Sadi Bey bizim Atatürk’ümüz değil!

Hepimiz Atatürk’ün aşkıyla büyüdük, onun yolundan gitmeye devam etmeye çalıştık. Yaşantısını, yaptıklarını, kahramanlıklarını, hepsini okuduk. İyi de öğrendik, örnek almaya çalıştık. Atatürk gibi yaşamaya çalışan, Atatürk’ün ülküleriyle bürünmüş bir insan olarak da Sadi Bey’i tanıdık.


Paylaşın:

Sadi Bey’i anlatmadan önce kendimi anlatmalıyım. Çünkü onunla ilgili anlatacaklarımın yerli yerine oturması için buna ihtiyaç var.

Ben milliyetçi bir aileden geliyorum. O bilinçle büyüdüm. Aklımın yeni yeni erdiği zamanlarda bile kendimi ocak gecelerinde bir ağabeyin omzunda Ozan Arif dinlerken hatırlıyorum. Çok kez partide sandalyeleri birleştirip uyuduğumu bilirim. O zamanlar bin parçaya bölünmüş ve her biri ayrı bir yere savrulmuş bir camiamız, herkesin birbirini şerle andığı birkaç partimiz yoktu. O sebeple parti dediğimizde hangisini kast ettiğimiz açıkça anlaşılıyordu. Şimdi “parti” dediğimizde, peşine de “ama”yı getirmemiz gerekiyor. Ne yazık!

Bu kadar politik bir ortamda yetişince, haliyle üniversiteye gelince de bu arayış devam ediyor. Hele bir de Gazili iseniz… Ben de o yıllarda ocaklarla çok haşır neşirdim fakat büyüdükçe, işlerin aile yanındaki gibi olmadığını fark ediyor insan. Ülkü Ocakları algısı özellikle son 20-30 senede çok değişti. Bunu hem kendi tecrübelerimizden hem de okumalarımızdan çıkarabiliyoruz. Okulun 2.-3. sınıfındayken ocakların baskıcı tavrı, tüm iyi niyetinize rağmen karşılığını alamadığınızı görmeniz – bunu maddî manada değil, manevi anlamda söylüyorum- o efsane yılları, 70’leri, 80’leri okuyup bir de içinde olduğunuz mevcut yapıya şöyle bir bakınca eh azıcık da fazla Türk’seniz, yani özgürlüğünüze düşkünseniz benim burada ne işim var demeye başlıyorsunuz.

Benim de öyle zamanlarımdı. Hiçbir yapıyla organik bağ kurmayacağım, bunlar benim için bitti, Atsız’ın müstakil devletçilik anlayışındaki gibi ben de müstakil teşkilatçı olacağım diye söylenip duruyordum. Bir arkadaşım da benzer şeyleri yaşamış ama o Ankara’nın tabir caizse etinden sütünden faydalanmak için elinden geleni yapıyordu. Nerede bir konferans var, nerede bir ekip var mutlaka ilişki kurmaya gayret gösteriyordu.

Bir gün bana Yeniçağ Gazetesi’nde Sadi Somuncuoğlu’nun başkanlığını yaptığı Millî Düşünce Merkezi diye bir yerin haberini gördüğünü söyledi. “Merak ettim, gideceğim ben” dedi. Ben: “Sen istiyorsan git, ben artık hiçbir yere gitmeyeceğim.” dedim. Gitti geldi, “Burçin valla öyle bir yer değil, çok güzel şeyler yapıyorlar; kimler kimler gelip konuşuyor” dedi. Ben epey direndim. O, dernek Balgat’tayken giderdi, ben gitmezdim. Sonra Demirtepe’ye taşınınca “Tamam, bir kere bari gideyim” dedim ve beraber gittik. Gidiş o gidiş… Zamanında ayak direyerek gittiğim Millî Düşünce Merkezi’nde bugün genel başkan yardımcısıyım. Yine de ondan önce “Ben buranın ilk 4 gencinden biriyim” diye övünürüm hep.

Ona neden bağlandık?

Dedim ya, bu detayları anlatmamın bir sebebi var. Sadi Bey’den bahsedeceksek eğer bence değinilmesi gereken iki çok önemli özellik var. Bunlardan birincisi yaş, statü, tecrübe; bütün bunlardan bağımsız bir şekilde insanlara kıymet vermesiydi. Biri onun karşısında konuşmaya başladığında yazıyorsa kalemini bırakır, yüzü başka yere dönmüşse konuşan kişiye doğru vücudunu çevirir, yani bütün işini bırakıp ona odaklanırdı. Belki konuşan kişinin bildiği şeyin 10 mislini bilir ama hiç bilmiyormuş gibi dinlerdi. Bence insanı Sadi Bey’e bağlayan özelliklerden en önemlisi buydu. Elbette ben Sadi Somuncuoğlu değilim ama bana “Sadi Somuncuoğlu olmanın sırrı nedir?” diye sorarsanız; kendimce size verebileceğim sır bu olur herhalde. Bende öyle oldu çünkü…

Düşünün! Yıllar boyu tüm samimiyetinizle bir şeyler anlatmaya çalışmışsınız, okulunuzdan, dersinizden, gençsiniz ama sosyal yaşantınızdan, belki cebinizdeki harçlıktan bile fedakârlık yaparak bir “dava” peşinde koşturmuş, emek harcamışsınız ama karşılığı “sus, izin al, hayır, tartışma, sorgulama” olmuş. Bunun üzerine, hevesinizin kursağınızda kaldığı bir zamanda devlet bakanlığı yapmış, o dava diye bildiğiniz şeyin en önemli temsilcisiyle yıllar geçirmiş, sizin peşine koştuğunuz ocağı kurmuş, hem de 70 yaşını aşmış bir adam, 20 yaşındaki sizi bütün işini gücünü bırakıp gözlerini kocaman açarak pür dikkat dinliyor. Dinliyor ve siz konuştukça yüzüne size huzur ve güven veren bir tebessüm oturuyor. Bu o yaşlarda hem de Türkiye’de yaşayan hem de ülkücü olmaya çalışan hem de kadın olan bir genç için ne paha biçilmez bir şey tahmin edebiliyor musunuz? İşte o sebeple Sadi Bey’i, Sadi Bey yapan en önemli şey insanlara, sadece insan oldukları için kıymet vermesiydi.

İkincisini sözlerimi tamamlarken söyleyeceğim.

Karakteri

Bunun haricinde nezaket, saygı ve tevazu dediğimde de aklıma ilk gelen isimlerden biriydi. Ben yüksek lisansımı Samsun On Dokuz Mayıs Üniversitesi’nde yaptım. Sonra doktora için tekrar Gazi’ye geldim. Samsun’da olduğum zamanlarda bir kurumun daveti üzerine, Bakan Bey de konuk konuşmacı olarak geldi. Geldiğini duyunca ziyaretine gitmek istedim. Programdan bir gün önce gelmiş. Akşam kaldığı yerin lokalinde, davet eden kurum yöneticileriyle sohbet ediyor. Ben içeri girdim. Hemen hepsi benim geldiğimi gördüler, tanıyorlar da… Çoğu akademisyen, profesörlüklerini alanlar var aralarında. Baya rahat bir tavırda oturmuş sohbete devam ediyorlar. Sadi Bey epey uzak mesafeden beni fark etti. Ayağa kalktı, ceketini ilikledi. Yanına gidince de nazikçe tokalaştı, hoş geldin dedi. Diğer hepsi şaşkınlıkla izledi. Böyle nezaket sahibi, saygılı bir insandı.

Gençlerle ilişkisi

Aynı zamanda gençlerin üzerine titrerdi. Gerçekten çok kıymet verirdi. Öyle sırt sıvazlayan veya dert anlatırken yarım kulağıyla dinleyen biri değildi ya da yanındakilere gösteriş yapmak için “Bakın gençlerimiz ne güzel işler yapıyorlar” falan demezdi. Samimiyetle gençlere kıymet verirdi. Çünkü bana göre geleceğin ancak onlarla şekillenebileceğini daha kendisi de gençken idrak etmiş, olgunluğunda da bu bilinçle onlara yol açamaya gayret göstermişti.

Biz Gencay Grubu’ndayken bahar aylarından birinde İlber Ortaylı Hoca’yı davet ettik. Üç arkadaş havalimanında karşıladık, derneğe getireceğiz. Geleceği peronu bize yanlış bildirmişler. Biraz birbirimizi beklemişiz. Hoca oradan bir başladı bizi paylamaya derneğe gelene kadar hem biz azardan nasibimizi yedik hem de Ankara. Ankara’nın ne köylüğü kaldı ne kasabalığı… Üniversiteleri berbat, yemekleri berbat, büyükçe bir taşra kenti! Bizde moral diye bir şey kalmadı tabiî. Arkadaşlara “Ben dönüşte gelmem. Dayanamayacağım bir şey söyleyeceğim ayıp olacak.” dedim. Gitmedim de… Neyse… Derneğe yaklaştık, yakınlarda bizi Sadi Bey karşıladı. O esen gürleyen İlber Hoca’dan eser kalmadı. Sadi Bey’le kucaklaştılar, yemeğe gittiler. Sonra program başladı. Hoca konuştu. Soru cevap kısmı geldi. Hukuk Fakültesi 1. sınıf öğrencisi bir kızcağız soru sordu. Soruyu hatırlamıyorum. İlber Hoca kızcağıza bir bağırdı; Hukuk öğrencisi böyle soru mu sorar diye. Ağzına geleni saydı, kız da daha 18-19 yaşında. Çocuk utancından yerin dibine girdi. Sonra İlber Hoca’nın geldiğini duyunca basından röportaja gelmişler tabiî. Hoca, Sadi Bey’in odasına röportaj vermeye geçti. O anda Sadi Bey kürsüye çıktı. O hukuk okuyan kızın adını sordu. “Otur kızım, çok güzel bir soru sordun. Şimdi ben sana işin doğrusunu anlatayım” dedi ve dakikalarca kızın gönlünü almak için uzun uzun anlattı. Sonunda kız da memnun oldu, Sadi Bey de… İşte gençlere böyle emek ve kıymet verirdi.

Meselelere yaklaşımı

Tabiî bilgi ve birikimi herkesin malûmu… Fakat beraber çalışma imkânı bulunca insanları daha yakından tanıyor ve metotlarının ne olduğunu da öğrenme fırsatı buluyorsunuz. Sadi Bey, bir konuda bir fikir geliştirmeden önce mutlaka o konuyla ilgili kavramları belirlerdi. Hep ülkede kavram sorunu olduğundan yakınır, meselelerin çözümlenememesindeki temel problemlerden birinin de bu olduğunu söylerdi. Salgın döneminde sanal ortamdan toplantılar yapıyorduk, hâlâ da devam ettiriyoruz. O zamanlarda, -tabiî öncesinde de- Türk milliyetçilerinin kavram ansiklopedisi veya sözlüğü çıkartması gerektiğini sık sık söylerdi. Biz de editör arkadaşlarla, İskender Hoca’nın öncülüğünde bu fikri biraz daha somutlaştırarak Wikinar adını verdiğimiz Wikipedia tarzında bir sanal ansiklopedi oluşturduk. Şu an sitemiz hazır, içerik yüklemesi için hazırlıklarımız sürüyor. Sağlığında göremedi ama inşallah bundan sonra o arzusunu vasiyet kabul edip tamamlayacağız.

Özellikle millî meselelerde, hukuk ve uluslararası hukuka çok kıymet verirdi. Her şeyi bu çerçevede değerlendirmek, çözümleri de tartışmaları da bu zemine yerleştirmek gerektiğini savunurdu. “Ancak böyle haklı olabilirsiniz; haklı olduğunuzda da güç sizdedir” derdi.

Yöneticiliği

Aynı zamanda mükemmel bir yöneticiydi. Sadece yönetici değil, çok da iyi bir idareciydi. Bu ikisi arasındaki farkı mesleğe başladıktan kısa zaman sonra, kucağıma bırakılan idarî görevlerimle daha iyi anladım. Sadi Bey, işleri de çok güzel yönetirdi; insanları da çok iyi idare ederdi. Kırmaz, kızmaz ama doğruyu usulünce anlatarak ikna ederdi. Çok iyi bir hatipti. Bu yeteneğinin farkında ama bunun tek başına yeterli olmayacağının da farkındaydı. Bu sebeple daima okur, tarih, siyaset, hukuk gibi konuları bilmeden hiçbir tartışmanın yapılamayacağını ve kazanılamayacağını savunurdu. Şimdinin siyasetçilerine de okumadıkları, tarih, siyaset ve hukuk bilmedikleri için kızardı.

İyi yöneticiydi dedim. Bunun sırrını da adil ve demokrat olmakta bulmuştu kanaatimce. Alparslan Türkeş’le de fazlaca mesai geçirdiği için herkes o dönemleri merak eder, sorardı veya bazı anma toplantılarında bu hususlarda kendiliğinden konuşurdu. 70’lerdeki Genel İdare Kurulu toplantılarını özellikle örnek verirdi. Oradaki demokrat yapıyı, Başbuğ’un bile kendi düşüncesinin aksine bir oylama kararı olursa, kabul edip uyduğunu, hayati konularda onun asla yorum yapmadığını, kurulu dinleyip oylamayla karar aldıklarını anlatırdı hep. Dernekte de böyle bir kuralımız vardı, hâlâ var. Toplantı esnasında herkes sonuna kadar tartışıp fikirlerini çarpıştırabilirdi ama oylama sonucu karar alındıktan sonra artık tek bir yumruk halinde o karara sahip çıkıp uyacaktı.

Ve ülkücülüğü, şehadet edeceğim ülkücülüğü

Pek tabiî ki samimi bir ülkücüydü, Türkçüydü. Türk milletine o kadar bağlıydı ki ben bazen şaşkınlık içinde izlerdim o bağlılığı. Soyut bir şeyden bahsediyorum ama, yani onu görseniz sanki Türk milletine bağlı olmak durumu onunla ete kemiğe bürünüyor ve canlı kanlı karşınızda duruyordu. Öyle hissedersiniz. Gerçekten inanarak yaptı bu işi.

Cenazesinden sonra bir arkadaşımla konuşuyorduk. Hepimiz Atatürk’ün aşkıyla büyümüş insanlarız ve onun yolundan gitmeye devam etmeye çalışan kişileriz. Onu hep okuduk. Yaşantısını, yaptıklarını, kahramanlıklarını, hepsini okuduk. İyi de öğrendik, örnek almaya çalıştık. Atatürk gibi yaşamaya çalışan, Atatürk’ün ülküleriyle bürünmüş bir insan olarak da Sadi Bey’i tanıdık. Atatürk’ü okuduk, Sadi Bey’i yaşadık. Yanlış anlaşılmasın, bizim Atatürk’ümüz Sadi Bey demiyorum birileri gibi. Bizim bir tane Atatürk’ümüz var o da Gazi Mustafa Kemal Atatürk. Ancak bugün Atatürk’ü saçına toka, üzerine t-shirt, kafasına şapka yapan Atatürkçülere bakıp bir de Sadi Bey’i görünce, insan Atatürk’ü çok daha iyi anlıyor. Onun fikirlerini, bir asır sonraki nesillere aktaran, bununla da kalmayıp Atatürk gibi o güzel fikirlerle hemhâl olmuş birini görünce, hem de böylesi bir çetin zamanda, ötelerden Atatürk’le konuşuyor gibi hissediyorsunuz.

Bunu nereden anladın diyeceksiniz belki. Konuşmalarımızda, memleket meseleleriyle ilgili bizlere öğütler verirdi. Her seferinde ben sözünün sonunda aynı soruyu sorardım: “Peki, biz ne yapacağız?” O da her seferinde aynı cevabı verirdi: “Başımızı yastığa koyduğumuzda bugün millet için ne yaptım; uyandığımızda bugün millet için ne yapacağım diye soracaksınız kendinize” derdi. Zaten millet diye diye de öteki dünyaya göç etti. Sadi Bey’i Sadi Bey yapan en önemli iki özellikten ikincisi de buydu bence.

Mübarek milletin mübarek evladı

Özetlemek gerekirse; Yahyâ Kemal üstad diyor ya:

Ölüm âsude bahar ülkesidir bir rinde

Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.

Sadi Bey de tıpkı böyle… Bir filozof gibi sizi saran, yeri geldiğinde sorgulatan, yeri geldiğinde öğreten, çokça kıymet veren, düşündüren, dinleyen, arayan bir insandı. Ve nihayet bulanlar arasına katıldı. Gitmeden önce bize bıraktığı miras, somut şeylerden elbette ki çok daha fazlasıydı. Memlekete, millete hiçbir şartta nasıl sırt çevrilmez, en çetin zamanlarda nasıl vazgeçilmez, olmadık işlere, kişilere rağmen ülkü yolundan nasıl dönülmez, adalet, demokrasi ve saygınlık nedir, nasıl kazanılır ve en önemlisi nasıl elde tutulur, bunları öğretti. Bu paha biçilmez mirası sayesinde gönlü, gerçekten de her yerde buhurdan gibi yıllarca tütecek. O tütsü bizi mest edecek, kendimizi kaybetmeden, yolumuzu şaşırmadan, nefsimize yenilmeden doğru bildiğimiz yolda yürürken ışığımız olmaya devam edecek.

“Bu millet mübarek bir millettir, bu vatan mübarek bir vatandır” derdi. Onun o mübarek teni de şimdi mukaddes bildiği toprakla buluştu. Teni vatan toprağına bereket olsun.

Ona bir kez daha hoşça kal derken yine Yahyâ Kemal’den yardım almak isterim:

Tekrar mûlâki oluruz bezm-i ezelde

Evvel giden ahbâba selâm olsun erenler

Yazar

Burçin Öner

4 Yorum

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar