Yükleniyor...
İskender Öksüz Hoca’mız yine nefis bir yazı yazmış. “Ne yazsam, ne yazsam?” diye kara kara düşünürken imdadıma yetişti, sağ olsun.
Elinde bir çekici olana her şey çivi gibi görünürmüş ya hani… Şu günlerde fevkalade cahilce tezimde yol ararken bana da her şey birer “anahtar kelime” gibi görünmeye başladı. Kabak da hocanın başına patladı. Kısacası şimdi yazacaklarımın “abalı günahı” hocanın boynunadır.
Güzel… Bir günah keçisi de bulduğuma göre artık ağzıma geleni söyleyebilirim.
Hocamız nefis bir anahtar kelimeyle tadından yenmez bir “muz orta” açmış ki o kelime de “muhafazakârlık”
… “Peyniri buzdolabına koydun mu?”, “Ekmekliğin ağzını kim açık bıraktı?”, “Kapıyı kapatın oğlum, donduk burada!”
Adı üstünde “Aman ha saklayalım!” endişesinin “sosyal bilimcesi”…
Kötü mü? Dahası her zaman otoriterliğe yol açar mı? (Aha! İşte tam burada “Vay zındık vay! Bak şimdi hocanın lâfının üstüne lâf edip de casusluk edecek, gördün mü?” gibisinden konuşacaklarını görür gibiyim…Telâşa mahal yok! Asayiş berkemal!)
Muhafazakârlığın bir siyasi tavır olarak ortaya çıkışı bilebildiğim kadarıyla İngiliz meşruti monarşisine dayanıyor. Bir süre önce merakla seyrettiğimiz “Crown” dizisinde, şimdilerde tonton bir nine gibi görünen majesteleri, sık sık “Bana hiçbir şey yapmamam öğretildi” diyordu.
Yani düşünün, koskoca kraliçesiniz ama bir şeyleri düzeltmek için kılınızı bile kıpırdatmamanız gerekiyor. Bunu kim, nasıl tercüme edebilir ki?
Allah’tan konar göçer, deli dolu ve fevkalade zeki atalarımız binlerce kilometre öteden Ayvalık’ta yazlık alınabileceğini keşfederek bu topraklara geldiğinde, bize yanlarında çökelek topaklarıyla birlikte “hikmet çıkınları” da getirmişler. O çıkınlarda atasözlerimiz var. Ne diyor kıl çadırlı bir yörük delisi? “Su akar yolunu bulur…”
Hah! Demek ki neymiş? Muhafazakârlığın özünü anlamak için İngiliz kraliçesi olmaya gerek yokmuş.
Belki bir başka sözü aradaki küçük boşluğa sokarsam meramımı daha iyi anlatabilirim: “Bozuk değilse tamir etme!” (Bu söz bizimkilere ait olmayabilir ama şahsen dürüst sanayi çarşısı esnafımızın ağzına pek yakıştırıyorum.)
Aslında “Yazı bu kadar dağılın!” desem de olur ama dedim ya İskender Hoca bir muz orta açtı, golü atmadan gitmek olmaz.
Tam da seyircilerin “Ofsayt mı lan bu?” gibisinden şey ettikleri şu anda… Muhafazakârlık-otoriterlik sınırındaki jandarmalarla beraberiz.
“Evet sevgili muhafazakârlık jandarması. Söyle bakalım, bu yoğurdu sarımsaklasak da mı saklasak, sarımsaklamadan mı saklasak?”
“Evvela hoş geldiniz. Biz burada çok mağduruz, devlet bize bakmii..” (Ne yapıyorum be ya? O başka film! Özür dilerim!)
Sınırın öbür yanından, otoriterlik cumhuriyeti hudut mekanize alayından bir binbaşı söze giriyor: “Bakmayın siz bu cahile! Herkes kafasına göre yaşamaya kalkarsa ne olur? Her şey birbirine girer! Asacaksın bunların ikisini, bak bakalım, bir daha yapıyorlar mı?”
Tabiî ağzımız bir karış açık kalıyor. Çünkü dünyanın her yerinde hele Downton Aby’nin güzelim çayırlarında muhafazakârlığın böyle işlemediğini bir kere görmüşüz. Orada işler daha ziyade bizim kıl çadırlı Hüseyin Emmi’nin “Su akar yolunu bulur, n’etçen gari?” felsefesiyle kaportacı Veysi Abi’nin, “Bozuk değilse tamir etme!” irfanının bir bileşimiyle yürütülmüş.
(Tamam da “Bunların ‘muhafaza’ ile ne ilgisi var?” derken Konuralp Hoca aradı, aklıma bir başka deli Türkmen sözünü getirdi: “Göç gide gide düzelir.”)
Muhafazakârlığın bir siyasi tavır olarak ortaya çıktığı güzel çayırlıklarda, uzun suratlı, soluk benizli ve fevkalade asil abilerimiz, işlerin devrimsel bir yoldan değil de “evrimsel” bir yoldan halledilebileceğini düşünmüşler. Yani “Bir yangı kangrenleşmemişse antienflamatuara devam, yeğenim!” mantığıyla enflamasyona (enfektif değilse) mümkün mertebe ağrı kesiciyle müdahale etmek, Anglosakson muhafazakârlığının omurgasını oluşturmuş.
Peki neden başka ülkelerde muhafazakârlık, “otoriter cumhuriyet mekanize hudut alay komutanlıklarının işgüzar müdahalelerine” maruz kalmış ya da mesela bizdeki gibi otoriterliğe evrilmiş?
Bunun anlayabildiğim sebebi, ulusal ve lâik bir siyasetin bizimki gibi geri kalmak isteyen memleketlerde bir türlü kabul görmemesi. Peki insan geri kalmak ister mi? Evet ister. Peki nasıl? Şöyle: Harita yapmayı bilmeyen, dünyaya kendi gözleriyle bakamayan, kendisinden üstün insanlara ve toplumlara tabi olmayı benimseyen toplumlarda, yürümek, ileri gitmek, dönüşmek en korkutucu işlerdir.
Peki ama neden bütün toplumlarda bu korkular, kaygılar ortaya çıkmamıştır da Atatürk’ün “Türk öğün, çalış güven!, “Yüksel Türk senin için yüksekliğin hududu yoktur!”, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir.” dediği canım memleketimde ortaya çıkmıştır?
Bunun da iki sebebi var sanırım:
Birincisi bizim toplumumuzun, altı yüzyıl boyunca otoritesini kesinlikle engelleyemediği, sınırlayamadığı, töreden ve köklerden uzaklaşmış, kendisine bambaşka kültürleri ve inançları rehber edinmiş ve büyük ölçüde yabancılaşmış (Bunlar özellikle tarihçi dostlara kışkırtıcı gelebilir ama Vahideddin’in tavırları sanırım on yıllık bir maslahatçılığın sonucu değildi.) padişahlara tabiatın yarattığı kul bilincini, Atatürk’ün bütün samimi sevgisine ve bağlılığına rağmen terk edememesi ve Türkleşmeyi, milletleşmeyi anlayamamasıdır. Bu neyi etkilemiştir? Bu, hükümdarların töreyle ve millet sevgisiyle sınırlandırılamamasını getirmiş, dolayısıyla Türk insanındaki öz değer duygusunu zedelemiştir. Kendisini saygıdeğer bulmayan bir toplumun korumak isteyebileceği tek şey de kendi köleliğidir.
İkinci sebep de toplumumuzun yaygın ve kökleşmiş cehaletiyle kendince pek lezzetli bulduğu şeriatçılık zehrine geliştirdiği bağımlılıktır. Bu öyle bir bağımlılıktır ki insan aklını ve vicdanını felç edip onun iradesini tanrı aracılarının ellerine terk eder. Bu neyi etkilemiştir? Bu, “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller” yetişmesini engellemiştir.
(Hâl böyle olunca ne oldu? Töreden ve köklerden uzaklaşan hükümdarlar, milletin bilmediği ve denetleyemediği bir düşünüş ve yaşayış tarzını, törenin yerine koydu. Böylece aslında bütün milletlere bir hafıza ve rehber kazandıran doğal “muhafaza” etmek işinden ayrıldılar. Ama elbette yine de bir şeyleri korumak gerekiyordu ve onlar bizim için en zararlı ve zehirli Arap örfünü, kendi töremizin yerine koyarak “muhafaza etmeyi” seçtiler. Meselâ Kürt şafilerini Türkmen kızılbaşların üstüne sürdüklerinde, yalnızca Safevi Türkmen etkisini kırdılar belki ve kendi zaferlerini kazandılar ama aynı zamanda Türk’ü Türk yapan değerler takımının “çeyiz sandığının da” kilidini kırıp her şeyi paramparça ettiler.)
Umulur ki kendi toplumumuz açısından muhafazakârlığın, otoriterliğin tasallutuna nasıl girdiğini açıklayabilmişizdir.
Ama siz siz olun “Kız çocuklarınızı karma okullara göndererek, ahlaksızlığın, piyangonun ve yılbaşı eğlencelerinin cehennem ateşlerinde odun olacak günahkarlar içinde olmak için irade ortaya koyanların içinde olmakla itibar-ı zelâlet ve cumburleyli sefahet içinde oldukları içindeliğin bilahusus ve fe ellem kehun ve mellem yekûn bir biçimde içinde olacakların içinde olmayın!”
TANRI TÜRK’Ü KORUSUN!