Yükleniyor...
Rengârenktiler: Pembeydiler, kıpkırmızı idiler, kimileri kadife gibiydi neredeyse siyaha dönük mordu, kimi saparıydı, yaprakları şebnem ile doluydu, bazıları da beybeyaz, katmer katmerdi.
Dünyanın en güzel ecesi gibi duran pembe sadberki seçti, uzun uzun kokladı.
Muhteşem bahçenin güllerle dolu yolunda yürürken düşündü. Daha çok gençti, ama nelere muktedir değildi ki… Onun için “hayır” kelimesinin hiçbir manası yoktu. Elinin uzanmadığı yer yoktu ona göre ve gücünü hissetmeyecek insan da yoktu artık.
İhtirasla gülümsedi. Ölümsüzlüğü de yaşamak istiyordu, sonsuzu görmek. Bunun için de ilm-i kimyayı kullanmak, ölümsüzlük iksirini içmek istiyordu.
İnsanlara hükmetmek, ülkelere sahip olmak, bir bakışla kalplere ölüm korkusu vermek, güzeli sevmek, özün sözü, dünya nimetlerinin hep kendisinin olması, etrafında daima hayranlarının bulunması, hiç vaz geçemeyeceği böyle bir dünyada yaşamak onun ezelden gelen hakkı idi inancına göre.
Yavaş yavaş yürümeye devam etti. Güllerden sonra özenle yetiştrilmiş bin bir çiçeğin ve pek güzel şekil verilmiş ağaçların arasından geçti.
Yolun bitiminde bekleyen süslü elbiseli nöbetçi onu görünce korku ve hayranlık içinde eğildi, selama durdu.
Nöbetçiyi görünce yüzündeki gülümseme bir hayal gibi kayboldu, yerini azamet ifadesi aldı. Hemen emirler yağdırmaya başladı:
“- Tez bana sadık dostumu çağır. Git, haber ve o can dosta. Hala bekler misin, git dedik!”
Oymalı, kakmalı kapıdan geçip ipek halıların üzerinde yürürken düşündü: Acep bu gün bahşıları çağırıp tekrar tekrar geleceği ve burçları konuşsa mıydı ?
Hatai ve Rumilerin lacivertlerde raksettiği perdelerin, süsüyle insanı kendine çeken şandanların, kokularıyla gönüle ferahlık veren buhurdanların şaşırtıcı bir ahenk meydana getirdiği kabul odasına girdiğinde kararını vermişti. Bahşılarla tekrar konuşacaktı.
Arkasından büyük edeple ve neredeyse nefes almadan yürüyen görevlilere döndü, emir buyurdu:
“-Bahşıları da hazır edin. Çağırdığımda gelsinler.”
Biraz sonra lale desenleriyle ince ince işlenmiş renkli vitraylarla, geometrik desenlerle süslenmiş pervazlarla desteklenmiş pencereden dışarıya bakıyor, altın tas ile sunulmuş şerbetini büyük bir keyifle yudumluyordu.
Sesesizce yaklaşan ayak sesi ile başını çevirince onu gördü, dünyada tek güvendiği ve her şeyini anlattığı can dostunu.
Adam teklifsizce geldi, yan tarafında bulunan mindere çöküverdi. Gülümsedi. Yavaş yavaş, tane tane konuştu:
“-Beni emretmiş aziz dostum, hemen koşup geldim. Canım canınıza feda olsun.”
Adam da gülümsedi. Saflıkla baktı karşısındakinin kurnaz gözlerine. Munis bir sesle cevap verdi:
“- Bu güzel sözlerin ruhumuza ferahlık verir. Tanrı sana uzun ömür versin.”
Öteki sinsi sinsi baktı dostunun yüzüne, gülümsemesine hainlik katarak dişlerini gösterdi:
“-Kainatı yaratan sizi özel yaratmış, sülalenize kutluluk vermiştir. Siz kutlusunuz. Verdiğiniz kararları Yüce Yaratıcı kalbinize ilhamla verdirir. Siz ve sülaleniz dünyayı idare etmek için gönderilmişsiniz. Dünya sizin için döner, güneş sizin için yeniden ve yeniden doğar.”
Yuvarlak yüzlü, çekik gözlü, seyrek ve sivri sakallı genç adam şerbetten bir yudum daha alıp gözlerini yumdu. Sonra derin bir nefes alıp cevap verdi:
“-Ne de güzel konuşursun dostum. Her cümlen bana atalarımın kutlu ruhlarından sanki haber getirir. Gök kubbe durdukça hep yanımda olasın.”
Sonra döndü, kapıda bekleyen adamına hemen emirler yağdırıp sofra kurulmasını istedi.
Çok beklemediler altın tepsi içinde, billur kaselerle içecekler, ışıltılı tabaklarla dünyanın en güzel meyvalarını yemek için.
Yavaş yavaş sohbete başladılar. Felsefeden, iktisadi durumun düzelip hazinenin dolduğundan, tarihten ve dinden bahsettiler.
Sinsi gülümsemesi tekrar yüzüne yayıldı ikinci gelenin. Göz bebekleri rakkaseler gibi oynaştı sağa sola. Başını yere eğip beş on saniye düşündü ve o güzel cümleleri ağzından yağ gibi kayıverdi:
“-Beni can dost bildiniz, canıma minnet. Hayatım yolunuza fedadır, bilirsiniz bu hakikati. Bir hakikat dahi vardır ki onu hep söylerim. “peygamberlik veraset yolu ile Çingiz Handan size intikal etti. Sen peygamberliğini ilan edersen İslam peygamberi gibi muhaliflerini cezalandırır; muvafıkları okşayıp kazanır ve böylece ebedi dini kurarsın.”(1)
Sonra uzun bir nefes alıp yere baktı. Halının desenlerdeki ritmik tekralama ona kendini düşündürdü, kendini, ailesini, soyunu ve milletini… Nefretle, intikamla dolu pek çok düşünce tekrarlanıp yankılandı beyninde ve uygulamakta olduğu ve adım adım ilerlediği tuzağı. Hedefe hızla doğru yürürken kimleri kullanmamış, kimleri kandırmamıştı ki!
Olanca kurnazlığı ile can dosta bütün samimiyeti ile gülümseyenler gibi gülümsemeye çalıştı ama yüzündeki ifade kurnaz bir sırıtış idi. Başını kaldırıp gözlerini genç adamın gözlerine dikti:
“-Siz, dedi, benim için kutsalsınız. Tanrı sizi insanlığa kutsal yönetici olarak gönderdi. Başım ayağınızın altındadır.”
Sohbet uzadıkça sonradan gelen, genç adama neler neler demedi ki:
“ –Kabe eski haline getirilmelidir ve halk eski inanışına dönmelidir. Tanrıları temsil eden putlar Kabe’yi süslemelidir. Bunun için de islâm ulemasını toplamalı, sizin peygamber olduğunuzu tasdik ettirmelisiniz. İslam peygamberi gibi muhaliflerini cezalandırır; muvafıkları okşayıp kazanır ve böylece ebedi dini kurarsın.”(2)
Genç adam göğsüne doğru uzayan düz ve seyrek sakalını sıvazladı:
“-Tanrı sana uzun ömür versin, ne de güzel konuşursun!”
Sonra yüksek sesle bağırdı:
“- Nöbetçi, çabuk bana şerbetçibaşını çağır!”
Birazdan etekleri telaşla savrula savrula içeri giren şerbetçi başına genç adam hemen emrini verdi:
“-Hindistan’dan gelen kimyacı dostlarım ve bahşılarımın birlikte hazırladığı iksiri getir bakalım.”
Şerbetçibaşı heycandan elleri titreyrek cevap verdi:
“-Efendim, üç günde bir içecektiniz?”
Buz gibi bakışlarla süzdü şerbetçibaşını genç adam. Büyük bir saygıyla ve korkuyla geri geri giderek çıkan şerbetçibaşının arkasından baktı.
“-Kuşcuk canına bakmadan haddini aşıyor bu uşak. Bilirsin ki bu iksir benim için özel olarak hazırlandı, ebedi gençliği kazanmam için.”
Evet….
Zamanlardan zaman, deyin ki eski bir zaman, çağlardan çağ, deyin ki siz, Orta Çağ idi…
Yıllardan yıl 1290…
Yer Tebriz idi, İlhanlı Hanı Argun’un Sarayı idi…
Sohbet ederlerden ölümsüzlüğü arayan Argun Han idi…
Öteki ise veziri Sa’’duddevle idi…..
Önce Argun Hanın hikayesi için tarihin esralı, hüzünlü, ibret verici sahifelerine göz atalım:
O Müslüman değildi. Tahtan indirdiği ve Temuçin soyundan gelen Ahmet Tküder hanın “aksine fanatik bir Budist” idi. (3)
Argun Han’ın tahta geçer geçmez yaptıklarına kısaca bir bakalım:
Koyu Budist Argun İlhan iktidara gelir gelmez yerine geçtiği Teküder Hanı Cengiz Han Yasalarına ihanet etmekle suçlar ve Zira İslam dinini tercih etmiştir Teküder Han, ol bu sebeple Argun Teküder İlhan’ın çıkardığı bütün kanunları bütün yarlıkları iptal eder.
Oysa… Argun’un hüküm sürdüğü toprakların neredeyse tamamı Müslüman coğrafyadadır.
Ve… Bu topraklarda büyük kargaşalar baş gösterir. (4) Özellikle Suriye halkı topraklarını terkeder, iç bölgelere kaçar, elbette iktisadi buhran baş gösterir ve hayat pahalılığı beklenmedik şekilde tavan yapar.(5)
Anadolu da bu vergi meselesinden nasibini almış, inim inim inlemektedir. Baş kaldıranın kafası kırılmakta, özellikle Türkmenler ve Karamanoğulları bundan fazlasıyla nasibini almaktadır. Anadolu Selçuklu’nun başında kukla bir sultan bu zamanlarda her daim vardır.
Sözün hülasası İlhanlı’nın hüküm sürdüğü coğrafyalarda iktisadi ve idari buhran karşıklıklara yol açmaktadır, halk soyulup soğana çevrilmiştir, canından bezmiş bir şekilde gizlenecek delik aramada, Moğol çerileri geldiği zaman mağaralara saklanmakta, topraklar ekilememekte, insanlar işinden gücünden ve canından olmaktadır.
Buna karşılık Moğol çerileri ve Noyanları zulüm üzerine zulüm yapmaktadır.
Gelelim Yahudi vezire:
Sadü’ddevle, uzun adıyla ‘ad al-Devle ibn Hibbat Allah ibn Muhasib Ebheri … Ünlü hekim, ünlü vezir, İlhanlı Hanı, Temuçin’in soyundan gelme Moğol Argun Han’ın has adamı, en güvendiği can dostu ve… Kazvin yolu üzerindeki Ebher’de doğan Yahudi.(6)
Sa’duddevle İlhan Argun’un tek yetkili veziri oluncaya kadar hayatında neler olmuştur, pek uzun bir hikâye. Ama hülâsasına bir bakalım:
Kaynaklardan öğrendiğimize göre çok kurnaz ve zeki. Hedeflerini çok önceden tesbit edip ona göre zamanını değerlendirmiş.
Gençlik yılları Musul’da geçer Yahudi vezirin. Musul’daki zanaatçılar çarşısında müzayedecilik yapar. İdari bilimler ve iktisat alanlarında kendini geliştirir ve tanınır. Ama asıl merakı ve başarı kazanmak istediği alan hekimliktir. Bu kutsal meslekte de ünü iyice yayılır.
Bir zaman sonra kendisini Bağdat’ta devlete çalışan bir hekim olarak görürüz.
Kimi kaynaklara göre Bağdat’ta iddialı olmaya ve devlet işlerine el atmaya başlaması dolayısıyla ondan rahatsız olanlar o dönemde Tebriz’de hüküm sürem İlhanlıların Hanı Argun’a ulaşırlar ve derler ki:
“-Yüce Hanımız, Bağdat’ta öyle bir hazık hekim var ki elini değdirdiği her hasta iyileşiyor. Bu hekim ancak sizin sarayınıza layıktır.”
Güya bu münafık adamı Bağdat’tan uzaklaştıracaklardır. Oysa… Bu hal Sa’uddevle için müthiş bir fırsattır.
Kurnaz ve sinsi Yahudi hekim kendini pek donanımlı yetiştirmiştir: Hekimliğinin ve hedefine ulaşmak kendine şart koştuğu idari ve mali alanlarda kendisini yetiştirdiği gibi hem İslamı, Hristiyanlığı, hem de Budizmi çok iyi bilmekte, Moğolca ve Türkçe’yi elbette Arapçayı da pek güzel konuşmaktadır. Farsçaya da edebi konularda sohbet edecek kadar hakimdir.
Devletine hizmet edenin dinine ve mezhebine bakmamak Moğolların genel bir tavrıdır. Bu tavrı benimseyen İlhanlı Argun Han hekim olarak işine yarayacağını düşündüğü Sa’uddevle’yi saraya çağırır.
Sa’uddevle bu çağrıyı canına minnet, kutsal hedefine giden bir cennet yolu bilir ve Tebriz’in yolunu tutar.
Hin vezir kısa zamanda iktisadi konularda ve devlet idaresine ait alanlarda ilgi çekici fikirleri ile Hanın dikkatini çeker. Zira hazık bir hekim olması dolayısıyla onun yanına çok sık gitmektedir ve o güne göre pek farklı fikirleri ve tatlı, süslü dili ile kısa zamanda Hanı cezbeder.
Uzun sözün kısası, Argun Han onu evvela danışman olarak görevlendirir.
O sırada devletin idaresi Emir Buka’nın elindedir, yani İlhanlı’nın Handan sonra ikinci yetkili bu adamdır. Argun, minnet bocunu ödemek için Emir Buka’yı bu göreve getirmiş, Irak yönetimini de onun kardeşi Noyan Aruk‘a vermiştir.(7)
Bir heyetle Bağdat’a giden Sa’uddevle artık fırsatı yakalamıştır. Çünkü Aruk halka zulmetmektedir, vergiler altında inleyen halk canından bezmiştir. Buna karşılık Aruk kendi küplerini doldurumuş, çok zenginleşmiştir!
Adımlarını çok sağlam atar Yahudi vezir ve adil bir rapor ile Argun’a gider.
Argun Sa’uddevle’nin devlet idaresiyle ve maliye konularındaki görüşlerinden dolayı onu Bağdat valiliğinde bulundurur bir müddet.
Yahudi hekim, Vali olarak geldiği Müslüman Bağdat’ta hızla çalışmaya başlar. Zira gerçekleştirmek istediği büyük ideali için haklı yanına almalı, kendini sevdirmelidir.
Halktan zorla alınan vergilerin bir kısmını iade eder, İslam Hukukuna göre yürüyen ama aslında haksızlığın kol gezdiği mahkemelerde adaleti sağlatır. Toprakların ekilmesi, tarımın ve ticaretin canlanması için gereken imkânı devlet eli ile sağlar. Çiftçi artık hayatından memnundur, şehirde ticaret yeniden canlanır.
Neticede hazineye gelir akar, kendisi de zenginleşmeye devam eder. İlhanlı Argun Han bu işten çok memnun kalır. Artık kafasındaki en kurnaz tilkinin fısıltısını dinleme zamanı gelmiştir.
Ve….
Noyanlarının arasında zaten var olan gizli iktidar savaşından ve her an tahtan düşürülme korkusundan sıkılan Argun Han bu raporu bahane ederek keskin bir dönüş yapar ve Emir Buka’yı ortadan kaldırtır! (8)
Bu haber Sa’uddevle’ye ulaştığında her halde keyifle ellerini oğuşturup hin hin gülümsemiştir. Zira artık büyük ideali için kullanabileceği en büyük araç önünde durmaktadır!
Sonra mı ne olur? Neler, neler olmaz ki!
Neticede İlhanlı Argun için Sa’uddevle vaz geçilmez olmuştur. Emir Burka’nın yerine onu tayin eder.
Yahudi Hekim yerini sağlamlaştırana kadar “İslam ilkelerine çok bağlıdır,” İslam alim ve şehylerine saygısını esirgemez, bir takım hayır müesseseleri kurar.”(9)
Argun Han ona öyle güvenir ki İlhanlı Hakanlığı’nın kendinden sonra tek yetkilisi yapar.
Yapar ama … Yahudi hekimin istekleri vardır:
“Reşfdüddin, bazı Moğol generallerinin (Toğaçar, Samagar, Kuncukbal gibi nüfuzundan korkan Sa’d’ın, Argun’dan kendi emrine bazı emirleri seçmek istediğini bildirmektedir ki, bu durum, yukarıda değinmiş olduğumuz gibi. Moğol askeri aristokrasisi karşısında, Yahudi vezirin konumunu daha net bir şekilde ortaya koymaktadır.” (10)
Bu isteği İlhan Argun tarafından kabul edilince Sa’uddevle hızla ve çok sinsice Moğol veya Müslüman olan hatta Türk veya Fars kökenli olup da Argun’un değer verdiği ve önemli görevlerde tuttuğu sağlam adamları önce itibarsızlaştırıp gözden düşürür, ortamı oluşturduktan sonra öldürtür. Onların yerlerine Yahudileri tayin etmeye başlar.
İlhanlıların hüküm sürdüğü Müslüman ve Türk coğrafyalarında halk yeniden büyük bir ümitsizliğe düşer.
Buna karşılık Sa’uddevle’nin bu hudutsuz iktidarı karşısında Yahudilerin dilinde daima: “Tanrı bu adam sayesinde Yahudileri kurtardı ve şereflerini yükseltti”sözü” (11) dolaşmaktadır artık.
Yahudi kaynaklara göre aslında çok iyi ve adil, sanatsever ve olağanüstü bir adamdır Sa’uddevle, Yahudileri etrafına toplaması ve onlara görevler vermesi de çok tabii bir durumdur, Hıristıyanlarla ittifak etmesi de gereklidir. (12)
Sa’uddevle’nin gücü öyle bir noktaya varır ki artık Moğol Noyanlarını da öldürtmekte, islam büyüklerini gözünü kırpmadan katlettirmektedir.
Ve…. Anadolu ve dolayısıyla Orta Doğu üzerine sefer üzerine sefer düzenleyen Haçlılarla ittifak yapar!
Pekiyi de Argun Han’ın bunlardan haberi olmuyor mu?
Düşünün şimdi. Bir devletlû ile görüşüeceksiniz. Nereden randevu alırsınız? Özel kalemden dğil mi? Ama özel kalem size bu imkanı vermezse? Kapısındaki özel korumalar sizi tepelemek üzere görevli ise!
Bir neyse daha…
Argun’un etrafını artık Yahudi görevliler sarmıştır. Onunla görüşmek isteyen Moğol Noyanlar önce Sa’uddevle’nin iznini almak zorundadır!
Moğol Noyanlarının en cesurları, en kahramanları bile Argun ile görüşememektedir.
İlhanlı’nın başında artık azılı bir Müslüman düşmanı olan Yahudi vezir vardır! Bu düşmanlık öyle bir noktaya varmıştır ki Haçlılarla işbirliği yapıp bir donanma hazırlatmış ve halkı Müslüman ve idarecileri de Türk olan Memlukluları ortadan kaldırmaya karar vermiştir, arz-ı mevud aşkıyla!
Anadolu Selçuklu’da da artık ona ölümüne bağlı olan Yahudi ve Fars asıllı memurlar vardır .
Ve… Anadolu Selçuklu’nun resmi dili Farsça olmuştur!
İlhanlı topraklarında Müslüman halk büyük eziyet çekmekte, şair ve edipler bu hali anlatan eserleri dile getirmekte ve yazmaktadırlar…(Bknz: şair Seyfeddin Muhammed Fergânî’nin eserleri)
Çok uzun ve ibretlik bir hikâye bu. “ Bir şey olmaz bize, biz büyük devletiz” diyenlere, hayalperest demokrasi palavraları atanlara ve safdillere ibretlik…
Sonra mı ne olur?
Yüce Allah ne büyük! Ebedi gençlik için yanıp tutuşan Argun Han birden hastalanır! Ölüm başucunda kol gezmektedir artık.
Kimileri derler ki o ebedi gençlik ve ölümsüzlük iksiri aslında İlhan Argun’u ölüme götüren bir zehirdi…
Kimileri de çok kuşkucudur, şunu söylerler:
“-Bu hain vezir var ya bu hain vezir, Argun Han’ı zehirletti!”
Neyse Efendim,
Han güçten düşüp ölüme doğru hızla yaklaştıkça Sa’uddevle büyük bir telaşa kapılır. Niye kapılmasın ki: Nice kahraman devlet adamları başta olmak üzere alimleri, şeyhleri, edipleri ve halktan tehlikeli gördüklerini yok etmiştir ve bu zulmü yaparken de arkasında yüce dağlar gibi durduğuna inandığı İlhan Argun’a güvenmiştir. Çok iyi bilmektedir ki kendi hayatı Argun’un yaşamasına bağlıdır.
Yahudi hekim canını kurtarmak korkusuyla ve halka şirin gözükmek amacıyla derhal çark eder ve bütün ilkelerini bir kalemde çizerek emirler yağdırır hapishanedekilerin salıverilmesi için ve hazinesinin önemli bir bölümünü Bağdat başta olmak üzere Şiraz ve diğer şehirlerdeki fakir halka sadaka olarak dağıtır!
Ama…. Aşağıladığı ve gözden düşürdüğü Moğol Noyanları da bekledikleri fırsatı yakalamışlardır ve onlar da Yahudi kurnazlığını öğrenmişlerdir. Gizli bir cephe oluştururlar.
Ve…. Kader ağlarını örer:
Moğol Noyanı Toğaçar gül kokulu konağında büyük bir ziyafet verir ve devletin bütün ileri gelenlerini, elbette en başta Sadü’ddevle’yi çağırır.
Sadü’ddevle çok ama çok korkmaktadır artık. Yalnız başına katılmaya cesaret edemez o meşhur ziyafete. Peşine en güvendiği adamlarını, onların da can dostlarını takar peşine ve pek kalabalık oarak gider ki canını koruyabilsin.
Ama…Ama…. Ama Yahudi vezir için yolun sonudur artık ve Moğol Noyanları için de asla kaçırılamayacak bir fırsat.
“Ziyafet esnasında taraftarların hemen hemen tümü orada öldürülür. Sa’düddevle ve Ordu Kiya yakalanır.” .” (13)
Ertesi gün…
Yıllardan 1291’de, aylardan Safer ayında, günlerden Safer ayının son gününde…
Yani 3 Mart 1291 yılında, Sa’düddevle Moğol Emiri Toğaçar’ın konağında, has adamlarından Ordu Kiya ile birlikte öldürülür.
Sa’düddevle’nin İlhanlıların kaderine hükmetmeye başlamasından bu yana sadece iki yıl geçmiştir ama bu süre İlhanlı Hanlığını kendi düşünceleri ve inançları doğrultusunda neredeyse işgale yetmiştir.
O kadar çok nefret kazanmıştır ki yüksek mertebelere getirdiği kardeşleri ve yakın akrabaları ve onun adamları da aynı akıbete uğrar, çok kısa zamanda öldürülürler.
Argun Han’a mı ne olur? Sa’düddevle’yi göremeyince durmadan onu sorar. İki hafta sonra da vefat eder…
Böylece idaresine çöreklenen Hıristiyan Yahudi ittifakı kıskacından kurtulur İlhanlı. Orta Asya ve İslam dünyasının üstüne çullanan korkunç ahtapot kollarının önemli bir kısmı kesilmiş olur.
Ve…
Yüce Allah’ın hikmetinden sual olunur mu?
Budist Moğol İlhanlı giderek Türkleşip Müslümanlaşır… Şehirlileşir, şehirler kurar ve sanat edebiyatta şaheserler meydana getirir, Bu güzel eserlerden birini anmadan geçmeyelim: Ünlü tarih kitabı Cami’el Tevarih… İçindeki minyatürler pek güzeldir.
Ve… Bu dönemlerde güzel Türkçemiz bir cihan dili olarak dünyanın neredeyse her yerinde konuşulmaktadır ve “Türkçe bilen bir kimsenin Asya’nın ve Doğu Avrupa’nın, Kuzeydoğu Afrika’nın hiçbir ülkesinde anlaşma zorluğu çekmesine imkân kalmamıştır.”(14)
Affınıza sığınarak bir neyse daha…
Bu tarihi hakikati niye kaleme almaya çalıştığımızı sorarsanız… Hele bir günümüze bakalım deriz!
Yine bela bir ahtapotla boğuşmuyor mu Türkiye, Orta Doğu ve Orta Asya ve elbette dünya! Dünyanın neresinde bir kavga varsa bu ahtapot kanlı kollarıyla orada değil mi? Bu hıristiyan- Syonist Yahudi ittifakı dünyanın kanını emip saf insanları birbirine düşürüp yine birbirini katlettirmiyor mu?
Bakalım manzaraya ve sorularımızı soralım:
Mübarek Ramazan ayında yine yüreğimiz yandı, yine kara topraklara gencecik şehit güllerimizi emanet ettik.
Ve…Hakkari Çukurca’da teröristlerin düzenlediği hain saldırıda şehit olan Jandarma Binbaşı Yavuz Başayar’ın son vazifesi neydi?
Terör örgütünün Karadeniz yapılanmasına karşı görevlendirilen gezici ekip ile birlikte pek çok operasyona katılan şehit Binbaşı Yavuz Başayar 14 Haziran’da Sivas’ın Çalyurt Köyü kırsalında 3 teröristin öldürüldüğü operasyonun komutanıydı. Hakkari’de göreve başlar başlamaz böyle bir saldırı ile şehit edilmesi… Bu hal size de çok ama çok tuhaf gelmedi mi?
Çok vahim hal daha: Biz Suriye’ye efelenirken Hakkari’de insanlar kanlı katiller tarafından kamplara götürülüp sorgulanıyor, bu kamplarda kanlı katiller aşiret reislerine öldüresiye dayak atıyor. Bu alçaltıcı durum Devletimizin teröre karşı ağır bir güvenlik zaafı içinde olduğunun göstergesi değil midir?
Bu hain şımarıklık için cesareti kimden alıyorlar demeye gerek yok ki! Ahtapotun birkaç kolu birden onu yıllardan beri destekliyor. Çünkü kanlı katiller güruhu bu emperyalist haçlı-siyonist ittifakın pazarlık kartı.
AB, Madamı ile Fransa’sı Norveç’i, Danimarka’sıyla kaç onlu yıllardır hep yardım etti kanlı katillere, ediyor, edecek! Bu kirli satranç oyununda kanlı terör örgütü sahte dostlarımızca kullanılan hain bir piyon!
Haçlı emperyalist ve siyonist ittifak Türk ve Müslüman coğrafyalarında tarih boyu Türkiye’yi sıkıştırmak için bu piyonları kullanmadı mı?
Bu kanlı katillerin mali kaynakları özellikle AB’den gelmiyor mu?
Bütün bunların hepsini sağır Sultanlar duydu da biz, bizdekilere işittiremedik demeyelim.
İşittiler! İşittiler de duymazlıktan geldiler.
Niye dersiniz?
Çünkü bu dehşetengiz ahtapotun başka bir çirkin sıfatı çok adil ve barış isteyen yüz görüntüsüne dönüşmüş, tatlı vaadlerde bulunuyor, Türkiye’den, önüne atılan BOP eşbaşkanlığı karşılığında konfederasyon isteniyordu; Güya Orta Doğu, Afrika, hatta Asya’nın önemli bir bölümü yeniden ve baştan başa -bu eşbaşkanlığın da vazife yaptığı – büyük bir proje ile yeniden düzenlenecekti.
Büyük Kürdistan hayali ile yanıp tutuştuğu, böyle bir konfederasyonda ilk fırsatta bağısızlık ilan edeceği açık seçik bilinen Kak (!) Barzani de kurulacak konfederasyona gönülden ve büyük bir aşkla(!) bağlı olacaktı;
Bu sebeple kendi elimizle, başımıza bela ettiğimiz Irak’ın kuzeyindeki yapay oluşumu abad etmeye karar verdik, ekonomisini canlandırıp elektriğini bile çok ucuza hallediverdik;
Bu kanlı ve emperyalist ahtapotun Türkiye için hedefi üniter ve milli yapıyı yok etmekti. Dolayısıyla üniter ve milli Devlet lehine olan her şey, ilke, kavram, tarif ne varsa değişmeli idi;
Bu sebeple Türkiye’nin milli ve üniter yapısının yok edilmesine karşı çıkan, başta yargı ergi olmak üzere, bütün kuruluş ve müesseselerden önce şikayet edildi, sonra aşağılanıp gözden düşürüldü, ardından da adım adım el değiştirildi. En uzun mücadele de güvenlik ile oldu, halihazırda devam etmekte;
Bu sebeple basının büyük bir kısmı ve ünlü kalemler -ne yazık- hızla değişime uğradı ve gerek içte gerekse dışta devşirildi;
Bu sebeple etnisite vurgusu yapılıp “Türk Milleti” kavramı sıradan bir etnisite şeklinde tarif edilmeye başladı;
Bu sebeple “Türk” sözünü kullanmak neredeyse suç oldu, dinimiz de kullanılarak “ılımlı islam” öne çıkarıldı;
Oysa İslam, İslamdır; Bunun ılımlısı veya ılımsızı olabilir mi!
Ve…
İşin bir başka unutturulmak istenen noktası da Türk’ün kutsal dinimizin hep hizmetinde olduğu idi. Bu konuda Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed(SAV) muhteşem bir hadisle neredeyse 14 asır evvelinde dikkatleri Türk’ün üzerine çekmişti:
“Türkler size dokunmadıkça siz onlara dokunmayınız. Zira ümmetimin hâkimiyeti ilk defa Kantura oğulları (Türkler) ellerinden olacaktır.”(15)
Efendim,
Ahtapotun kolları çok fazla idi, diğer kolu dış politikaya uzandı, Sevgili Türkiye’mize taviz üstüne taviz verdirdi;
Ahtapotun kollarıyla ilgili listeyi bir hayli uzatabiliriz, konuyu hafızanıza bırakalım.
Şimdi ne oluyor:
Devşirme basın ve medya Allah’ın her günü demokrasi nutuklarıyla beynimizi yıkayıp “zavallı kürt kardeşlerimize ne kadar fena davrandığımızı” anlatıp hayali hikayelerle süsledikleri cümlelerinin sonunda Türkiye’yi suçluyorlar. Şuuraltımızda Türkiye’nin kendi halkına zulümler yaptığı yerleştirildikten sonra bebek katili terörist başını memnun edecek bir demokratik anayasayı ballandıra baldıra anlatıyorlar. Bu aklı evvellere göre “kötü, berbat milli ve üniter devlet yapısı” terkedilmeli ve etnisiteye uygun konfederatif bir yapı oluşturulmasına uygun anayasa yapılmalıdır;
Buna bağlı olarak BOP yeni şekliye ve yeni planlarıyla devam ediyor, bölünmesi veya iktidar değişikliği yapılması istenen devletlere yönelik uygulanmaya an be an konuyor .
Kanlı ittifak beyinlerimizi yıkıyor. Bunu da TV’ler ve basın ile evlerimize kadar girerek yapıyor. Devşirmeleri ve baş aktörleri vasıtasıyla “halklara özgürlük ve demokrasi” palavralarıyla, gerektiğinde yanlış bilgi vererek, tatlı hayaller sunarak insanımıza ballandıra ballandıra anlatılıyor. Müthiş bir toplum mühendisliği ile yapmak istedikleri kanlı haritalarla ilgili fikirleri şuuraltımıza hızla yerleştirmeye çalışıyorlar.
Mesela: Kuzey Afrika ülkelerinde olanları biz nasıl algıladık: Diktatörlere karşı ayaklanan halk kitleleri demokrasi mücadelesi veriyor. Oysa kimin umrundaydı demokrasi? Önemli olan kuklaşacak ve birbirine düşman devlet veya devletleri, kendilerine adeta göbek bağı ile bağlı olarak yeniden inşa etmekti;
Bir bakalım Mısır’a: Mübarek gitti, asker geldi. Hani demokrasi?
Libya’da kan gövdeyi götürüyor. Son habere göre Diktatör Kaddafi kaçtı, oğlu zafer çığlıkları atan muhalifler tarafından yakalandı. Tamam da kim gelecek dersiniz? Elbette bu ahtapotun hazırladığı kadro! Nerede demokrasi?
Mesela: Bölünmeden evvel Sudan Devlet Başkanı savaş suçlusu olarak aranıyordu. Ama Sudan ikiye bölünüp Güney Sudan bu kanlı ittifakın uydusu olunca demokrasi, savaş suçu, insan hakları v.s. buhar oldu! Şimdi sıra Darfur’da!
Neyse…
Ürdün üzerinden Suriye’deki muhaliflere silah desteği verildi; Kim gelecek Beşar Esad gidince? Hiç şüpheniz olmasın, ABD’de tahsil görmüş bir devşirme kadro hazırlanmıştır elbet!
Suriye’yi karıştırırken hep “zavallı insanlar, muhalifler öldürülüyor” deyip demokrasi nutukları atanlar bir sene evvel neredeydi?
Bu kalemler, Beşar Esad ve kabinesi ile Bakanlar Kurulu toplantıları yaparken, Siyonist Yahudinin desteklemesiyle ve Hıristiyan Falanjitlerin de katılımıyla Baasçı katil Hafız Esad’ın sadece Hama şehrinde 30.000 insanı katlettiğini niye yazmadılar ve niye devletlûları o zaman uyarmadılar?
Çünkü ahtapot o zaman henüz düğmeye basmamıştı, zamanını bekliyordu!
Bu haçlı- Siyonist ittifakın amacı bir taşla bir sürü kuş vurmak:
İlk kuş Türkiye’dir. Bütün yazılarımızda belirttik, yine tekrar edelim: Asıl amaç, bin yılı aşkındır bu coğrafyaya sahip çıkan ve çökerse Orta Doğu ve Asya’nın kapısının kilidi açılacağı Türkiye’yi diz üstü düşürmektir;
Terör belasıyla her gün şehitler veren, savunmasında dışa bağımlı bulunan, ekonomisi sıkıntılı, cari açığı görülmemiş bir şekilde artmış olan Türkiye’yi savaşa sürükleyip onun üzerinden Suriye’yi, dolayısıyla Hizbullah, Lübnan’ı ve özellikle İran’ı kıstırmak, böylece ABD ve Siyonist İsrail’e karşı sert politikalar izleyen İran’ı kıstırmak;
İran ile Türkiye’yi karşı karşıya getirip böylece şii hilali parçalamak, BOP’un eş başkanlığını yaptığını itiraf eden(!) devletlû ile yola devam eden, kendilerine boynundan bağlı ılımlı Müslüman Türkiye’yi bir fedai niyetine yine Müslüman dünyanın içinde tutmak…
Batı basını çoktan yaygaraya başladı bile. Amerikan ve İngiliz basını Türkiye’nin Suriye’yi terbiye etmesi görevini üstlenmesini şiddetle destekliyor;
Nursuz yüzüyle Hilary nine Türkiye’nin sabrının taşmakta olduğunu söyleyerek aklınca Türkiye’yi tahrik ediyor;
Böylece yine nursuz yüzlü Hilary nine ABD’nin berbat ekonomisini daha fazla batırmadan Suriye’yi hizaya getirmeyi hedefliyor…
Bu arada, bir hayli romantik ve samimi tavırları olan, Hilary nine ile çaklaşan Dış İşerinden mes’ul Devletlû’ya çok iş düşüyor…
Samimiyet dedik de… Samimiyet kelimesi “ihlâs nedir” sorusunu aklımıza getirdi.
Sahi, samimiyet ve ihlâs nedir sizce?
İmam Gazalı ünlü eseri İhyau Ulûmi’d- Din’de ihlâs konusunu uzun uzun anlatır. Ünlü alim ve velilere atıfta bulunur. İşte onlardan bir kaçı:
“Es Sûsî der ki:
İhlâs, ihlâsı görmeyi kaybetmektir. Zira ihlâsında ihlâs görenin ihlâsı ihlâsa muhtaçtır.”
Rüveymi buyurdu:
“Amelde olan ihlâs, o amelin sahibinin, işe karşılık olarak ne dünyada, ne ahirette hiçbir şey istememesidir.”(16)
Ya Yüce Allah bu konuda ne diyor? Haydi Kur’an- Kerim’e bakalım: Beyyine Suresinin 5. Ayetinde Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Halbuki onlar, ancak Allah’a, onun dininde ihlâs sahibi olarak, diğer bâtıl dinlerden İslâm’a yönelerek ibadet etsinler diye emrolunmuşlardı.”(17)
Şimdi: Kefereleri nikah şahitleri yapmaları da düşününüz! Pırlanta ticaretini düşününüz, hediyeleri… Düğünde gelen hediyeleri, ABD’de okutulan mahdumları… aşırıdan aşırı zenginleşen yandaşları ve devşirmeleri, yağ içinde yüzenleri.
Başkan olma hırslarını, çay ve simitten sonra Karunlaşmaları…
Ve…Belki şu soruyu soracaksınız: Bu kadar satır okuduktan sonra söyler misiniz günümüzün Sa’’duddevle’lesi veya Sa’’duddevle’leri kimdir?
Cevabını siz bulur musunuz?
KAYNAKLAR
1: Prof. Dr. Osman Turan: Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul, 2010, s. 613
2: Prof. Dr. Osman Turan: a.g.e. s. 613
3: Prof. Dr. İlhan Erdem: Olcaytu Han’ın Ölümüne kadar İlhanlılarda Yaşanan Siyasal Kültürel Gelişmeler ve Yakın Doğu’ya Etkileri , makale)
4: Reşidüddün, Camiü’t Tevarih, s.55-59;
5: Abu’l-Farac, Tarih, lI,s. 614-615.
6: Mustafa Uyar Öz: Ilhanlı Devletinde Yahudi Bir Vezir: Sa’düddevle, Jewİsh Vizier İn İI-Khanid State: Sa’duddawla, makale
7: Mustafa Uyar Öz: a.g.e.
8: Prof. Dr. İlhan ERDEM: a.g.e.
9: Prof. Dr. Osman Turan: a.g.e.
10: Mustafa Uyar Öz: a.g.e.
11: : Prof. Dr. Osman Turan: a.g.e. s. 613-614)
12: Joseph Jacobs Mary W. Montgomery : Sa’d Al-Daullah, Jewish Encydopedia
13: Mustafa Uyar Öz: a.g.e.
14:Yılmaz Öztuna: Başlangıcından Zamanımıza Kadar Türkiye Tarihi, 1964, İstanbul, 2. Cilt s.155
15: Prof. Dr. Osman Turan: Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul, 2010 s.189
16:İmam Gazali (Ter: Mehmet A. Müftüoğlu) : İhyâu Ulûmi’d-dîn, cilt 4, s.659)
17: İmam Gazali: a.g.e. s. 649