Muhteşem Süleyman

Türk’ün ünlü sultanı Kanûnî Sultan Süleyman büyük bir hükümdardı. Sultan Süleyman’ı geçmişteki diğer padişahlarla bir tutmak doğru değildir. Onun kulları arasında şahların, kralların kıskandığı birçok beyler, sultanlar, hanlar ve necaşîler vardır…


Paylaşın:

Kanûnî Sultan Süleyman hükümdar olduğunda ilk iş olarak Osmanlı kanunnâmelerini, Kanunnâmeyi Âli Osman adı altında toplattı. Devrin büyük âlimlerinden Kemalpaşazâde ve Ebussuud efendiler Kanunnâme-i Âli Osman’ın hazırlanmasında Kanuni’ye yardımcı oldular.

Kanunnâme hukukî, idarî, malî, askerî ve diğer lüzumlu mevzuları içine alan başlıklar altında ahali ile askerlerin konumlarını ihtiva ediyordu.

Kanunnâmede yer alan hükümlerin tamamı İslâm hukukundan alınmış, Hanefî mezhebine göre düzenlenmiştir. Örfî hukuk denilen önceki idareden kalan kanunlar ve halkın teamülleri İslâm hukukuna uygunluğu şartı ile kanunnâmeye alınmıştır. 

Kanûnî, hazırlattığı Kanun-i Osmanî’nin uygulanmasında çok titiz davranmış, çeşitli ırkların yaşadığı devletin sınırları içinde halkı adaletle idare etmiştir.

Saltanatının başlangıcından son nefesini verinceye kadar yaptığı bütün işlerde kanuna dayanmış, kanunsuz iş yapmamıştır. Âlimlere çok önem vermiş, konuyla ilgili görüşlerini almış, onların görüşlerini aldıktan sonra kararını vermiştir. Bu sebeple Avrupalıların büyük Senyör olarak tanımladıkları Sultan Süleyman’ı Türkler Kanûnî olarak tanımlamışlardır.

Dönemin tarihçilerinden Celâlzâde Mustafa Çelebi, “Zamanın Nuşirevanı, savaş meydanlarının kahramanı, Türk’ün ünlü sultanı Kanûnî Sultan Süleyman’ı geçmişteki diğer padişahlarla bir tutmak doğru değildir. Onun kulları arasında şahların, kralların kıskandığı birçok beyler, sultanlar, hanlar ve necâşîler vardır…” demiştir.

Kahraman

Dünyaya birçok ünlü padişah gelmiştir. Fakat çoğu kendi halkını ezmiştir. Sultan Süleyman büyük bir imparatorluğu adaletle idare etmiştir.

Orduya çok önem vermiştir. Barbaros’u Cezayir’den getirtmiş kaptan-ı derya yapmıştır. 1538 yılında Barbaros, Avrupa devletlerinin bir araya getirdiği büyük Haçlı donanmasına karşı 16. yüzyılın en büyük deniz zaferini kazanırken, Kanûnî, Boğdan seferine çıkıyordu. Aynı günlerde Hadım Süleyman Paşa, Hint Okyanusu’nda Portekizlilerle savaşıyordu. İstanbul, arka arka gelen zafer haberleriyle  şenleniyordu. Türk akıncıları en parlak dönemini yaşıyorlardı.

Alman, Avusturya orduları Budin’e saldırınca, Kanûnî, Budin seferine çıkmıştı. Fakat Kanûnî ordusuyla daha Edirne’ye ulaşmadan, sayıca az Türk akıncılarının Budin önünde Avusturya ordusunu mağlup ettiği haberini almıştır.

Kanûnî, Süleymaniye Camisinin inşaatı bittiğinde cami inşaatında çalışan bütün işçileri toplayıp haklarını alıp almadıklarını sordu. İşçilere, çalışırken emeklerinin karşılığı fazlasıyla verilmişti. Hiçbir işçi hakkımızı almadık dememiştir. Kanûnî, buna rağmen araştırmasını yaptırdı. İşçilerin çalıştığı günlerinin hakkının ödendiğini teyit etti. Bundan memnun oldu ve işçilerle helalleşti.

Şair 

Kanûnî’yi kazandığı sayısız zaferlerle değil, insanî düşüncelerle tanıtmaya çalışıyorum. Büyük padişah aynı zamanda şairdir de. Bazı beyitleri ilginçtir.

Bir beytinde,

“Bî-vefâ yârin Muhibbî cevrini ma’zûr tut

Yârsız kalır cihânda ayıpsız yâr isteyen”

der. (İnsanları eksikleri ile sev zira kusursuz arayan dostsuz ve arkadaşsız kalır.)

Yine bir beytinde,

“Mülkü dünya kimseye baki değil akıbet berbat olur.

Ey Muhibbi şöyle farzet ki Süleyman olmuşuz.”

Yani “Dünya mülkü kimseye baki değil şöyle farz et ki Hz. Süleyman olmuşuz.” demiştir. Mülk, Hz. Süleyman’a kalmadı demek istemiştir.

Hakka riayet

Kanûnî, Budin seferinden dönmektedir. Ordunun bazı yollardan geçişinde bazı tarlalar zarar görmüştür. Köylülerden biri durumu padişaha anlatmak istemiş fakat görevliler köylüyü padişaha yaklaştırmamıştır. Sonunda köylü elinde bulunan değneği Kanûnî’ye fırlatmak zorunda kalır, Onun dikkatini çekmek ister. Çeker de. Kanûnî, şahsın yanına getirilmesini emreder. Köylü padişahın huzuruna getirilir. Köylünün istediği zaten padişahla konuşmaktır. Sultan Süleyman neden böyle yaptın diye sorar:

Köylü, “biz fakir köylüleriz askerlerinizden bazıları bizim yeni ektiğimiz tarlalardan geçtiler. Ekinlerimiz zarar gördü. Ya bu zararı ödersiniz ya da sizi şikayet ederim” der. Köylünün bu cevabı Kanûnî’yi güldürür. “Beni kime şikayet edeceksiniz diye sorar.” Köylü:

“Siz Kanûnî değil misiniz? Sizi, Kanuni’ye şikayet ederiz.” der. Kanûnî çok memnun olur. Zararlarını hesaplattırarak köylülere karşılığını öder.

Halkına ilgili

Kanûnî, halkın durumunu her zaman takip eder, sıkıntılarının giderilmesini isterdi. Bir gün meclisinde bulunan yakınlarına “Âlemin velînîmeti kimdir?” diye sorar. Mecliste bulunanlar “Elbette ufukların padişahı ve ülkenin sahibi sultanımız hazretleridir.” diye cevap verir.

Cevap padişahın hoşuna gitmez ve şöyle konuşur: “Elbette velînîmet halktır ki, onlar ziraat ve çiftçilikle meşgul olmak için gayret ederlerken adeta huzur ve istirahati kendine haram ederler. Kazandıkları nimetlerle de bizi doyururlar.”

Kanûnî’nin bu sözleri çağının çok ilerisinde bir anlayışı sahip olduğunu gösterir. Bu asırda dahi bazı demokratik ülkelerdeki liderler memleketin asıl sahibinin halk olduğunu idrak edememişlerdir.

Bir gün yaşlı bir kadın saraya gelir, padişahla görüşmek istediğini söyler. Muhafızlar kadını padişahın yanına götürmek istemezler. Kadın çok ısrar eder. Nihayet muhafızlar padişaha yaşlı bir kadının kendisiyle görüşmek istediğini söylerler. Padişah kadını huzuruna kabul eder. Yaşlı kadın Kanûnî’ye evinin soyulduğunu padişahın sorumlu olduğunu, zararının tazmin edilmesi gerektiğini söyler. Kanûnî “Hırsız ne almış ana?” diye sorar. Yaşlı kadın “Hiçbir şey bırakmamış, ne var ne yoksa götürmüşler.” der.

Kanûnî, “Bütün evi götürürken sen ne yapıyordun. Bu kadar ağır uyku olur mu? Kabahatli sensin.” der. 

Yaşlı kadın “Biz padişahımızı uyanık bilirdik meğer sen de uyanık değilmişsin” diye cevap verir. Kadının cevabı Kanûnî’nin çok hoşuna gider. Onun bütün ihtiyaçlarının derhal bizzat kendi mallarından karşılanmasını emreder.

Halkına karşı müşfik olan bu büyük Türk hakanının son seferi Zigetvar’a gitmek üzere halkın alkışları arasında atının üzerinde ilerlerken anlatılan bir olay vardır. Olayı ilk defa Feridun Fazıl Tülbentçi’nin yazdığı Kanûnî Sultan Süleyman isimli kitabında okudum. O zaman belki de romanda abartı yapıldığını düşündüm. Fakat aynı olayı ciddi bir tarihçinin yazdığı başka bir kitapta da okuyunca gerçek olduğunu düşündüm.

Fedakâr

Kanuni on üç seneden beri sefere çıkmıyordur. Yaşlı ve yorgundur. İstanbul halkı yıllardır ordusunun başında sefere çıkmayan padişahı görmek için yolları doldurmuştu. Yaşlı padişah atının üzerinde ilerlerken, kendisini alkışlayan halkına mukabele eder, gönlünü alır, hediyeler verir. Padişah, tam Edirnekapısı’na çıkacağı sırada yol kenarında bir pîr-i fâni görür. Bu ihtiyar adamı Belgrat seferine çıkarken de gördüğünü hatırlar. O pîr-i fâni de Kanûnî gibi ihtiyarlamıştır. Ellerini açıp dua eder: “Padişahım biz senden razı idik. Hak Teâlâ da senden razı ola” der. 

Padişah, pîr-i fâninin sözlerinden seferde öleceği anlamını çıkarmıştır. Öyle de olur. Bu son Zigetvar seferinde Hak’ka yürür.

Kanûnî Sultan Süleyman büyük bir hükümdardı. Sefere çıkarken hasta idi. Atının üzerinde zorlukla duruyordu. Bu halde iken devletinin selameti için uzun ve zorluklarla dolu olacağı kesin olan bir sefere çıktı. 

Büyük adamlar böyledir. Atatürk de Hatay’ı kurtarmak için çalışırken hasta idi. İstirahate ve tedaviye ihtiyacı vardı. Hastalığının ilerlemesine aldırmadı. Hatay’ı kurtarmak için uzun ve yorucu bir çalışma yaptı. Hatay bugün Türk yurdu ise bunu Atatürk’e borçluyuz.

Yazar

Talat Şalk

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar