Muasır Medeniyet Yolunda Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması

Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki kanunlar ve Türk Milletinin içindeki duruma açıklık getiren Konuralp Ercilasun yeni bir yazı ile Tekke ve Zaviyeler kanununu inceliyor


Paylaşın:

Atatürk

Cumhuriyetin ilk yıllarında tekke ve zaviyelerin kapatılması, modernleşme açısından en önemli adımlardan biriydi. Bugün buna açıktan karşı çıkanlar olmasa da, maalesef ülkemizde bu kanun fiilen çiğnenmektedir. Hâlbuki devrim kanunlarına ayırdığımız bu seri yazımızda belki de en az izaha ihtiyaç duyan kanunlardan biri bu olmalıydı. Çünkü Türk Milleti, 15 Temmuz 2016’da zihinlerini ve iradelerini bir sözde hocaya devretmiş insanların ne kadar tehlikeli olabileceğini çok açık bir şekilde gördü. Fakat, hâlâ ders alınmamış gibi… İktidar sahipleri problem sadece o yapılanmadaymış gibi davranıyor. Bu sebeple o yapıyla mücadele edilmeye başlandı ama bu sefer yerine başka yapıların önü açıldı. Bu durum iktidarın gerçek tehlikeyi anlamadığını gösteriyor. Mesele bir tarikatın iyi, öbürünün kötü olması değildir. Mesele bu yapıların hepsinin hem devlete hem milletin birliğine yönelik tehdit oluşturmasıdır. Nitekim Cumhuriyetin ilk yıllarında bu tehdit doğrudan hissedildi ve adımlar da bunun üzerine atıldı.

İstiklâlden sonra…

Türk Milleti, askerî ve siyasi istiklâl mücadelesini başarıya ulaştırdıktan sonra çağdaş dünyayı yakalama ve hatta muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma mücadelesine başladı. Bu yöndeki adımlardan biri de tekke, zaviye ve türbelerin kapatılmasıydı. Türk Tarihinin Çağları eserimizde belirttiğimiz üzere her çağın kendine göre bir gerekliliği vardı ve milletler bu yeni çağlarda benliklerini kaybetmek istemiyorlarsa bir takım atılımlar yapmaya mecburlardı.

Bugünkü konumuz olan tekke ve zaviyelere baktığımızda bir dönem önemli görevleri yerine getirdiğini görüyoruz. Fakat, zaman ilerledikçe Türk milletinin medeni gelişiminde bunlar sadece geride kalmamışlar, aynı zamanda bozulmuşlardı da… Artık köhnemiş ve de yolundan sapmış bir zihniyeti devam ettiriyorlardı. Bu husus, Türk aydınlanmacıları tarafından daha önce de tespit edilmiş ve birçok aydın bu konuda çeşitli uyarılarda bulunmuştu.

Diğer yazılarımızda da değindiğimiz üzere bir yandan tarihî gelişim bu yapıları geride bırakıyor, diğer yandan da o dönemde gelişen olaylar tekke, zaviye ve türbeler hakkında kesin kanunlar çıkarmayı gerekli kılıyordu.

Şapka Kanunu ile ilgili yazımızdan da hatırlanacağı gibi tekke ve zaviyeler meselesi, şapka meselesi ile baş başa gitmişti. İkisi de birbiriyle ilgiliydi ve bunlar 1925 yılının başında meydana gelen hadiselerle tetiklenmişti.

Karışıklıklar ve tarikatlar

Olayları tetikleyen hadise Şeyh Sait isyanıydı. Hilafetin kaldırılmasını bahane eden Şeyh Sait, doğuda isyan etmiş ve bahar aylarında genç Türkiye Cumhuriyetini ciddi bir badireye sokmuştu. En önemlisi de bu isyanla uğraşılması sebebiyle Türkiye, Musul meselesinin çözümü öncesinde zayıf düşmüştü. Hatta Musul alınamadıysa bu isyanın büyük etkisi var denebilir. İsyana baktığımızda isyanın elebaşısının şeyhlik sıfatını kullandığını ve doğudaki bazı tekke-tarikat yapılanmalarının desteğini aldığını görüyoruz.

Nitekim isyan bastırıldıktan sonra doğuda kurulan İstiklâl Mahkemeleri, bu ayaklanmada tarikat yapılanmalarının etkin olduğunu tespit ederek doğudaki tekke ve zaviyeleri kapatma kararı almıştı. Mahkemelerin bu tespit ve kararları, aslında tekke ve zaviyeler etrafında kümelenen grupların devlet-vatandaş ilişkisi açısından önemli bir engeli teşkil ettiğini gösteriyordu. Bu şekilde zihnini ve iradesini sözde şeyhine teslim etmiş grupların varlığı devam ettikçe bunlar, her zaman için Türk Milletinin birliğine bir tehdit oluşturacaklardı. Fakat bunların tehdidi sadece devlet kurumuna yönelik değildi, ayrıca bu gruplar bulundukları bölge ahalisine de tasallut etme imkânlarına sahip olacaklardı. İşte bu sebeple diyebiliriz ki, doğudaki bu tespitler, tekke ve zaviyelerin genel durumu hakkında önemli bir rol oynamıştı.

1925 yılının yaz aylarında Atatürk, Kastamonu ve İnebolu gezisine çıktı. Buradaki konuşmalarında özellikle üç konu üzerinde durduğu görülür. Birinci konu tekke, zaviye, türbeler ile bunların başındaki şeyh ve benzeri unvanları taşıyan zevat hakkında halkı bilgilendirmedir. İkinci konu bu unvanları taşıyanların bir takım kıyafetler giyerek kendilerini birer yerel lider konumunda göstermeleri ve halk ile devlet arasında bir aracı kurumu oluşturmaya çalışmalarıdır. Üçüncüsü de kadınların toplum hayatına dâhil olmaları konusudur. Bu konuda Atatürk, toplumun kadın ve erkek olmak üzere bütün bireyleri kapsadığı ve ilerleme yolunda bir bütün olarak çalışma gerekliliğini ifade etmiştir.

Türk Milleti kahramandır…

Dolayısıyla Atatürk’ün vurguladığı konulardan ilki bizim bu yazıdaki konumuza girmektedir. Atatürk, 28 Ağustos 1925’te İnebolu’daki konuşmasını şu sözlerle bitirir:[1]

“Dağları delen, semalarda pervaz eden, göze görünmeyen zerrelerden yıldızlara kadar her şeyi gören, aydınlatan, tetkik eden medeniyetin kudreti ve büyüklüğü önünde orta çağa has zihniyetlerle, iptidaî hurafelerle yürümeğe çalışan milletler mahvolmağa veya hiç olmazsa esir ve zelil olmağa mahkûmdurlar. Hâlbuki Türkiye Cumhuriyeti halkı müteceddit ve mütekâmil bir kitle olarak ilelebet yaşamağa karar vermiş, esaret zincirlerini ise tarihte görülmemiş kahramanlıklarla parça parça etmiştir.”

İnebolu’daki bu konuşmada Atatürk, henüz meseleye somut temas etmese de ana fikri söylemiştir. Burada mühim olan husus, Avrupa milletlerinin hızlı bir şekilde gelişerek dünyanın geri kalanıyla arasını açtığı bir çağda, milletin menfaatinin ne olduğunun doğru bir şekilde tespit edilmesidir. Atatürk, biyoloji ve astronomi ilimlerindeki gelişmelere dahi dikkat çekmiştir. Böyle bir çağda, milletin bekasının ve ilelebet ömür sürmesinin vasıtalarının neler olduğu iyi tespit edilmeliydi. Artık yeni bir çağın ihtiyaçlarına hitap etmeyen kurumlar terk edilmezse, bunlar bir girdap gibi milleti yutarlardı.

Atatürk’ün bu konuşmasındaki son cümlesi ise ayrıca dikkate değerdir. Türk milletine olan yüksek inancı bu cümlede yine dile geliyor. Türk Milletinin sonsuza kadar yaşayacağı fikrini burada da tekrar ediyor. Bununla da kalmıyor, Türk kahramanlığını da vurguluyor. Görüldüğü gibi Atatürk’ün Türk Milletine sevgisi, hayranlığı ve inancı tamdır. Bu fikirleri sık sık konuşmalarında tekrar etmektedir.

Türk Milleti medenidir…

Atatürk, 30 Ağustos 1925’te Kastamonu’daki konuşmasında ise bu konuyu daha açık bir şekilde vurgular. Burada tekke ve türbelerden bahseder:[2]

“Ölülerden medet ummak medeni bir heyet-i içtimaiye için ayıptır.”

“Mevcut tarikatların gayesi kendilerine tâbi olan kimseleri dünyevî ve manevî olan hayatta mutluluğa ulaştırmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin, bütün şümulüyle medeniyetin ışık saçan huzurunda filan veya falan şeyhin irşadıyla maddî ve manevî mutluluk arayacak kadar iptidaî insanların Türkiye camia-i medeniyesinde mevcudiyetini asla kabul etmiyorum.

“Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, tarikat-ı medeniyedir. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kâfidir. Tarikat reisleri bu dediğim hakikati bütün açıklığıyla idrak edecek ve kendiliklerinden derhal tekkelerini kapatacak, müritlerinin artık vasıl-ı rüşt olduklarını elbette kabul edeceklerdir.”

Bu sözler açıktır. Tarikatların gayesi insanların bu dünyada ve öbür dünyada mutluluğunu temin etmek idi. Fakat devir değişmiştir. Artık medeni bir ilerleme gerçekleşmiş, insanların zihinlerini bir takım şeyhlere terk etmeleri eskide kalmıştı. Atatürk, hâlâ kendi aklıyla karar vermeyip aklını şeyhinin inhisarına verenleri ilkel insanlar olarak nitelendiriyor ve böyle insanların Türkiye’de bulunduğuna inanmadığını söylüyor.

Türk akıllıdır…

Takip eden sözü ise zaten meşhurdur. Sözün ana fikri her insanın kendi aklının, fikrinin ve mantığının varlığı; başkasının aklına teslim olmasına ihtiyacı olmadığıdır. Atatürk bu konuda kesin konuşmuştur. Hatta son cümlede görüldüğü üzere bizzat şeyhlerin kendi tekkelerini kapatmaları gerektiğini vurgulamaktadır.

Görülüyor ki Şeyh Sait isyanından sonra mesele daha görünür bir hâle gelmiş, Atatürk de memleket gezisinde bu durumu halkla paylaşmıştır. Kasım ayında Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Önce Şapka Kanunu çıktı. 30 Kasımda da Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılmasına Dair Kanun çıktı. Bu ikisi de birbiriyle yakından ilişkiliydi.

Gerekçedeki gerçekler

Kanunun gerekçesinde üç konu vurgulanır.[3] Birinci konu bu tekke ve zaviyelerde şeyhlerin, samimi duygularla oraya gelmiş olan Müslümanların dinî duygularını istismar ettikleridir. İkinci konu kıyafetle ilgilidir. İnsanları âlimlerden gösteren kıyafeti elde etmek ve bunu giymek son derece kolaydır. Bu tip kıyafetler de sözde şeyhlerin türemesine ve halk üzerinde vesayet kurmasına yol vermektedir. Üçüncü konu da bu kurumların eski zamana ait oldukları, artık kalkınmış memleketlerde bunların muadillerinin olmadığı hususudur. Yani bunlar artık ömürlerini tamamlamışlardır.

Gerekçeden de fark edildiği gibi şeyhlik, dervişlik, tekkeler ve kıyafet hep bir arada ele alınmaktadır. Nitekim kanun metnine de baktığımızda birinci maddenin ilk paragrafında tekke ve zaviyelerin kapatılması kararı vardır. İkinci paragraf da şu cümleyle başlar:

“Alelumum tarikatlarla şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gaipten haber vermek ve murada kavuşturmak maksadıyla nüshacılık gibi unvan ve sıfatların istimaliyle[4] bu unvan ve sıfatlara ait hizmet ifa ve kisve iktisası[5] memnudur.[6]

Bu cümlede birçok dinî unvan ve sıfat yasaklanmıştır. Sadece unvan ve sıfatlar yasaklanmakla kalınmamış, bunlara ait kıyafetlerin giyilmesi de men edilmiştir. Bu cümle bize göstermektedir ki tarikatlar, unvanlar ve kıyafetler meselesi bir bütün olarak ele alınmalı ve hepsine birden bakılmalıdır. Bunlarla ilgili kanunlar çok çeşitli zamanlarda, ihtiyaç kendini somut olarak gösterince çıkarılmıştır. Ama bir bütün hâlinde bakıldığında hepsi birbirini tamamlamaktadır.

Sonuç olarak, tekke ve zaviyelerin kapatılması, vatandaşı bir takım kerameti kendinden menkul insanların tasallutundan kurtarmaya yönelik bir adımdı. Modern devletin bir gereği olarak devletle vatandaş arasına kimse girmemeliydi.

[1] Atatürk’ün sözlerini bugünkü konuşmalarımızı esas alarak biraz sadeleştirdim. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 2. Cilt, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 2006, 218-222.

[2] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 2. Cilt, 223 ve devamı.

[3] Kanunun gerekçesi için bk. TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: 2, Cilt: 19, Ek 3. sayfa.

[4] kullanılmasıyla

[5] kıyafet giyilmesi

[6] yasaktır.

Yazar

Konuralp Ercilasun

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar