Yükleniyor...
Bugün 18 Mart. Çanakkale Deniz Zaferi’nin yıl dönümü. Yıllardır bize nice kahramanlık hikâyelerinin anlatıldığı ve bugün ikinci yüzyılını yaşadığımız mukaddes Cumhuriyet’imizin habercisi.
Kimi tarihçinin an an incelemesi için bir laboratuvar, kimi senaristin para kazanması için bir araç, kimi siyasetçinin oy devşirmesi için bir damla hayat, bir milletin, millet olması içinse sahip çıkması ve sorumluluk edinmesi gereken en zor ders.
yıllar boyu bize anlatılan neydi? Biz dizi izler gibi askerin öğünlerini öğrendik, abakûste saymayı öğrenir gibi şehit saydık, Allah’a inanmak için çareler arar gibi Seyit Onbaşı’nın kaldırdığı top mermisini tarttık, kendi yaşayamadığımız aşklara yoldaş arar gibi ayrı düşen aşıkları konuştuk, mendillerindeki kan damlalarına, beşiklerindeki babasız kalmış bebeklere ağladık, uğruna türküler yaktık, şiirler yazdık. Saygı duruşları, anlamlı geceler, yazılar, destanlar… Durup durup, döne döne “Çanakkale’yi kazandıran bu ruh” diye başlayan cümleler kurduk. Hangi inanmışlıkla yokluklar içinden var olduğumuzu, masal kuşlarının kanadından doğduğumuzu, topraktan fışkıran şehit sesini konuştuk durduk.
Allahuâlem hepsi doğru. Sonuna kadar doğru. Herhangi bir yerde düşünmeden bastığınız toprak, Çanakkale’de size gerçekten “Dur yolcu!” der. Acaba, dünyada bir ayak boyu kadar kapladığım yer, şu an bu toprak altındaki bir Mehmed’i rahatsız edecek mi diye titreyerek yürürsünüz. Acaba, dağlardan “Sağ ol!” tekmili duyacak mıyım diye heyecanlanırsınız. Yine geceleri sigara alışverişi yapacak mı adına düşman denilen gencecik çocuklar diye burnunuzu çekersiniz. Geldikleri gibi gitmeleri için kan kan, can can, yürek yürek, hayat hayat toprağa düşen, düşse de canlı kalan, ölse de yaşayan ve daha da önemlisi yaşatan nice atayı incitmemek için İstiklâl Marşı’nın 41 dizesini sıralarsınız art arda… El hâk, hepsi doğru.
Amma…
Unutulan bir şey var, hem de çok önemli bir şey… Bugün bu hâlde olmamızın müsebbibi bir şey… Gelecek hayâlimizin önüne siyah perde gibi inen bir şey… Boğazımıza karabasan gibi çöken, bu çıkmazın içinde kaybolmamıza sebep bir şey… Ve çok gariptir; bir o kadar da basit bir şey…
Çanakkale’yi kazandıran o ruh, sanıldığı gibi inanmışlık değildi. O inancı hem askere hem millete aşılayabilme kabiliyetiydi.
Onca yokluk içinde bir an bile vazgeçmeden elindeki kim bilir, bir kör bıçakla, düşmanın yağmur gibi yağan mermilerine koşmak belki bir kahramanlıktır. Evet, öyledir! Fakat o kahramana o ruhu üfleyen bir Başbuğ’un “Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum” sözüdür. Yetmez! Askerî plân, yönetme kabiliyeti, öngörü yetisi, çalışma azmi, milletine ve askerine duyduğu sonsuz inanç, güven…
Ezcümle Çanakkale Zaferi’ni bize kazandıran, bugün kimilerinin unuttuğu, kimilerinin unutulmasını normalleştirdiği liyâkatti! Adını duyduğumuz yerde ‘aman canım, burası da hep muhalif!’ çıkarımı yaptığımız, yokluğunun bir ülkeyi ve milyonları ne hâle getirdiğine yakından şahit olduğumuz ve uğrunda denizdeki yılana sarılmaya mecbur bırakıldığımız ‘liyâkat’…
Asya’nın dediği yerden “Benim, dedemle beraber yazılacak adım / Yıldızların söneceği güne yıldızlar sakladım.”
O yıldız, bizim liyâkatimiz; adımızın anılacağı dedemizse Sarı Paşamız, Mustafa Kemal Atatürk’ümüz. Onun liyâkati, bizim liyâkatimizin teminatıdır. Sahip çıkalım!
Zaferin 110. yılı da mübarek olsun.