Yükleniyor...
James Bond, sinema tarihi için son derece kıymetli bir seridir.
Kuşaklar arasındaki ortak hafızanın da bir parçası olan film serisinden hangi aktörler, yönetmenler, müzik sanatçıları, görüntü yönetmenleri gelip geçmedi ki? Heyhat! Serinin ilk filmlerindeki Sovyet karşıtlığı, NATO ordusunun gücü, kötü Doğulu asker ve ajan imajı Sovyetlerin çökmesi ve Kapitalizmin erken zaferi ile beraber yönünü yine aynı coğrafyaya çevirmekten geri kalmadı ve geldiğimiz nokta itibariyle James Bond artık küresel çapta insanlığın sonunu getirmek isteyen bir yapıyı karşısına almaktan hiç ama hiç çekinmiyor.
Filmin başlangıcı bu filmden bir önceki filmi izleyenlerin daha rahat anlayabileceği, onun da ötesinde keyif alabileceği türden tasarlanmış. Genellikle her filmde farklı görmeye alışık olduğumuz Bond kadını yerini Fransız güzel ve başarılı oyuncu Lea Sydoux, geçen filmdeki performansının üzerine ekleyerek oyunculuğuna kaldığı yerden devam ediyor ve son Bond olan Daniel Craig ile aralarında güzel bir uyum oluyor.
Son zamanlarda Türk müzik grubu Pinhani’nin meşhur parçası olan ‘’Dünyadan Uzak’’ isimli şarkıyı dinlemişçesine tatile çıkan Bond ve yarı artık, eski hayatlarını unutmaya, yeni sayfalara doğru yaprak açmaya, yeni ufuklara yol almaya, yeni maviliklere yelken açmaya başlamışken birdenbire Eva Green’i rahmetle yâd edecek olan Bond’un başına gelen saldırı, onun aşkıyla olan o güzel başlangıcını kısa zamanda kötü bir final yaptırıyor.
Bond, tek başına her zaman olduğu gibi bir Terminatör edasıyla rakiplerini alt ediyor ve tatil zevki berbat oluyor. Bundan daha fenası Bond, çok güvendiği ve sevdiği kadını terk ediyor. Onu bir trene gönderiyor ve artık bundan sonrasının bambaşka olacağını anlıyoruz.
Ve…
Muazzam bir açılış sekansı bizleri karşılıyor. Geçmiş filmlere vakıf olanların çok iyi bildiği ve popüler kültürde iyice bilinen, insanların filmi izlemese, oyuncuları tanımasa bile keyif alarak dinlediği müzikler birdenbire beyazperdeyi kaplıyor. Skyfall (2012) ile bana göre zirveyi oluşturan Adele’in enfes yorumunun üstüne genç ve sarkastik karakterli sanatçı Billie Eilish, zirveyi zorluyor. Beyazperde büyüsü olsa gerek…
İkisi arasında gidip geliyorum artık.
Açılışın devamında Bond’un eşini ve eski hayatını bırakması fakat maceranın ve MI6 ekibinin onu bırakmaması elbette -biraz tahmin eden- her seyircinin aklın gelecek cinsten bir sahne karşımıza çıkarıyor. Bu sefer, uzak bir adada kendi bireysel yaşamının zevklerini sürdüren ve bu yazının başlarında kullandığım yelken açıyor ifadesi gerçek oluyor. James Bond, yelkenliyle kaslarını seyirciye gösteriyor. Instagram kullanıcısı ergenlerimizin bayıldığı kısık gözlü fotoğrafların esinlenmesi olarak tahmin ettiğim Bond bakışları, gurup vakti ıslak vücuduyla arz-ı endam ediyor.
Zaten bir Bond filmi için şimdilik bu saydıklarım alışık olduğumuz şeyler değil mi? Güzel kadınlar, iyi makyajlı suratlar, muazzam takım elbiseler aşırı kötü adamlar ve Sovyetler sonrası kötü olan ama bu sefer Batı’nın değil bütün dünyanın sonunu getirmek isteyen tiplere aşina olan seyirci, duygusal dozu giderek artan bir son Craig’i karşısında görüyor. Bu filmin epey farklı ruh halini hissetmemiz açısından önemli olduğunu ifade etmem gerekiyor.
Gel zaman git zaman, amansızca nerden geldiği bilinmeyen İngiliz istihbaratı Bond’un peşine takılıyor ve eski dostunun yanındaki çömez eleman bizim tecrübeli karizmatik Bond’un dikkatini çekiyor. Hatta ona çok konuşmaması, daha ciddi olması gerektiğine dair de tavsiyelerde bulunuyor. Bu tavsiyeleri boşuna vermemesi ve senaryonun ilerleyen safhalarında Bond’un söylediği repliklerin karşımıza vurucu bir şekilde çıkması belki de Hollywood’daki en bayıldığımız ince detaylardan biridir.
Barda karşılaştığı başlangıçta ilk izlenim olarak öylesine gösterildiği düşünülen bir karakterimiz Bond’u kaçamağa davet ediyor ve Bond, her fırsatı bir şölene çevirme tecrübesini kullanacakken bu genç kadının aslında yeni 007 olması bizi zaman zaman güldürse de Daniel Craig sonrası Bond mirasının devamına dair kafamızdaki soru işaretlerini bir nebze giderse bile bir nebze kadar da arttırıyor. Sinema, bugün geldiği nokta itibariyle kamuoyu baskısı ve insanların arzusunun kaçınılmaz tezahüründen mütevellit artık siyahi ve kadın oyuncularını ön plana çıkarma yarışında. Filmdeki yeni 007 bundan mıdır, yoksa oyuncunun gelecek vadetmesi ve yapımcı şirketin, prodüksiyon amirlerinin gelecek hakkında planları mı var? Bu da filmin hem içinde hem de dışında uzunca tartışılması, üzerinde durulması gereken bir diğer mesele olmakla beraber şimdilik bu kadar yer ayırıyorum.
Her şeyden ve bütün sevdiklerinden uzakta kalan yalnızca çarpışma/savaşma odaklı bir hayatı kendine benimseyen yalnız erkek profilinin yükseldiği John Wick serisinin bıraktığı gişe hasılatı ve hayranların olağanüstü ilgisinden de nasiplenen Bond, geçmiş filmin de kötüsü olan ve unutmak istediği yârinin de ailesinin katillerinin peşinden öyle ya da böyle koşuyor. Ian Fleming’in dünyaca tanınan ve Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında Sinema endüstrisiyle buluşturduğu Bond, bugün 25. filmi ile aradan geçen onca kuşağa rağmen kendini izletebilmeyi başarıyor ve adından söz ettiriyorsa ortada küçümsenmeyecek derecede büyük bir başarı vardır.
Son yıllarda iyice alışık olduğumuz after credits (ek sahne) olayına Bond, yeni bir çığır getirmemiş. Şimdi bu kısımla ilgili pek bir şey söylemek istemiyorum.
Filmden çıktığımda IMAX ekranda film izlemeyi özlediğim o kadar belli oldu ki, geçen sürenin hiç farkına varmamışım. Sonunda son derece mesut ayrıldım. Kaldı ki filmi IMAX izlemek istemiyordum, yanımda bulunan arkadaşla en uygun saatimizde IMAX ve 3D olduğunu görünce el mecbur bu şekilde izledik. Sonuçta böylesine bir Aksiyon filmi devasa perdede izlenebilecek.
İyi ki böyle izlemişiz diyorum.