Yükleniyor...
– Acele etme! Bu adamların yaşamaya bile hakkı yok! Unutma ki hizmetlerimizi ve ahlâkımızı yıllarca bu adamların zulmü engelledi.
İnce bıyıklı, soluk benizli adamın yanında kalbi heyecanla atan genç infaz koruma memuru, şimdiye kadar ağabeylerinden dinlediği şeylerin artık gerçekleştiğini görürken yerinde duramıyordu. Ağabeylerini okullarından atan, hizmetlerini engelleyen, şeriata imkân vermeyen o adamlardan biri tam da o anda, onların merhametine kalmıştı işte.
– Cankurtaranı on dakika daha aramasan bir şey olmaz, merak etme… Artık bizim dediğimiz olacak. Artık hizmetin ve himmetin iktidarı gelecek! Biz yıllarca beklemişiz, bu münafıklar da azıcık beklesin, ne olacak? Allah istemezse ölmez nasılsa…
Genç gardiyan, “ağabeyini” hiç böyle heyecanlı görmemişti. Demek ki artık bir şeyler adamakıllı değişiyordu.
Babasının başında çırpınan küçük kızın hâli gerçi biraz üzücüydü ama… Ümmetin, hizmetin ve himmetin iktidarı için her mümin elinden geleni yapmalıydı. “Hizmet”, dinin altıncı şartı değil miydi?
….
Dalgaları hırçın, suratı kararmış denizin kıyısında iki adam, bir bankta yan yana oturuyordu. Sohbetleri nereden nasıl başlamıştı belki kendileri bile bilmiyordu.
– Bazen… İnsanın aklına ne geleceği hiç belli olmuyor.
– Olur mu canım öyle şey? Benim aklımda hep taat, ibadet ve murakabe vardır.
– İyiymiş. Ben daha çok seyrüsefer falan düşünürüm.
– O ne demek?
– Canım gemiler bir yerden bir yere gidiyor ya hani?
– Eeee?
– Ee-si, siz nasıl araba kullanırken yola dikkat ediyorsanız, biz de gemileri kullanırken denizlere öyle dikkat etmeliyiz. Bir de bizim denizlerde tabelamız falan yok. Yönümüzü bulup doğru yoldan gitmek için seyrüsefer çok mühim.
– Denize çıkanların işini bir Allah bilir!
– Amenna! Ona bir itirazımız yok; biz gene de pusulamızı falan elimizden bırakmayız.
– Bu senin dediğin tevekküle aykırıdır.
– Bilmem…
Murat Albay’ın aklına bu kez başka bir şey geldi. Sokrat, en akıllı insanın hiç konuşmayan insan olduğunu söylemiyor muydu?
“Burada da konuşmasak, çatlarız canım…”
Yanında oturan uzun sakallı, takkeli adam, onu şöyle bir süzdü. Burada bu beyaz üniformalı adamla neden yan yana düştüğünü merak ediyordu. Buranın neresi olduğunu da bilmiyordu ya… Nedense burada öylece oturup beklemek zorunda olduğunu bir şekilde biliyordu işte. Onlar gibi başka oturanlar da vardı.
Sakallı adam, cebindeki kehribar tespihe uzandı, tespihini bulamadı. Buna pek bir canı sıkıldı. Acaba camide araklamış olabilirler miydi? Ne de olsa kıymetli bir tespihti. Aslında tespihin kıymetli olup olmadığını da bilmiyordu.
Murat Albay önlerinde uzanan denize bakarak biraz ferahladı.
“En azından sevdiğim şeye bakarak bekliyorum. Gerçi bu adamla beraber beklediğim şey acaba nedir?”
Nedense şimdi oturdukları yere gelişini bir türlü hatırlayamıyordu.
“Belki yakınlarda bir banka şubesi vardır. Bir keresinde Hopa’da Ziraat Bankası’ndan para çekecek olduyduk. Yoksa kartı mı yutturduyduk? Amaaaaan! Geçmiş gün… Ama o kadarcık yerde bile nasıl kuyruk vardı, değil mi?” Eşi onu yatıştırmaya çalışmıştı. “Senin gibi sabırlı bir adam, az daha sabreder canım! Tamam, ne var kartını unuttuysan?”
O gün dün gibi gözünün önünde canlanıyordu. Kızı Duru’ya bir simit almıştı. Çocuklar simidi neden bu kadar seviyor, anlayamıyordu. Gerçi o da çocukken simide bayılırdı. Çocukların basit zevkleri oluyordu. “Masumiyet herhâlde böyle bir şey…”
Denizin kıyısında öylece beklemek tuhaftı. Kalkıp gitse kim ne diyebilirdi ki? İçinden bir ses beklemesi gerektiğini söylüyordu. Gözlerini deniz ufkuna dikti. Ne zaman nereden geleceği belli olmayan gemileri bekliyordu belki de.
İçinde “tatlı” bir burukluk vardı. Evet bu tatlı bir burukluktu çünkü güzel, saf, mütevazı ve galiba biraz da yorgun gün ışıklarında simlenmiş anıların parlaklığıyla tatlanıyordu. Biraz buruktu… Çünkü muhtemel bir ayrılığın haberini taşıyordu. “Dönülmeyen bir sefer mi bu?” İşte bu sorunun cevabını öğrenmek istemiyordu. Öyle ya da böyle şüphesiz bir cevap alacaktı.
– Sen ne iş yaparsın?
Murat Albay, yanında oturan takkeli adamın bu sorusuna şaşırdı.
– Ben subayım. Bakın üstümde üniformam var.
Takkeli yüzünde gizlemeye gerek duymadığı bir küçümsemeyle başını salladı:
– Anlaşıldı… Sen de o dinsizlerdensin yani?
Murat Albay’ın kaşları çatıldı, oturduğu yerde şöyle bir dönüp gözlerini adama dikti.
– Hacı! Ağzından çıkanı kulağın duysun! Biz gemilerinin seren direklerinde, Kur’an- Kerim taşıyan bir donanmanın neferleriyiz!
Adamın bir anda beti benzi attı.
– Canım, öyle demedik yani ama…
– Aması ne o zaman?
– Namaz kılmayanın imanı…
Murat Albay kaşlarını kaldırdı, önce biraz düşündü. İnsan yaş aldıkça öfkesini dindirip de sözlerini sabırla mayalandırmayı öğreniyordu zahir…
– Sen biliyor musun, fırtınada, boranda, on metre dalgada seyrederken yahut eşkıyanın, hainin, düşmanın karşısında tetik düşürürken ha ruhumu teslim ettim ha ediyorum derken Allah’ı nasıl hissettiğimizi? Biz orada haddimizi bilir, yeri gelir, düşmana da haddini bildiririz. Haddini bilmekten güzel iman yok, biz kendi aklımızca bunu biliriz.
Murat Albay içten içe tedirgin oldu. Bu güzel kıyının, bu asabi ve dalgalı denizin… Bu, denize baygın yemyeşil sırtların önünde, aslında bambaşka şeylerden konuşmak isterdi. İsterdi ki birbirlerine çocuklarının, varsa torunlarının akıllarından, başarılardan bahsetsinler. İsterdi ki geçim sıkıntısına rağmen edindiklerinden bahsetsinler. İsterdi ki babalarından, analarından bahsetsinler…
– Levh-i mahfuzda kaydolunur ki iman ile küfür bir gün mutlak harp edecektir.
Murat Albay, başını salladı. Meleklerin kaydettiği şeylerin varlığı içinde cılız bir huşu uyandırıyordu. “Acaba o melekler, seferlerde şehit olan ‘leventlerimizi’ kaydetmiş midir?”
Elinde dürbünüyle ufku gözleyen köprü nöbetçisi Niyazi Başçavuş’un, kızının takdir aldığı gün seferde olduğunu da levh-i mahfuza yazmışlar mıydı acaba? Radar operatörü Mustafa Üstçavuş’un karısının, ikinci çocuğunu doğurduğu gün Ekvator çizgisinde onu nasıl kutladıklarını da yazmışlar mıydı acaba melekler? Ya da Kuşadası’ndan giriverip de rastladıkları her Türk kadınını kirletmek için ant içen Yunan askerlerini engelleyen Türk askerlerinin varlığını acaba melekler kaydetmeyi gerekli görmüşler miydi? Tam bunları düşünürken sakallı adamın sözleriyle irkildi.
– Hocaefendi, Hristiyanların, kadınlarımıza, kızlarımıza dokunmayacaklarını, ibadetlerimize karışmayacaklarını söylemişti. Hâlbuki bak, kendi memleketimizde ibadetlerimiz bugüne kadar nasıl engellendi…
Murat Albay, yüzünde acı bir tebessümün belirmesine engel olamadı.
– Karınıza kızınıza ilişen oldu mu peki? Sana bir şey diyeyim de hacı abi… Yunanlılar Batı Anadolu’yu işgal ettiklerinde, ilk hafta yüzlerce kadının ırzına tecavüz etti. Hayır… Ağzımı, terbiyemi, bozmayayım diyorum amma… Levh-i mahfuzda bunun da kaydı var mıdır dersin?
– Tövbe de!
Murat Albay, onu okumaya gönderirken arkasından dualar uçuran annesini ve ninesini düşünüp gülümsedi:
– Peki… Tövbeler olsun…
Başını eğip o acı tebessümle bir müddet düşündü. Kızının büyüdüğünü görebilecek miydi? Demirden ruhu olan bir delikanlı çıkıp onu kendisinden isteyecek miydi? Kızının gelin olduğu gün… Belki bir köşede azıcık göz yaşı dökecekti. Belki bulutlu sulardan, Akdeniz çoraklıklarının anason esintilerini içine çekecekti.
Dönüp yanındaki adama bakası gelmiyordu artık. Adam kendi kendine konuşup duruyordu.
O sırada önünde selam duran bir subayı fark etti.
– Komutanım! Karadeniz Cennet Donanması Bandırma Fırkateyni’ne acil görev koduyla çağrıldığınızı arz ederim!
Murat Albay’ın kalbi o anda çelikleşti, aklı, rotaların keskin çizgileriyle netleşti. Uzaklardan kızının sesine benzer bir ses işitmiyor değildi ya şimdi ufka dizilmiş sayısız kadırganın, fırkateynin, hücumbotun, denizaltının heybetiyle içi gurur dolu, çağırıldığı yere doğru yürüdü.
….
Sevimsiz, umursamaz, kuru ve tozlu bir avlunun orta yerinde, şaşkın bir lâstik topu tutmuş bir kız çocuğu, haykırıyordu:
– Baba, baba! Söz bir daha yakan top oynamayacağım, hadi kalk baba, kalk, n’olur kalk!
Murat Albay, kızının sesi kulaklarından gitgide zayıflarken fısıldadı:
– İyiyim ben, merak etme sen…
…..
Gemisinin güvertesine adım attığında, uzaktan gelen ve hızla zayıflayan o sese bir mırıltıyla cevap verdi:
– Yine yakan top oynayacağız, güzel kızım, yine oynayacağız…
1 Yorum