyu sonuçları ülkede yaşayan milletlerin ilişkilerinde gerginliğin olduğunun göstergesi olarak kabul edilmelidir. Bu, aynı zamanda Türklerin durumunda yeni olay-gelenek halini alan etnik hakaretlere Pehlevi döneminden farklı olarak Türklerin artık toplu olarak tahammül etmemelerinin, bu duruma öfkelendiklerinin göstergesi olarak önemsenmelidir. Benzeri bir durum daha sonra da yaşandı. Özellikle, 12 Mayıs 2006’da devlet haber ajansı İRNA‘nın resmî organı olan İran gazetesinde yeralan karikatüre Türklerin şiddetli tepkisi ülke çapında ciddi bir gerginliğin yaşanmasına neden oldu. Onbinlerce insanın spontan şekilde, Azerbaycan’ın bütün şehirlerinde ve Tahran’da sokaklara dökülerek, polisle çatışması meselenin basit bir karikatür sorunu olmadığını gösterdi.
İran gazetesindeki karikatürde Türkler böceğe benzetilmiş, ‘ne yapalım da bu böcekler bizi de böcekleştirmesin?’ başlıklı makaleyle Türklere ve Türk diline açıkca hakaret edilmiştir. Aynı makalede ‘öldürmekle tükenmeyecek bu böceklerin kökünü kesmek için insanların salgılarını tuvalete boşaltmamalarını, bununla bu böcekleri aç bırakarak mahvedilmeleri’ gibi ırkçı görüşler yer alıyordu. Etnik hakarete ilk itiraz eden ülkenin çeşitli üniversitelerinde öğrenim gören Türk öğrencileri oldu. Tebriz ve Tahran öğrencilerinin itirazları domino etkisi yaptı. İran gazetesi, bu karikatür yazarının işten çıkarıldığını açıkladı ve ‘Azeri dillilerden’ özür diledi, dil konusunda aşırı hassasiyetin olmadığı ve olayın büyütülmemesi gerektiği açıklandı. Bu, millî hareket eylemcileri daha da öfkelendirdi. İslam Şura Meclisi’nde Azerbaycan’dan seçilmiş olan temsilciler de yönetimin ayrımcı siyasetine ve Türklere karşı uygulanan hakaretlere şiddetle itiraz ettiklerini açıkladılar. Ekber Elemi, Muhammed Hüseyin Şehriyar’ın İran’da yasaklanmış meşhur ‘Tahranlı [Fars kastediliyor], eşek sen misin yoksa ben mi?’ şiirinin tümünü okudu. Bundan sonra Fars milletvekilleri ile Türk milletvekilleri arasında çatışma oldu. Çatışma, polis müdahalesi ile sona erdi.
İki hafta boyunca devam eden gösteriler kolluk güçleriyle çatışmalar ortamında geçti. Tebriz ve Tahran öğrencilerinden sonra Eher, Parsabad, Erdebil, Hoy, Merend, Zencan, Soyukbulak (Mahabad), Sulduz, Urmu ve diğer şehirlerdeki kanlı çatışmalarda 50’den fazla eylemci öldürüldü,[xci] yüzlerce insan yaralandı, binlerce eylemci hapsedildi. İran’ın yüksek dini rehberi Ayetullah Hamanei bu olayların ortaya çıkmasını geleneksel bahane – Batı’nın tahribatları ile izah etmeye çalıştı ve ‘Azerbaycan’ın bu tahribatlara uymayacağı, düşmana gerekli cevabı vereceğini’ açıkladı. Bu olaylar yabancı ülkelerin basınında da yeraldı.[xcii] İran’ın Bakü ve birçok ülke başkentlerindeki büyükelçilikleri karşısında itiraz eylemleri düzenlendi. Azerbaycan Cumhuriyeti Millî Meclisi’nde İran’daki molla rejiminin anti-Türk, anti-Azerbaycan siyaseti şiddetle kınandı. Türkiye’deki Milliyetçi Hareket Partisi’nin Genel Başkan Yardımcısı Atilla Kaya, partisi adına açıkladığı 26 Mayıs 2006 tarihli bildiride ile ‘Türkler üzerinde oluşturulan baskı ve yıldırma politikalarına itiraz eden İran Türklüğü’nün bu haklı protestosunu kutlayarak, İran’daki soydaşlarımıza hakaret içeren ve onları aşağılayan bu tür yazı, resim, söz ve uygulamaları da şiddetle kınadıklarını’ vurguladı.
Gösterilerde atılan sloganlar millî hareketin radikalleştiğinin göstergesiydi: “Türk dilini atmayız, Fars diline satmayız!”, “Türk’ün dili ölen değil, Fars diline dönen değil!”, “Türk dili İran’da resmî devlet dili olmalıdır!”, “Karabağ’a uzanan yabancı eller kesilmelidir!”, “Kalk ayağa Azerbaycan!”, “Haray, haray, ben Türküm!”, “Kahrolsun faşizm!”, “Kahrolsun şovenizm!”, “Altından olsa kafesim, özgürlüğe var hevesim!”, “Tebriz, Bakü, Ankara, Farslar nere, biz nere?!”, “Taasübsüz millet gerek har [yok] ola!”, “Ben ateşim, ateşle oynama! Alışırsan, yanarsın!”, “Azerbaycan var olsun, düşmanları yok olsun!”
28 Mayıs 2006 yılında İslam Şura Meclisi’nin karşısında gerçekleşen gösteride okunmuş olan bildiri Azerbaycan/Türk millî hareketinin önemli tarihî belgesi sayılmalıdır. Bu belgenin kısa içeriği aşağıdakilerden ibaretti: Son 100 yılda İran’daki milletler kültürel, sosyal, siyasi ve ekonomik şovenizme ve ayrımcılığa maruz kaldılar. Fars şovenizmi iyi biliyordu ki, bir milleti yok etmek için ilk adım olarak ona hakaret etmek ve onun dilini yok etmek gerekir. 7000 yıllık geçmişi olan bu memleketi burada 2500 yıllık geçmişi olan Arya ve Perslere ait memlekete dönüştürmek için onun tarihini tahrif ettiler. Fars olmayanların dillerine Moğol ve Arap vahşilerinin dayattığı dil (!!) adını verdiler ve insan sayılmaları için onların kendi kimliklerinden vazgeçmeleri ve uydurulan kimlik almaları için çeşitli beyin yıkama mekanizmalarından yararlanıldı. Anayasanın 15, 19 ve 20. maddelerinde yer alan sınırlı haklar dahi gerçekleşmedi. Ülke halkının %70’ini oluşturan Fars olmayan milletler ve kavimler 30 yıldır sosyal, ekonomik ve kültürel adalet bekliyor.
Meşrutiyet döneminde ekonomik açıdan birinci sırada olan Azerbaycan geriye gitmektedir. Azerbaycan ostanları en çok göç veren ostanlar arasındadır. Buranın var olan zenginlikleri de merkezî ostanlara taşınıyor ve orada işleniyor.
Mevcut siyasi yönetim bu ülkedeki milletler ve kavimlerin faaliyet alanını daraltmıştır. Maalesef, merkezdeki [genel-İran] siyasi partiler, siyasetçiler ve ülkeyi yönetenlerin çoğunluğu millî çıkarlara dayalı faaliyetleri ülkenin güvenliği açısından tehdit sayıyor, hak arayan faaliyetlere bölücülük, Pan-Türkizm, Pan-Arabizm gibi tanımlamalar yapıyor.
İç politikaya ek olarak dış siyaset alanında da sınırın karşı tarafındakilerle ortak kültür ve siyasi duygulara sahip olan insanlarla ilişkilerde özensizlik var. Bu siyasete bariz bir örnek olarak İran İslam Cumhuriyeti devletinin komşu Ermenistan ililişkilerini gösterebiliriz. İslam ülküsüne göre, Müslümanların canına ve malına saldıran ülkelerle ilişki kurmak haramdır. Ancak nasıl olur da Müslüman Azerbaycan Cumhuriyeti’nin topraklarını işgal eden ve bir milyon insanı yerinden, yurdundan etmiş, on binlerce kadın, çocuk ve yaşlı Şii Müslümanı katleden bu saldırgan ülke ile özel ilişkiler kurulmuştur?
‘Azerbaycan Millî Hareketi’ adlı kültür, kimlik ve adalet talepeden halk hareketi Azerbaycan milletinin bütün kesimlerini etrafında birleştiriyor ve uzun tarihî geçmişe sahiptir. Şeyh Muhammed Hiyabanî’nin Azadistan hareketi, Millî Hükümet (1945-46), devrimin başlarında Müslüman Halk hareketi ve yakın dönemde Azerbaycan millî hareketi millî kimlik ve millî çıkarların sağlanması uğrunda mücadele yürüten bir harekettir. Böyle bir dönemde İslam prensiplerine riayet etmeyi kendi faaliyetinin esası olarak ilan eden 9. hükümetten bu tür gayri insani hareketlere nihayet son vereceğini bekliyorduk. Fakat devletin icra ettiği kültür programları gösteriyor ki, şovenist fikirler hâlâ devlet kurumlarında derin kök salmıştır. Resmî İran gazetesinin basın ahlakını ayaklar altına alması ve 35 milyon Müslüman Türke ihanet etmesi bunun açıkca göstergesidir. [Daha sonra karikatürün niteliği ve bu olaya itiraz hareketi betinlenir.] Ancak şunu da söylemek gerekir ki, bu itiraz yalnız bir karikatüre itiraz değil, bu, Türklere yönelik uygulanan 84 yıllık hakaret ve ayrımcılığa karşı bir itirazdır.
Geçmiş ve şimdiki durumun karşılaştırması gösteriyor ki, kültür programları bir siyasi anlayışın, bir siyasi grubun siyaseti değil, bu devletin yalnız bir dil, bir kültür, bir kimlik tanınmalıdır prensibinden doğar. Bütçeden milyarlarca tümen [İran para birimi] ülke nüfusunun %30’unun kültürünü, dilini, tarihini ve kimliğini güçlendirmek için harcanıyor.
Kaydedilenleri göz önüne alarak, biz, 28 Mayıs 2006 yılı (7 Hordad 1385) tarihinde İslam Şura Meclisi’nin karşısında toplanan miting katılımcıları, şunları talep ediyoruz:
Esas talepler:
Ek talepler:
Devlet 29-30 Mayıs 2006 tarihlerine, yani Azerbaycan Millî Kurultayı’na kadar gerekli kararı versin. Aksi takdirde Azerbaycan’ın millî taleplerinin kabul olunmamasının sorumluluğu devletin ve İslam Cumhuriyeti’nin üzerinde kalır.[xciv]
İran devleti, itiraz hareketinin daha da radikalleşmesinden korkarak 28 Mayıs’ta Tahran mitingini engellemek ve diğer şehirlerde planlanan mitingleri önlemek için askeri-polis gücünü toplayarak saldırıya geçti. Hareket katılımcıları topluca tutuklandılar. Gösteri ve mitingler engellendi. Genellikle iki hafta süren itiraz hareketini 1979 yılının sonlarındaki Müslüman Halk hareketinden sonra en güçlü dalga olarak değerlendirmek gerekir. 28 Mayıs tarihli Tahran mitinginin bu taleplerini ise ülke içinde millî hareketin amaç ve görevlerini özetleyen bir belge olarak değerlendirmek gerekir.
Bu bildirinin 5. maddesi Bezz Kale’sine (Keleyber yakınlarında) yürüyüşün katılımcıları hakkında idi. 1992-1993 yıllarından itibaren süre gelen bu millî yürüyüş 2006 yılında İran hâkimiyetini ciddi şekilde rahatsız etti ve yürüyüşü önlemek için toplu tutuklamaların yapılmasını gerekli gördü. Bezz Kalesi hareketinin gerçekleşmesinde suçlanan yüzlerce aktivist mahkemeye çıkarılmış, onlarca yürüyüş katılımcısı uzun süreli hapis cezası almıştı. 2000 yılının başlarından itibaren Bezz Kalesi hareketi yükselen bir trend ile genişler, gözlemcilerin tahminlerine göre bu yürüyüşe bazı yıllarda bir milyona yakın insan katılıyordu. 9. yy’da Arap/İslam istilasına karşı yönelen Hürremiler hareketinin lideri Babek’in (ölm. 838) doğum günü sayılan haziran ayının başlarında Bezz Kale’sine insanların toplu yürüyüşü, kalenin eteklerinde katılımcıların kültürel-siyasi etkinlikleriyle tamamlanıyordu.[xcv] Bezz Kalesi hareketi millî bilincin biçimlenmesine, millî hareketin teşkilatlanmasına ivme kazandırmakta idi.
Bezz Kalesine yürüyüşün fiilen önlenmesinden sonra millî hareket liderleri faaliyet sahasını değiştirmiş, hareketi futbol stadyumlarına yöneltmiştirler. Tebriz, Tahran, İsfahan ve ülkenin diğer şehirlerinde futbol sahalarına akan millî hareketçiler Tebriz’in ‘Traktor’ futbol takımını desteklemiş, millî sloganlar atmışlardır. Yukarıda sıralanan sloganlara ilave olarak 2013 yılından başlayarak ‘Azerbaycan İran değil!’ sloganı popülerlik kazanmıştır.
Millî hareket 2011 yılında Urmu Gölü’nün hızla kuruması ve hükümetin bu soruna kayıtsız kalmasına karşı itiraz mitingleri yapmaya başladı. Urmu’da, Tebriz’de, Zencan’da ve pekçok şehirde itiraz miting ve yürüyüşlerine katılanlar gölün kurumasına karşı yönetimden etkili tedbirler almasını istemiş, taleplerini miting kararı olarak yöneticilere göndermişlerdi. İslam Şura Meclisi’nde Azerbaycan’dan seçilen temsilciler aynı taleplerle hükümete baş vurarak, acilen önlemler alınmasını talep ettiler. Ahmedi Nejad hükümeti bu taleplerin karşısında âdeta susmuş, daha sonra problemi (Urmu’nun kurumasını) engellemek için çeşitli projelerin hazırlandığını ve gölün kurumasının doğa olayı olduğunu iddia ederek, bu alanda etkili bir çalışmanın mümkün olmadığını, Urmu Gölü’nde suyun seviyesini korumak için önemli miktarda maddi kaynağa ihtiyaç olduğunu, ancak hükümetin bu kaynağı bulamadığını iddia etmişti. Birleşmiş Milletler Teşkilatı Çevre Programına (UNEP) göre, Urmu gölü 500 kilometre yarıçapta yerleşen 76 milyonluk halk için, özellikle bu su havzasının etrafındaki tarım bölgesi (6,4 milyon nüfusu) için hayati önem taşıyan şartlara sahiptir. 1995 yılından sonra Urmu Gölü’nün hızla kurumasının birkaç sebebi vardır: İklim değişmeleri ve yerüstü suların aşırı kullanımı nedeniyle göle akan suyun azalması (%65), havzanın nehirleri üzerinde barajların inşası (%25), gölün yüzeyine düşen yağış miktarının azalması (%10).[xcvi]
Yukarıda da değinildiği gibi, Kuzey Azerbaycan’da 1980’li yılların sonlarında millî-demokratik hareketin yükselişi, Sovyet-İran resmî sınırlarının kaldırılması ve Aras’ın kuzeyinde ‘Azerbaycan Cumhuriyeti’ adında devletin kurulması Güney Azerbaycan’da millî hareketin yeni aşamasının başlamasına ivme kazandırdı. Kuzey’deki nüfuzlu siyasi parti ve teşkilatların faaliyetleri Güney’de de izleniyor, onların amaçları (programları) ciddiyetle tartışılıyordu. Bu programları esas alarak Güney Azerbaycan’da ve Tahran’da aynı Halk Cephesi, Müsavat vs. adlarda siyasi örgütler kuruldu. Edebi-siyasi derneklerin de sayısında ve faaliyetinde değişiklik görünmekte idi. Bu teşkilatlar için balayı 1993 yılının haziran ayına – Bakü’de hâkimiyetin değişmesine dek devam etti. Son olay millî hareketciler için sarsıtıcı darbe oldu. Ancak millî hareketin teşkilatlanma süreci devam etti.
Bu dönemde kurulan ilk siyasi örgütlerden biri Güney Azerbaycan Millî Özgürlük Hareketi’dir (CAMAH). Teşkilatın temsilcilerinin iddialarına göre, örgüt 1988 yılında düzensiz halde faaliyete başlamış, 1991 yılından sonra gizli faaliyetini devam ettirmiştir. Daha sonra “1994 yılında program ve tüzük çerçevesinde belirlediği iç organizasyon kurallarına uygun varlığını ilan etmiş, millî-siyasi mücadele ve propagandaya başlamıştır.”[xcvii] İddialara göre, 1994 yılından sonra örgütün Güney Azerbaycan’da, İran’ın genelinde, Kuzey Azerbaycan’da ve birçok ülkede komite ve bölümleri faaliyete başlamıştır. Teşkilatın programında açıklandığı gibi, “CAMAH uluslararası demokratik teşkilatlarla, Fars şovenizminin esaretinde olan halkların ve bu şovenist siyasetin sonucunda zarar gören Farsların demokratik güçleri ile, nitekim Güney Azerbaycan’da millî özgürlük ve demokrasi uğrunda mücadele eden mevcut güçlerle karşılıklı ilişkide, ancak tam bağımsız program, düzen ve teşkilati kuruluşla Azerbaycan’da bağımsız ve demokratik devletin kurulması uğrunda mücadele eder. CAMAH Güney Azerbaycan Türklerinin millî-siyasi bağımsızlığına nail olmakla birlikte Güney Azerbaycan vatandaşlarının şahsi, ekonomik, siyasi, söz, basın, hareket, inanç, kültür vs. özgürlüğünü sağlamaya yönelik ekonomik-siyasi program ileri sürmüş, bu programı gerçekleştirme azmindedir… CAMAH programını gerçekleştirmek için barışçıl mücadele yöntemlerinden, yani kendi programının tebliği, boykot, direniş, barışçıl gösteri, grev ve meclis mücadeleleri gibi yöntemlerden yararlanmaya üstünlük verir. Ancak mevcut baskıcı rejimde bu demokratik mücadele biçimlerine imkân verilmemesi halinde CAMAH millî özgürlük uğrunda gerici rejimle silahlı mücadele etme hukukunu saklı tutar.”[xcviii] İran’daki mevcut rejim barışçıl müzakereler yolu ile Güney Azerbaycan Türklerinin millî hukuklarını tanırsa CAMAH, ‘Güney Azerbaycan’a İran devleti çerçevesinde Güney Azerbaycan’ın bütün tarihî topraklarını kapsayan mekânda özerk cumhuriyet statüsünün verilmesi; Güney Azerbaycan Özerk Cumhuriyeti’nin bağımsız anayasasının, marşının ve bayrağının onaylanması; Güney Azerbaycan Özerk Cumhuriyeti’nin yasama, mahkeme ve icra organlarının bağımsızlığı; Güney Azerbaycan Özerk Cumhuriyeti’nin bağımsız anayasa mahkemesinin kurulması; Güney Azerbaycan Özerk Cumhuriyeti’nde Azerbaycan Türkçesinin devlet dili ilan edilmesi; Fars bölgelerinde Azerbaycan Türkçesinin yayıldığı ve öğretildiği hacim ve derecede Güney Azerbaycan Özerk Cumhuriyeti’nde Fars dilinin yayılması ve öğretilmesi; Güney Azerbaycan Özerk Cumhuriyetine bütün dünya devletleri ile bağımsız kültürel, ekonomik ilişkiler kurma hukukunun verilmesi’ vs. şartlarda İran’da özerk devlet modeli teklif eder. Özerk devlette dinin devlet işlerinden ayrılması, ‘Kuzey Azerbaycan ve Türkiye Cumhuriyeti ile ilişkiler istisna edilmekle dış siyaset meselelerinin çözülmesi yetkisinin merkezî devletin takdirine bırakılması; Kuzey Azerbaycan ve Türkiye Cumhuriyeti ile olan sınırlar istisna olmakla birlikte Güney Azerbaycan Özerk Cumhuriyeti’nin diğer devletlerle olan sınırlarının korunması merkezî devletin yetkisinde olan askeri birliklerin yükümlülüğüne bırakılması; para basma hakkının merkezî devlette olması’ CAMAH’ın özerklik modelinin önemli başlıklarıdır.99[xcix] Barışçıl mücadele yolu ile Güney Azerbaycan’da özerkliğin mümkün olmaması durumunda CAMAH’ın programı, silah kullanarak onu (Güney Azerbaycan’ı) özgürlüğüne kavuşturma hakkının olduğunu savunur. Aynı programda bu teşkilatın ‘büyük amacının bağımsız, tek ve demokratik Azerbaycan devletinin kurulması’ olduğu beyan edilir.
1996 yılında İran İslam Şura Meclisi için yapılan seçim sürecinde millî hareketin teşkilatlanmasında önemli yenilikler ortaya çıktı. Tebriz Üniversitesi’nin öğretim görevlisi Mahmud Ali Çöhregani (Çağrı Çöhreganlı) Tebriz’den adaylığını ileri sürerek, başarılı seçim kampanyası yürüttü. Onun kampanya döneminde savunduğu asıl talepler Azerbaycan Türkçesine resmî statünün verilmesi ve Azerbaycan ekonomisinin gerilemesinin önlenmesinin gerekliliği idi. Çöhregani’nin bu talepleri seçmenlerin beğenisini kazandı. Ancak olayların bu şekilde gelişmesi İran kolluk güçlerini harekete geçirdi. Meclis üyeliğine adaylar arasında en çok oy alan Çöhregani, iki hafta kadar tutuklu kaldı. İşkenceler sonucunda adaylığından vazgeçti. Bu olay 12 Mayıs’ta Tebriz’de binden çok seçmenin öfkeli gösterisine sebep oldu. Polisle yaşanan çatışmada birkaç gösterici hayatını kaybetti. 2000 yılında yapılan seçimler öncesinde Çöhregani’nin adaylık girişimi engellendi. Bu süreçte artık CAMAC yerel örgütlerini kurabilmiş, Çöhregani’yi lider seçmişti. Çöhregani yurt dışına çıktıktan sonra CAMAC’dan ayrılmış, esasen yurt dışında faaliyettini sürdüren Güney Azerbaycan Millî Uyanış Hareketi (GAMOH)[c] adında teşkilat kurmuştur.
İslam devriminden sonra İran’dan yabancı ülkelere göç eden büyük miktarda (4 milyon olduğu tahmin ediliyor) göçmenler arasında Türklerin sayısı muhtemelen ülke nüfusunda Türkler’in (%40) sayısına uygun idi. Bu göçmenlerin büyük bölümü sol siyasi parti ve teşkilatların (Mücahitler, Fedailer, Tude vb.) üyesi idi. Siyasileşmiş göçmenler topluluğu yurt dışında hızla teşkilatlandı.
Türklerin büyük bölümü yurt dışındaki İran kültür derneklerine katılmadılar, önceki nesilden farklı olarak onlar kendilerinin kültür derneklerini kurdular. Avrupa’nın başlıca ülkelerinde – Birleşik Krallık, İsveç, Norveç, Finlandiya, Danimarka, Almanya, Fransa, Hollanda ve diğer ülkelerde Azerbaycan Kültür Merkezleri kuruldu, bazılarında (İsveç, Almanya vs.) ise onların federasyonları oluştu. ABD ve Kanada’daki kültür dernekleri Avrupa ülkelerindekiler kadar aktif olmasa da yeni nesil göçmenlerin teşkilatlanması işine ivme kazandırdı. Kültür dernekleri adlandırılmasına bakmaksızın, onlar aktif şekilde siyasi işlerle uğraştılar. Bu derneklerin temelinde yurt dışında faaliyette olan siyasi teşkilatlar kuruldu. İlginçtir ki, sol teşkilatlardaki Türk hareketcilerin büyük bölümü önce üye oldukları partilerini terk edip, millî temelde parti kurmaya başladılar. Esasen yabancı ülkelerde faaliyette olan siyasi teşkilatları program amaçlarına göre birkaç grupta inceleyebiliriz.
Tüzüğünde Güney Azerbaycan’ın bağımsızlık amacının yer aldığı siyasi örgütler arasında aktifliğine göre Vahit Bağımsız Azerbaycan Cephesi, Güney Azerbaycan Millî Bağımsızlık Cephesi, Güney Azerbaycan Millî Diriliş Partisi, Azerbaycan Kurtuluş Teşkilatı, Azerbaycan Bağımsızlık Şurası, Azerbaycan Millî Hareketi, Güney Azerbaycan Bağımsızlık Partisi, Güney Azerbaycan Millî Özgürlük Cephesi, Azerbaycan Demokratik Millî Birlik Şurası çalışmalarını devam ettirmiştir. Bu teşkilatların önemli bölümü Mart 2014’te Sürgünde Güney Azerbaycan Parlamentosu adlı kurumda birleştiklerini beyan ettiler. Siyasi teşkilatların programları âdeta Azerbaycanın dramatik tarihinin, özellikle yakın geçmişinin analizi ile başlıyor. Pehleviler ve İslam Cumhuriyeti döneminde Türklüğe karşı zulüm siyasetinin uygulandığı vurgulanıyor. Aynı zamanda Meşrutiyet hareketinden başlayarak yerel özerk yönetim uğrunda mücadele tecrübesinin başarısızlığı sebebiyle bağımsızlık programının zorunluluğu gerekçelendiriliyor. Örneğin, Güney Azerbaycan İstiklâl Partisi’nin (GAİP) programında şu ifadeler yeralıyor: “Eğer İran çerçevesinde herhangi diğer totaliter yönetim sistemi, demokrasi, insan hak ve özgürlüklerine anayasa veya vaatlerinde yer verse dahi, o da İran İslam rejiminin Anayasa’sında olduğu gibi kağıt üzerinde kalacak ve hiçbir zaman hayata geçmeyecek. Yukarıda değinilen sebeblere esasen, İran olarak adlandırılan ülkede milletlerin kendi millî ve insani haklarını elde etmenin tek yolu milletlerin bağımsızlığıdır. Biz, İran adı altında esarete mahkum edilen milletlerin kendi kaderini belirlemeleri için bağımsız devletlerin kurulmasını yegâne yol biliyor ve bu milletleri Fars şovenizmine karşı tek cephede birliğe davet ediyoruz ve onlarla birlikte Fars şovenizmini mağlub ederek kendi bağımsız devletlerimizi kurmayı teklif ediyoruz.”[ci]
Yabancı ülkelerde Azerbaycan adına faaliyet gösteren teşkilatların bazıları özerklik uğrunda mücadelenin esassız olmadığını beyan eder, bunu ‘tek İran milleti, çeşitli kavimler’ formülü ile teorik olarak gerekçelendirirler.[cii] Onların arasında nüfuzlu akademik kimliği olan şahıslar da vardır. Çoğunlukla Azerbaycan Demokratik Federalistler Hareketi’nde temsil olunan bu grubun teklif ettiği özerklik modeli istiklâlci kesimin şiddetli eleştirilerine maruz kalmaktadır.
Bu arada şunu da ilave etmek gerekir; İran’da federalizm meselesi Pehlevi döneminden farklı olarak artık tartışılabiliyor. Medyada bu konuda aralılarla makalelerin yer alması İran tarihinde yeni bir olaydır. İran’da Federalizm başlıklı makaleler derlemesinin[ciii] çıkması da olağanüstü olay sayılmamalıdır. Bu kitabı Azerbaycanlı Biliyurdlular Toplumunun Araştırma Merkezi – ABTAM yayınlamıştır. Burada yayınlanan bilimsel makalelerde federalizm anlayışı ve pratiği hakkında geniş bilgi yer alıyor, eski ve orta çağlarda İran’ın yönetim özellikleri, özellikle yerel hâkimlerin imparatorlukların merkezinden uzak olduğu için göreceli bağımsızlığı, Pehleviler dönemindeki aşırı merkeziyetçilik konuları irdeleniyor. Meselelere münasebet ‘çok milletli İran’ prensibine dayanır. Aynı zamanda İran’ın demokratikleşmesi için federalleşmesinin zorunluluğu bilimsel fikri birkaç bölümde vurgulanır.
Ülke dahilinde millî hareketi temsil eden bazı gruplar kültürel özerklik görüşlerini ileri sürüyorlar. Bazı gruplar millî dillere resmî statünün verilmesini hareketin mevcut aşaması için yeterli sayıyorlar. Bazıları ise ‘İran’ı biz kurduk, niye onu Farsların uhdesine bırakalım’ gibi görüşler ileri sürmekte, bir diğer ifadeyle ‘bütün İran’ uğrunda mücadeleyi gerekli sayıyorlar.[civ]
Böylece, İran İslam Cumhuriyeti ve Türklük konusunu toparlamak gerekirse, İslam Cumhuriyeti devletinin ülkedeki Türklere yaklaşımının ilkesel olarak önceki Pehlevi rejiminin siyasetinin devamı olduğunu vurgulamalıyız. Teokratik yönetim de Türklere temel haklarını vermekten vazgeçti. Yeni İran Anayasası’nın ülkedeki ‘kavimlerin ve aşiretlerin eşitliği’ konusundaki şaşalı vaadine rağmen, İslam Cumhuriyeti’nin var olduğu dönemde Pehlevi döneminin Türk düşmanlığı siyaseti devam etmiş, Türk varlığı İran’ın bütünlüğü için tehlike sayılmış, devlet kurumları, ülkenin ırkçı aydın kesiminin yanı sıra Türk bilincinden uzaklaşanlar; Türk halkı arasında doğru millî kimliğin oluşmasına engel olmuş, Türk millî hareketini düşman duygularla takip etmişler. Anayasa’nın 15. maddesinin yanı sıra ‘Yerel yönetimin [hodgerdani] hak ve görevleri’nin belirlendiği ‘yerel dillerin’ kullanımı, bu dillerde yerel yönetim organlarından yararlanma, yerel kültürlerin incelenmesi ve tebliğini içeren maddeler hayata geçirilmedi. İran devleti son on yıllarda Türklüğün ulusal açıdan konsolidasyonu ve teşkilatlanmasının önünü almaya çalıştı.
Bununla birlikte Pehlevi döneminden farklı olarak Türklerin milletleşmesi sürecinde yeni eğilimler kendini gösterdi. Bu süreçte Aras Nehrinin kuzeyinde aynı isimli, aynı milletli Azerbaycan’ın/Türklüğün bağımsızlığına yeniden kavuşması hassas bir faktör oldu. Yakın dönemin dikkat çeken yeniliklerinden biri millî aydınların Azerbaycan/Türk meselesini tarihî ve ideolojik bakımdan kararlılıkla savunmalarıdır. Milletin tarihi konusunda İran resmî tarihçiliğinden farklı olan millî (Türkçü) konsept biçimlendi ve genç neslin ilgisini kazandı. Millî hareket dahilinde siyasi ideolojik akımların meydana çıkması da İran’da Türklerin milletleşme seviyesinin yükselmesinin göstergesi olarak değerlendirilebilir.
[i] Conrad Komorowski, “Carter on the Shah”, Daily World, January 12, 1980; С.Л.Агаев, Иран. Между прошлым и будущим. События. Люди. Идеи. Москва: Политиздат, 1987, с. 17.
[ii] The Middle East, July 1978, p. 14.
[iii] Ervand Abrahamian, Iran Between Two Revolutions, Princeton: Princeton University Press, 1982, p.498.
[iv] Dilip Hiro, İran Under the Ayatollahs, London and New York: Routledge and Kegan Paul, 1985, pp. 66-68.
[v] Bkz:Eldar Babayev, ‘Cənubi Azərbaycan 1978-1979-cu illər İran inqilabında’, Şövkət Tağıyeva və Nəsib Nəsibzadə (red.), Cənubi Azərbaycan tarixi məsələləri, Bakı: Elm, 1989, s. 98-142; Şövkət Tağıyeva, ‘1978-1979-cu illər İran inqilabından sonra Cənubi Azərbaycanda milli hüquqlar uğrunda mübarizə’, Şövkət Tağıyeva və Nəsib Nəsibzadə (red.), Cənubi Azərbaycan tarixi məsələləri, Bakı: Elm, 1989, s.143-174; Şövkət Tağıyeva, Əkrəm Rəhimli (Bije), Səməd Bayramzadə, Güney Azərbaycan. Məlumat kitabı, s.296-303; Maşalla Rəzmi, Azərbaycan və combeşe tərəfdarane Şəriətmədari dər sale 1358, Stokholm: Tribun, 2000, s. 1-200.
[vi] Bu bilgi olayların tanıklarıyla yapılmış söyleşilerden edinilmiştir.
[vii] Keyhan, 27.03.1979.
[viii] Keyhan,29. 03. 1979.
[ix] Ayendegan, 04. 04. 1979.
[x] Bəhram Əfrasiyabi, Səid Dehgan, Talegani və tarix, Tehran: Nilufər, 1360, s. 365-368.
[xi] С.Л.Агаев, Иран: Рождение республики, Москва: Политиздат, 1984, с.274.
[xii] Ayendegan, 09. 07. 1979.
[xiii] A.g.e.
[xiv] Nəsib Nəsibzadə, Bölünmüş Azərbaycan, bütöv Azərbaycan, Bakı: Ay-Ulduz, 1997, s. 212.
[xv] Ettelaat, 20. 12. 1979.
[xvi] A.g.e.
[xvii] Ettelaat, 20. 04 1980.
[xviii] Tebriz doğumlu Şeriatmedari, Kum’da yaşamış, burada Şii teorisi alanında büyük bir alim olarak yetişmiştir. Hocası Ayetullah Borucerdi’nin ölümünden sonra büyük Ayetullah (ayetüllahül-uzma) statüsü kazanmıştır. Ak Devrim’in başlamasından sonra Şah karşıtı harekete katılmış, 1963 yılında hapsedilmiştir. Ancak bu, onun radikalleşmesine neden olmamış, dini-siyasi hareketin ılımlı kanadını temsil etmiştir. Aynı yıl Ayetullah Humeyni’nin büyük Ayetullah unvanını alması ve Şah baskısından kurtulmasında önemli rol oynamıştır. 1978 yılının ocak ayında Şah polisinin, dini okulun iki öğrencisini öldürmesinin ardından açık bir şekilde Şah karşıtı bir tutum sergilemiştir. Devrim sırasında onun ılımlı liberal tutumu ile Humeyni’nin radikal tutumu ters düşmüş, İran’da teokratik rejimin oluşmasına engel olmaya çalışmıştır. Ayrıntılı bilgi için, örneğin, bkz: Dilip Hiro, İran Under the Ayatollahs, p. 117-119; İmpact İnternational, 25 April-8 May 1986, London, vol 16:8, p. 15; Brenda Shaffer, Borders and Brethren. İran and the Challenge of Azerbaijani İdentity, Cambridge and London: MİT Press, 2002, p. 101-103; Şeriatmedari’nin 21 Azer hareketine ve Milli Hükümet’in faaliyetine yaklaşımı tarafsız olmamış, 1946 yılının sonunda Şah birliklerinin Azerbaycan’ı yeniden işgalini alkışlamış, Şahı Tebriz’de karşılayanlar arasında tek yüksek rütbeli din adamı olmuştur. Bkz: Maşalla Rezmi, Azerbaycan və combeşe terefdarane Şeriatmedari der sale 1358, s.24.
[xix] Dilip Hiro, İran Under the Ayatollahs, p. 139.
[xx] İran Times,09.02.1979. Alıntı: Dilip Hiro, İran Under the Ayatollahs, s. 118.
[xxi] Ettelaat, 2 ordibeheşt 1358 (22.04.1979)
[xxii] 22İslam Cumhuriyeti Partisi üyesi olmayan birkaç temsilciden biri olan Mükaddem-Marağeyi İran’ın gelecek parlamentosunun fiilen iki kanattan ibaret olması gerektiğini öne sürdü. Ona göre, üst kanat- Meclis-e Eyalat’ın (Eyaletler Meclisi) varlığı iktidarın merkezi hükümetin elinde toplanmasına engel olabilirdi. Brenda Shaffer, Borders and Brethren. İran and the Challenge of Azerbaijani İdentity, p.91.
[xxiii] Ayrıntılı bilgi için bkz: Şövkət Tağıyeva, Əkrəm Rəhimli (Bije), Səməd Bayramzadə, Güney Azərbaycan. Məlumat kitabı, s.310-311; Maşalla Rəzmi, Azərbaycan və combeşe tərəfdarane Şəriətmədari dər sale 1358, s. 16-195; Dilip Hiro, İran Under the Ayatollahs, p.139-143; Brenda Shaffer, Borders and Brethren. İran and the Challenge of Azerbaijani İdentity, p.95-101; Middle East Economic Digest, vol.23, no-s 49, 50, 51/52, vol. 24, no 2.
[xxiv] Dilip Hiro, İran Under the Ayatollahs, p.141.
[xxv] Keyhan, 21.04.1979; Ayendegan, 08.07.1979.
[xxvi] Yoldaş, 1979, № 8, s. 30; Azerbaycan (Bakü), 1980, № 1, s. 61. Kuruluş toplantısı hakkında geniş bilginin tam metni burada verilmişdir.
[xxvii] Yoldaş, 1979, № 8, s. 30.
[xxviii] Ayendegan, 10.05.1979.
[xxix] İnkilap yolunda, № 9-10, 20.03.1981, s. 40.
[xxx] Bkz: İbrahim Rəfrəf, ‘Ortoqrafi çalışmalarımız ve bugünkü talepler ve teklifler’, Varlıq, yaz 1383, sayı 132-1, s. 86-91; Əlirza Sərrafi, ‘Ortoqrafi seminerinin kararları beş yıllık denemeden sonra’, Varlıq, kış 1385, sayı 143, s. 53-55.
[xxxi] Javad Heyat, ‘Regression of Azeri Language and Literature under the Oppressive Period of Pahlavi and Renaissance after the Islamic Revolution’, First International Conference of Turkic Studies, Bloomington, Indiana, May 19-22, 1983, p. 17.
[xxxii] Doğu Azerbaycan Seda və Sima’nın baş müdürü Gulam Ali Fethabadi’nin 27. 11. 1372 tarihli imzalı talimat mektubunun sureti.
[xxxiii] Varlıq, sayı 9 (32), azer 1360, s.10.
[xxxiv] Müracaatın metni için bkz: Şövkət Tağıyeva, Əkrəm Rəhimli (Bije), Səməd Bayramzadə, Güney Azərbaycan. Məlumat kitabı, s. 315.
[xxxv] Örnegin bkz: William Beeman, ‘Images of the Great Satan: Representations of the United States in the Iranian Revolution’, in Nikki Keddie (ed.), Religion and Politics in Iran: Shi’ism from Quietism to Revolution, New Haven, CT and London: Yale University Press, 1983, p. 211; Shireen Hunter, Iran after Khomeini, New York: Praeger, 1992, p. 94.
[xxxvi] Haggay Ram, ‘The Immemorial Iranian Nation? School Textbooks and Historical memory in Post-Revolutionary Iran’, Nations and Nationalism, vol 6, part 1, January 2000, pp.68, 82.
[xxxvii] Muslim Politics Report, November-December 1995; Hooshang Amirahmadi, ‘İran’da Siyasal İslam’dan Laik Milliyetçiliğe’, Avrasya Etüdleri, cilt 2, sayı 4, Kış 1995/96, s. 28.
[xxxviii] Hooshang Amirahmadi, İran’da Siyasal İslam’dan Laik Milliyetçiliğe, s. 28.
[xxxix] A.g.e., s. 29.
[xl] Burada sadece yazarın birinci kitabını, yani “On İki Yüzyıl Sessizlik; Ahamenilerin Ortaya Çıkışı” (Naser Purpirar, Devazdeh Gerne Sokut. Ketabe evvel: Beramedene Hakhamenişyan, Tahran: Kareng, 1379, 294 s.) adlı kitabını tartışacağız. Bu kitap, Güntay Cavanşir (Gencalp) tarafından Azerbaycan Türkçesine çevrilmiş ve Bakü’de basılmıştır (Nasir Purpirar, On İki Əsr Sükût, Çevirən Güntay Cavanşir, Bakı: Azərbaycan Milli Ensiklopediyası Nəşriyyatı, 2002, 280 s.).
[xli] Nasir Purpirar, On iki əsr sükut, s. 49.
[xlii] A.g.e., s. 68.
[xliii] A.g.e., s. 60.
[xliv] A.g.e., s. 49.
[xlv] Kitabın diğer bir yerinde yazar, Ahamenilerin kökeni hakkında daha somut bilgiler ileri sürmüştür: “Ahameni hanedanları üzerine yapılan antropolojik incelemelerin sonucu, onların Orta Doğu halkı olmadığı kanıtlanmıştır.”
[xlvi] A.g.e., s. 92.
[xlvii] Çağdaş Farsçada bu lakaptan ‘Perse zeden’ (aylak gezmek, avare gezmek) fiili türemiştir. Hatta bazı İran halkları, köpeğin havlaması için de ‘pars’ fiilini kullanmaktadır. A.g.e., s. 229.
[xlviii] Nasir Purpirar, On iki əsr sükut, s. 91-92.
[xlix] A.g.e., s. 256-257. Ahameni sözü iki bölümden oluşur: Aha- dost ve meniş–fitret, karakter, s. 166.
[l] Nasir Purpirar, On iki əsr sükut, s. 147.
[li] A.g.e., s. 46.
[lii] A.g.e., s. 267.
[liii] Örneğin, bkz: Yaşar Urumçi, ‘Govmiyyəte mərdome Azərbaycan və təşkil-i zəbane Torkiye Azərbaycani’, Varlıq, 1372, sayı 89, s. 72-79; Golamreza Golami Guşçi, ‘Zəbane Torki və Tork-zəbanane İrani’, Varlıq, 1373, sayı 94, s. 69-71; Mir Hidayət Hisari, ‘Madaylar (Madlar)’, Varlıq, 1379, sayı 116-117, s. 16-25; Mir Hidayet Hisarı, ‘Mannalar’, Varlıq, 1380, sayı 122-123, s. 9-19; Mir Hidayet Hisari, ‘Elam ölkəsi və mədəniyyəti haqqında (2)’, Varlıq, 1382, sayı 128, s. 43-53.
[liv] Dr. Cəvat Heyət, ‘Azərbaycan’ın Türkləşməsi və Azəri Türkçəsinin təşəkkülü’, Varlıq, 1993, sayı 87-4, s. 20.
[lv] Bkz: İbrahim Refref, ‘Ortografi çalışmalarımız ve bugünkü talepler ve teklifler’, Varlıq, yaz 1383, sayı 132-1, s. 86-91; Rıza Sarraf, ‘Ortofrafi seminarının qərarları beş illik sınaqdan sonra’, Varlıq, kış 1385, sayı 143, s. 53-55.
[lvi] 56Məhəmməd Tağı Zehtabi (Kirişçi), İran Türklərinin Əski Tarixi, Birinci cild, Təbriz: Nəşre Əxtər, 1377 (1998), 880 s.
[lvii] Məhəmməd Tağı Zehtabi (Kirişçi), İran Türklərinin Əski Tarixi, İkinci cild, Təbriz: Nəşre Əxtər, 1379 (2000), 696 s.
[lviii] Məhəmməd Tağı Zehtabi (Kirişçi), İran Türklərinin Əski Tarixi, Birinci cild, s. 2.
[lix] A.g.e.
[lx] A.g.e., s.3.
[lxi] Məhəmməd Tağı Zehtabi (Kirişçi), İran Türklərinin Əski Tarixi, İkinci cild, s. 569.
[lxii] Həsən Raşidi, Torkan və Bərrəsiye Tarih, Zəban və Hoviyyəte Anha dər İran, ikinci baskı, Tehran: Əndişeyi nou, 1387, s. 315., Bu kitap yazarın 1383 (2004) yılında yayımlanmış nispeten küçük hacimli, 36 sayfalık Zəbane Torki və Mougiyyəte Gozəşte və Konuniye An Dər İran (Bohrane hoviyyet)[Türk Dili, İran’da Onun Geçmişteki ve Günümüzdeki Durumu (Kimlik Krizi)] eserinin geniş seçeneğidir.
[lxiii] Həsən Raşidi, Torkan və Bərrəsiye Tarih, Zəban və Hoviyyəte Anha dər İran, s. 11-12. Bu alıntı Türkçe’dir. Yazar kitabına Türkçe Başlanış adlı küçük bölüm ve hayli alıntı eklemiştir.
[lxiv] Həsən Raşidi, Torkan və Bərrəsiye Tarih, Zəban və Hoviyyəte Anha dər İran, s. 70. Adı geçen aşiretlerin hepsinin dillerinin sondan eklemeli diller olması halen tartışma konusudur. Ama onların eski Farsçanın da dahil olduğu analitik diller grubuna ait olmaması yerleşik fikirdir.
[lxv] Həsən Raşidi, Torkan və Bərrəsiye Tarih, Zəban və Hoviyyəte Anha dər İran, s. 100-101.
[lxvi] A.g.e., s. 19-23.
[lxvii] A.g.e., s. 236-240.
[lxviii] Kesrevi’nin “Azeri dili” teorisi ve diğer tehrifleri için bkz: Həsən Raşedi, ‘Zəbane Azəri və Təhrifate Tarihiye Kəsrəvi’, Varlıq, yaz 1353, sayı 132-1, s. 60-71.
[lxix] Həsən Raşidi, Torkan və Bərrəsiye Tarih, Zəban və Hoviyyəte Anha Dər İran, s. 115.
[lxx] A.g.e., s. 96.
[lxxi] A.g.e., s. 75-117.
[lxxii] A.g.e., s. 98.
[lxxiii] A.g.e., s. 241.
[lxxiv] Ayrıntılı bilgi için kitabdaki Ahmet Ağaoğlu İran Hakkında, Resulzade’nin Çağdaş “İran Türkleri”, Resulzade’nin Çağdaş “Nizami”si, Tebrizli Ali’nin Feryadı, Varlık Ekolü adlı bölümlere bakılabilir. Nesib Nesibli (ed.), Azerbaycan Türklerinin Önderleri, Ankara: Berikan, 2017.
[lxxv] Həsən Raşidi, Torkan və Bərrəsiye Tarih, Zəban və Hoviyyəte Anha Dər İran, s. 36-37.
[lxxvi] A.g.e., s. 271.
[lxxvii] 77 A.g.e., s. 274.
[lxxviii] A.g.e., s. 275-306.
[lxxix] Eserleri hakkında Kaynaklar bölümüne bkz.
[lxxx] Hezbe Tudeye İranın məramnamə layihəsi,[yersiz], 1360 (1981), s. 13.
[lxxxi] 81Melliyətha və məsəleyi xəlqe kord dər İran, Tehran: Əncoməne Daneşcuyane Mosəlmane Daneşqahe Sənətiye Şərif, 1981.
[lxxxii] Bkz:Nasib Nassibli, ‘Azerbaijan-İranian Relations: Past and Present’, Journal of Azerbaijani Studies, vol. 2, no 1, 1999, pp. 12-21.
[lxxxiii] Varlık, Ekim-Aralık 1992, s. 109-110.
[lxxxiv] Bkz:Brenda Shaffer, Borders and Brethren. İran and the Challenge of Azerbaijani İdentity, p. 177.
[lxxxv] Nameye sərqoşadeye daneşcuyane Meşkinşəhriye daneşqahhaye keşvər be heyəte mohtərəme douləte Comhuriye Eslamiye İran, Varlıq, bahar 1373,sayı 1-92, s. 94.
[lxxxvi] Azerbaycan Öğrenciler Harekatı Hakkında Azerbaycan Milli İstiklal Cephesinin bildirisi. 20 ordibeheşt 1374 (yayınlanmamış belge).
[lxxxvii] A.g.e.
[lxxxviii] Eteraziyyeye daneşcuyane Torke Daneşqahe Təbriz və olume pezeşki nesbət be porseşnameye əhanete mərkəze təhqiqat və sənceşe əfkare omumiye səda və sima (yayınlanmamış belge).
[lxxxix] Nameye sərqoşadeye daneşcuyane Azerbaycaniye daneşqahhaye Tehran be məcmee nımayəndeqane Azərbaycan dər Məclise Şuraye Eslami. Xordadmahe 1373 (yayınlanmamış belge).
[xc] A.g.e.
[xci] Amnesty İnternational’a göre (29 Haziran 2006 yılı tarihli MDE 13/074/2006 sayılı genel bildiri), itiraz eylemlerinde 27 kişi, 7 kişi Tebriz’de, 14 kişi ise Sulduz’da öldürülmüştü.
[xcii] Örneğin bkz: Ercan Demirci, ‘İranlı Azeriler’in Karikatür Öfkesi’, Sabah, 24.05.2006; Akşam, 24.05. 2006, Hurriyyet, 24.05. 2006; Fariz İsmailzade, ‘Azerbaijani Public Outraged by Slaughter of Azeris in İran’, Eurasia Daily Monitor, The Jamestown Foundation, May 26, 2006, vol. 3, issue 103;Brenda Shaffer, ‘İran’s volatile ethnic mix’, İnternational Herald Tribune, June 2, 2006; Nayereh Tohidi, ‘Iran: regionalism, ethnicity and democracy’,Open Democracy, 28 June 2006.
[xciii] Burada “Türk” sözü geleneksel Farsçalaştırılmış “Tork” kavramından farklı “vav” harfi ile yazılmıştır.
[xciv] Qətnameye payaniye şerkətkonəndeqan dər mitinqe moğabele məclese şuraye eslami. 7 xordad 1385 (yayınlanmamış belge).
[xcv] Hürremiler harekatı hakkında kitabın ilk bölümlerinde bilgi verilmiştir.
[xcvi] The Drying of Iran’s Lake Urmia and its Environmental Consequences, UNEP Global Environmental Alert Service, http://na.unep.net/geas/getUNEPPageWithArticleIDScript.php?article_id=79
[xcvii] Güney Azerbaycan Milli Özgürlük Harekatı. Merkezi Komitenin bülteni, №1, Eylül 1996, s.1.
[xcviii] http://camah.net/meramname.php
[xcix] A.g.e.
[c] www.gamoh.org
[ci] http://az.wikipedia.org/wiki/G%C3%BCney_Az%C9%99rbaycan_%C4%B0stiqlal_Partiyas%C4%B1
[cii] Örneğin bkz: Seyid Ziyaəddin Sədrələşrəfi, Kesrəte goumi və hoviyyəte melliye İran, Tehran: Əndişeye nou, 1386, 110 s.
[ciii] Federalism dər İran. Məcmueye məğalat, ABTAM, Tahran: Öğrenci görüşü, 1382, 184 s.
[civ] Azerbaycan millî hareketi içindeki mevcut siyasi-ideolojik akımlar hakkında bkz: Nesib Nesibli, Güneyli-Kuzeyli meselelerimiz, Bakü: Aypara, 2013, s. 258-260.