Yükleniyor...
Vefatının 8. yılında ‘Yurdunu Kaybeden Adam’
Cengiz Dağcı’yı rahmet ve özlemle anıyoruz.
Prof. Dr. Bilge Ercilasun’un 2012 yılında
Kardeş Kalemler Dergisinde
yayımlanmış yazısını sunuyoruz.
Savaş romanı modern edebiyatın önemli türlerinden biridir. Avrupa’da 19. yüzyılda savaş romanı özellikleri taşıyan eserler yazılmaya başlamış, her milletin edebiyatında örnekleri meydana getirilmiştir. Bunlardan bazıları dünya çapında eserlerdir. Bunlar arasında ilk akla gelecek olanlardan biri Tolstoy’un Harp ve Sulh romanıdır. Bu asırda savaş romanı olmasa da, savaş romanı fonksiyonunu taşıyan eserler de görülmektedir. Alexandre Dumas’nın romanları buna örnek olarak gösterilebilir. 19. yüzyılda, yazdığı tarihî romanlarla Fransızlara kendi tarihlerini öğreten ve sevdiren Dumas’nın romanları, tarihî roman türünün en tesirli örneklerindendir. Tarihî romanlardaki ana temlerden birinin de savaş olduğu görülmektedir.
20. yüzyılda savaş romanlarının örnekleri daha da artar. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nı konu alan pek çok roman yazılır. Bunlar arasında Erich Maria Remarque’ın Birinci Dünya Savaşı’nı konu alan Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok adlı romanı sayılabilir.
21. yüzyılda savaş romanına örnekler veren yazarlardan biri de Ernest Hemingway’dir. Romanlarında savaş temasını sıkça kullanan yazarın bu konudaki en ünlü eserleri Silahlara Veda ve Çanlar Kimin İçin Çalıyor? adlı eserlerdir.
1.Cephe romanları: Doğrudan doğruya sıcak savaşı anlatan, cepheyi tasvir eden romanlar (sıcak savaş romanları). Savaş romanı deyince ilk akla gelenler bu eserlerdir.
2.Cephe gerisi romanları: Savaş esnasında cephe gerisinde olup bitenler anlatılır. Bunlar da savaş romanıdır. Çünkü cephede olup bitenler bütün çevreye yansır ve tesir gösterir.
Türk edebiyatında Halide Edip Adıvar’ın Ateşten Gömlek adlı eseri, savaş romanına güzel bir örnektir. Ateşten Gömlek romanında savaşın bütün dehşeti ayrıntılarıyla çarpıcı bir şekilde anlatılmıştır. Burada Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun kaleme aldığı Yaban romanından da bahsetmek lazımdır. Psikolojik roman niteliği taşıyan ve aynı zamanda sosyal bakışın ağır bastığı bu eser, savaş esnasını konu aldığı için bu özelliğiyle savaş romanı içinde cephe gerisi romanı türüne girebilir. Savaşın tesirlerinin görüldüğü ve savaşın algılanması hususunda Yaban romanı savaşı yorumlamak, aksettirmek açısından oldukça önemlidir ve dikkat çekici bir nitelik taşır. Yakup Kadri’nin bu romanda olaylara, köylüye, aydına bakışı ve yorumlaması, üzerinde durulacak niteliktedir. Yazar bu romanda aydına ve köylüye bakışı, yorumları ve tenkitleri ile, edebiyatımıza bu konuda oldukça uzun süren tartışmalar getirmiştir.
19. ve 20. yüzyıllarda Osmanlı Devleti’nin girdiği savaşlar pek çok esere aksetmiştir. 1858 Osmanlı-Rus Savaşı, 1898 Türk-Yunan Savaşı, 1912 Balkan Savaşı etrafında şiirler ve hikâyeler yazılmıştır. Fakat bütün bunlar yeterli değildir. Bu konuyu ele alan Ömer Seyfettin Harp Edebiyatı adlı yazısında ilgi çekici tespit ve değerlendirmelerde bulunmuştur. Bu yazıda Ömer Seyfettin sanatı bir bütün olarak ele alır ve sanatkârları suçlar. Onların millî olmadıklarını, millî meselelere sahip çıkmadıklarını, orduya destek olmadıklarını söyler. Çünkü Türk milletinin aydınları her zaman asıl milletten ayrılmışlardır, der. Onlar bu ayrılıkta devam ettikçe yalnız harp edebiyatının değil, hiçbir şeyin olamayacağını söyler.
“Karşımızda Avrupa’nın bütün muharip milletlerini yalnız harp sahnelerinde değil, fikir ve sanat vadilerinde de gergin bir faaliyette görüyoruz. Orada herkes ordu ile beraber muayyen bir hedefe doğru ilerlemektedir. Şair manzumeleriyle, romancı hikâyeleriyle, temaşa muharriri piyesleriyle, ressam fırçasıyla, bestekâr nağmeleriyle milletin heyecanını duyuruyor, elemli kalplere teselli, yorgunlara ümit ve kuvvet, ümitsizlere aşk ve heyecan veriyor, hasta ruhları dinlendiriyor, yorgun sinirleri teskin ediyor. Bizde ise böyle değil… Kahraman askerlerimiz Kafkas hudutlarında, Sînâ ve Irak çöllerinde, Çanakkale’de nihayetsiz bir iman ve heyecan ile mütemadi çarpışırken, o insanlığın fevkine yükselen kahramanlık sahneleri hangi şiirde kendisine ma’kes buldu? Hangi bestekâr o kalpteki sesleri zapt edebildi? Hangi fırça onları tespite muvaffak oldu?”
“Bunun sebeplerini uzun uzun aramak, milletin en yüksek sınıfını asıl milletten bu kadar uzaklaştıran, ona bîgâne bırakan âmilleri ortadan kaldırmak, şüphe yok ki, kolay bir iş değildir. Yalnız, memleketin mütefekkirlerinde, şairlerinde, sanatkârlarında göze çarpan bu hastalığı, hiç olmazsa şimdiden teşhis etmek bile büyük bir istifadedir. Bu zavallı memleketin başına her ne geliyorsa işte bundan, mütefekkirlerinin, güzideler sınıfının millî olmamasından ileri geliyor. Milletle yüksek sınıf arasında asırlardan beri devam edip duran bu ayrılık, bu alakasızlık devam ettikçe, bizde yalnız harp edebiyatı değil hiçbir şey olamayacağına iman etmeliyiz.” (Yeni Mecmua, Sayı 5, 9 Ağustos 1918).
Ömer Seyfettin’in Türk aydınları ve sanatkârları hakkındaki bu değerlendirmeleri, oldukça önemlidir ve üzerinde durulması gereken bir noktadır. Yazar Türk milletinin asırlardan beri süregelen zaaflarından birini farketmiş ve ortaya koymuştur. Bu zaaf, Türk aydınlarının millî olmamaları, milletten uzaklaşmalarıdır.
Ömer Seyfettin’in bu yazısının üzerinden 94 yıl geçmiştir. O zamandan bugüne kadar Türk edebiyatında savaş romanı türüne girebilecek başarılı örnekler verilmiştir. Özellikle Millî Mücadele dönemi ve İstiklâl Savaşı’nı konu alan edebî değeri yüksek, güzel ve seviyeli romanlar yazılmıştır ve yazılmaktadır.
Savaş romanı denince ilk akla gelen isimlerden biri de Cengiz Dağcı’dır. Yazar Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam romanlarında İkinci Dünya Savaşı’nın şahit olduğu bütün ayrıntılarını anlatmış, savaşın dehşetini, Türklerin yaşadığı zulmü, çektikleri ıstırabı ortaya koymuştur.
Cengiz Dağcı hakkındaki ilk tanıtma ve değerlendirme, Yaşar Nabi tarafından yapılmıştır. Yaşar Nabi Korkunç Yıllar romanının başına koyduğu Birkaç Söz başlıklı yazıda yazar hakkında çok önemli ve isabetli hükümler vermiştir. Dağcı’nın sanatını tanımak için Yaşar Nabi’nin bu değerlendirmelerini bilmek ve her bir hükmünün üzerinde dikkatle durmak lâzımdır.
Yaşar Nabi önce eserin konusunu belirtir ve İkinci Dünya Savaşı’nı anlattığını söyler. Dünya edebiyatındaki İkinci Dünya Savaşı’nı konu alan eserlerin belli başlılarını okuduğunu, ancak onlar içinde o dehşet sahnelerini bu derece canlı veren bir eserin bulunmadığını ifade eder. Böylece Cengiz Dağcı hakkında bir hüküm vermiş ve onun dünya edebiyatı içindeki yerini belirtmiş olur.
Yaşar Nabi romanın başka özelliklerine de dikkati çeker. Bu, bir adamın vatanını bütün insanlarıyla beraber kaybetmesidir. Yaşar Nabi’ye göre bu ikinci ve daha beter bir dramdır. Bu, son derece “yaşanmış” ve “duyularak yazılmış” bir faciadır. Bu faciayı tüyler ürpermeden okumak imkânsızdır.
“Sovyet ordusunda subay olarak son dünya savaşına katılmış, nefret ettiği bir bayrak altında dövüşmek zorunda kalmış, Almanlara esir düşünce, Türklüğüne bakılmadan, toplama kamplarında inim inim inletilmiş, sonradan kurulan Türkistan ordusuna katılarak, bu sefer de Alman bayrağı altında Ruslara karşı savaşmış bir Kırımlı Türk’ün hikâyesiydi bu. Ancak ajans haberlerinden yarım yamalak takip edebildiğimiz bir korkunç boğuşmanın içyüzü bütün acılığı ve çirkinliğiyle eserde gözlerimizin önüne seriliyordu. Bu devler savaşı üzerine barıştan sonra yazılmış eserlerin en iyilerini okumuştum. Ama hiçbirinde o dehşet sahnelerini bu derece canlı olarak veren sayfalara rastlamadığımı itiraf etmek zorundaydım. Üstelik eserin bir başka üstünlüğü daha vardı: Ardında kendi insanlarını, kendi yurdunu düşman çizmeleri altında bırakmış bir Türk’ün duygularını aksettirmesi. Yeteri kadar korkunç bir dramın içinde daha da beter bir dram yer alıyordu. Bir adam yurdunu, bütün insanlarıyla birlikte kaybediyordu.” ….
“Bu derece yaşanmış, bu derece duyularak yazılmış bir faciayı insanın tüyleri ürpermeden okuması, sonunda medeniyet adı altında işlenen cinayetleri lânetle anmaması imkânsızdı.” (Nayır 1956: 2).
Burada eserin edebî değeri belirtiliyor, üstünlüğüne işaret ediliyor. Sonunda da bütün bunların “medeniyet adı altında” işlenmiş “cinayetler” olduğu söyleniyor. Yaşar Nabi kısa bir mukayese ile Cengiz Dağcı’nın dünya edebiyatındaki yerini çok doğru ve isabetli hükümlerle tespit etmektedir.
Korkunç Yıllar, başka özelliklerinin yanında, öncelikle bir savaş romanıdır. İkinci Dünya Savaşı’nın anlatıldığı bu roman pek çok bakımdan incelenebilir niteliktedir. Bu romanda savaş romanı olmasına rağmen savaş romanlarında bulunması en son akla gelecek olan bazı özellikler de yer almaktadır. Bunlar romana çok boyutlu, kompleks nitelikler kazandırmaktadır. Bu özellikler şunlardır:
1.Tabiata Bakış: Yazar savaş romanında bile tabiatı görmekte ve tabiat güzelliklerini tasvir etmektedir. Dağcı, kuvvetli bir estetik dikkate sahiptir.
Aşağıda tabiatla beraber savaş ile barış, hayat ile ölüm arasındaki zıtlık veriliyor ve savaşın yarattığı trajik durum tasvir ediliyor.
“Sabah olmasına rağmen kızgın bir güneş var. Krasnoye’ye gidiyoruz. Daha birkaç gün önce buraları hayat doluydu. Şimdi evler boş ve sessiz; avlularda paslı sapanlar, araba tekerlekleri, artık kimsenin girip çıkmadığı yarı devrilmiş bahçe kapıları”…(s. 56).
Aşağıdaki metinde çok güzel, estetik ve ayrıntılı bir tabiat tasviri görülüyor. Yazar savaşa rağmen etrafındaki bütün güzelliklerin farkındadır ve bu güzellikleri bütün özellikleriyle ve estetik unsurlarıyla tespit etmiştir.
“Krasnoye’den çıkıyoruz. Asfalt şosedeyiz. İki tepenin arasında duruyor ve otomobili sol taraftaki tepenin eteğinde, çalıların arasına bırakıp tepeye tırmanıyoruz. Otsuz, çıplak bir tepe. Aşağıda yeşillik ve yeşilliğin gerisinde kamışlı sazlık var. Kamışlığa yakın akan sakin, yeşil suyun gerisinde bir ekin tarlası uzanıyor. Ekinler sararmış, altın başaklar hafif bir rüzgârla canlıymışlar gibi dalgalanıyor. İki kilometre kadar uzanan tarla, karşı kara bir ormana bağlanıyor. Sağda asfalt şose, güneş altında buz tutmuş bir nehir gibi parlıyor. Tarlanın sol tarafında küçüklü büyüklü tepeler var. Birbirine bağlanan bu tepeler, dizleri üzerine çökmüş, dinlenen develer gibi tâ ormana kadar uzanıyor.” (s. 60).
Yukarıdaki metinde, etrafındaki güzelliklerin farkında olan duygulu ve sanatkâr bir ruhun bütün özellikleri görülmektedir. Yazar tabiat varlıklarını birtakım benzetmelerle bütün incelikleriyle tasvir etmektedir. Burada tabiat varlıkları çıplak olarak verilmiş, tabiatla savaş ve insan arasında münasebet kurulmamıştır.
Dağcı romanında genel olarak tabiat unsurlarını, yaşanan ortam içinde verir, yani varlıklarla savaş veya insan arasında ilgi kurar. Bu suretle tabiattaki güzellik ve huzur ile savaşın yaşattığı trajedi arasındaki tezadı belirtmiş olur. Bunu yaparken anlatımına lirizm katar. Aşağıdaki üç alıntıda bu özellikler açıkça görülmektedir:
“Akşam oluyordu. Bahçelere, yavaş yavaş sessiz, karanlıklar çöküyordu. Yol kenarlarında; saçakların altında piyade askerleri, sevgilileri koyunlarında imişçesine tüfekleri kollarının arasında, yerlere uzanmış, yarını sessizce düşünüyorlardı.” (s. 63).
“Krasnoye’nin bahçeleri ardından kıpkızıl bir güneş doğuyor. Şişkof çadırın kapısını açık bırakarak çıkmış. Onun çadırdan çıkıp gitmesine azıcık sevinir gibiyim. Hâlâ daha köyümüzün hülyasındayım. Sini gibi güneşe bakıp köyümüzdeyken hayvanları çobana götürdüğüm sabah vakitlerinde Ayı Dağı’nın gerisinden mavi göğe yükselen güneşi hatırlıyorum. Güneş, aynı güneş. Fakat o güneşin aydınlattığı toprağın ısınışı başka, nefes alışı başka.” (s. 64).
“Askerleri silahlandırıp tepeye doğru yola çıkıyoruz. Krasnoye’nin sokakları boş ve sessiz. Bütün hayat toprağın altına çekilmiş sanki. Bahçe kenarlarından, çukurlardan tüfek namluları çıkıyor. Bazen, evlerin saçakları altında bir grup asker yılan gibi kıvrılıp evin gerisinde kayboluyor. Ötede, tepelerin gerisinde, yeşil çalıların altından top namluları göğe bakıyor, topların gerisinde çukurların içinde topçu askerleri bekleşiyor. Etrafın sessizliğini ara sıra bir motor gırıltısı bozuyor. Ara sıra, sert ve kısa bir kumanda sesi işitiliyor. Biz ilerledikçe, sessizlik daha derinleşiyor, daha korkunçlaşıyor. Krasnoye’nin bu sessizliği bana vahşi bir ormanı; askerler ise ormanın içindeki, birbirlerini boğmaya, parçalamaya azmetmiş vahşi hayvanları, kaplanları, çakalları düşündürüyor.” (s. 64).
Birinci parçada tabiatın getirdiği huzur ve güven ortamı ile savaşın yarattığı kavga, güvensizlik ve belirsizlik, birkaç cümle içinde verilmektedir. Bu cümleler, ressamın fırça darbelerini andırmaktadır. Romancı âdeta birkaç fırça darbesi ile tezatları belirtmiş, yaşanan acıyı bütün gerçekliğiyle ortaya koymuştur.
İkinci alıntıda güneşin doğuşunun bahçelere aksetmesi bir cümle ile verilmektedir. Bu cümle aynı zamanda manzaranın güzelliğini ve estetik boyutlarını da hissettirecek niteliktedir.
İnsanları savaşın yarattığı acımasız ortamdan uzaklaştıracak bir başka kurtarıcı da mazidir. Her iki alıntıda da karakterlerin maziye kaçtıkları ve sığındıkları görülür. Birinci alıntıda askerler sevgililerini düşünmektedirler. Burada tüfekler sevgilinin yerini tutmaktadır. İkinci alıntıda Sadık köyünü hatırlar, köyünün topraklarını, tabiatını düşünür. Böylece zihnen de olsa bulundukları ortamdan uzaklaşmışlar, hayallerine sığınmışlardır. Bu onlara geçici bir ferahlık ve huzur sağlamıştır.
Üçüncü alıntıda yine bir tabiat tasviri yapılmıştır. Fakat bu, hayatın çekildiği, top, tüfek, asker gibi savaş unsurlarının hâkim olduğu bir tabiattır. Tabiat varlık ve hayattır. Savaş ise ölüm demektir. Yazar tabiatı hayat, savaşı ise ölüm manasına kullanmaktadır.
Yukarıdaki alıntılarda tabiat güzellikleri vasıtasıyla hayat ile ölüm arasındaki tezat işlenmektedir. Bir başka dikkat çekici nokta, yazarın konuyu lirik bir üslupla vermesidir. Lirizm ve lirik bakış konusunda Dağcı’nın bir şair dikkati ve hassasiyeti taşıdığını, üslubunu bir şair tavrıyla düzenlediğini söyleyebiliriz.
Bir başka nokta da, tasvir edilen tabiat manzaralarının birer tablo olmadığı, canlı hayat sahneleri olduğu, yaşanmış tabiatlar olduğudur. Yazar tabiat varlıklarının da birer ruhu, şahsiyeti olduğunu bize hissettiriyor. Orada dolaştığı, gördüğü ev, sokak, dağ, tepe gibi varlıklar, sadece görüntüden ibaret varlıklar değil, yaşayan, nefes alan, terkedilmişlikten veya çarpışmadan dolayı insanlar gibi insanlar kadar acı çeken varlıklardır.
2.İnsana Bakış: Cengiz Dağcı’nın romanlarında hâkim temlerden biri de insan sevgisi ve hümanizmdir. Dağcı savaş ortamında olsa da dost düşman ayırt etmeden insanlara dikkatini yöneltir ve onların psikolojilerini tahlil eder. İnsanî özelliklerini ortaya çıkaracak tahliller yapar, Onun nasıl bir insan olduğuna dikkat eder, onun iyi veya kötü bir adam olduğuna dair tahminlerde bulunur ve hükümler verir. Dağcı’nın insanlara yaklaşımında sevgi ve acıma duygusu hâkimdir. Romanda Rus ordusunda görev yapan Gürcü doktorun tasviri ve onun kötü bir adam olmadığı hakkındaki görüşleri, örneklerden birisidir (s. 79).
Sadık esir düşmüştür. Kendisini teslim almaya gelen Alman askerini tasviri ve onun yüzüne kalbinden gelen “merhametli bir gülüşle” bakışı, onun savaşta olmasına rağmen insanlara sevgiyle yaklaştığını gösteren bir başka örnektir (s. 97).
3.Psikolojik Derinlik: Romanda bir başka özellik, olayların ve karakterlerin psikolojik bir derinlik içinde verilmesidir. Sıcak savaş romanında psikolojik unsurların ağır basması ve psikolojik tahlillere yer verilmesi, üzerinde durulması gereken önemli bir noktadır. Romanda savaşın yarattığı psikolojik yıkım anlatılmıştır. Gerek Sadık’ta, gerekse romanın diğer karakterlerinin tasvirinde bu bakış açıkça görülmektedir. Bu durum savaşın içinde ve savaştan sonra olmak üzere her iki durumda da ele alınmıştır.
Sadık Turan savaştan sonra psikolojik bir yıkım içindedir. Sadık Turan’ın savaş sonrasında başı ağrır. Korkuları vardır. Doktora gider. Doktor ona geçmişte bir şeyden korktuğunu, bu ağrıları onun için çektiğini ve zamanla bu ağrıların azalıp kaybolacağını söyler.
Romanda bu durum şöyle anlatılıyor:
“Yalnız korktuğum ve geleceği kara gördüğüm zamanlar hayattan kaçıp hatıralara sığınıyorum. Fakat bu sevincim uzun sürmedi. Yatağa, gene kara düşüncelerimle girdim. Her şeyi kara görüyorum. Doktor geçmişte bir şeyden korkmuşsun, o korku, içinde kalmış, diyor. Şimdi o korkuların meydana çıktı, ondan sıkıntılısın; fakat aldırış etme, zamanla hepsini unutacaksın, bir şeyin kalmayacak, diyor.
Neden korktum? Bilmiyorum. Fakat artık hayatta benim için her şey bitti sanıyorum. 1921’de Kırım’da büyük bir açlık olmuştu.” (s. 74).
Yukarıdaki alıntıda karışık ve bozuk psikolojisi, Sadık’ın ağzından anlatılmaktadır. Bu arada Sadık’ın neden korktuğunu bilmediğini söylemesi ve ilk olarak 1921 yılını, yani uzak geçmişi hatırlaması, üzerinde durulacak bir husustur. O yakın geçmişi reddetmekte, hatırlamak istememektedir. Çünkü bu yükü kaldıramayacak, taşıyamayacak hâldedir. Bu acı gerçeği kabul edecek ve buna tahammül edecek gücü yoktur.
Bu kötümserliğin getirdiği fizikî bozukluk ise uykusuzluktur. Sadık da uykusuzluk çeker. Geceleri uyuyamaz. Bu hâlini şöyle anlatır:
“Artık geç oldu. Uyuyamıyorum. Niçin uyuyamıyorum? Uyursam, sabah kalktığımda, insanları ve dünyayı, bıraktığım gibi mi bulacağım?… Allahım, sen beni koru…” (s. 76).
Romanda Sadık önce uzak geçmişi hatırlamış, yani çocukluğuna dönmüştür. Yakın geçmişi, yani savaşı ve cephede olanları sonradan hatırlar. Bu tam bir hatırlama değil, bir rüya hâlidir. Sadık yakın geçmişteki olayları, uyku ile uyanıklık arasında anlatmaya başlar. Romanın asıl konusunu teşkil eden savaş olaylarının anlatımına, bir rüya hâli içinde iken geçer. Romanın yapısı bunun üzerine kurulmuştur. Bu bakımdan Ateşten Gömlek romanına benzer. Her iki romanda da gerçek olaylar bulanık bir zihin vasıtasıyla verilir. Olaylar çok gerçekçi biçimde anlatılmıştır. Ama Ateşten Gömlek romanının sonunda bu olayların gerçek olmadığı, gerçekten yaşanmış olaylar olmadığı söylenir ve hasta bir beynin hezeyanları olduğu belirtilir. Burada bu olayların çok acı olaylar olduğu, gerçek olamayacak kadar acı olaylar olduğu, bunların olsa olsa hasta bir beynin gördüğü veya yaşadığını sandığı hallüsinasyonlar olabileceği söylenmek istenmiştir. Çünkü Ateşten Gömlek romanında da yaşanan olaylar çok vahşi, trajiktir.
Korkunç Yıllar romanında olay kahramanı zaten yakın geçmişi hatırlamamakta ve kabul etmekte zorlanmakta, gerçeği inkâr etmektedir. Bu ruh hâli içinde onun gerçeği hatırlamaması, hatıralardan sonra hayal meyal hatırlaması bulanıklık içinde bu olaylara geçmesi oldukça gerçekçi, romanın yapısına uygun niteliktedir. Sadık’ın beyni, yaşadığı olayları ve maruz kaldığı acıları inkâr etmekte ve şuur altına itmektedir. Bunlar Yaşar Nabi’nin romanı tanıtırken ve değerlendirirken de belirttiği üzere gerçek olaylardır. Gerçekten yaşanmış olaylardır. Yaşar Nabi bu gerçeği bir adam bütün yurdunu insanlarıyla beraber kaybetmiştir, diye belirtmiştir.
Romanın yapısından ve Sadık’ın psikolojik durumundan başka romanın içinde de buna dair pek çok örnek vardır. Kahramanın olaylara ve insanlara bakışında, ruh hâllerine dikkat ve bu konuda derin bir hassasiyet açıkça görülmektedir. Olayların içinde pek çok karakter, sadece dış görünüşleriyle ve durumlarıyla değil ruh hâlleriyle ele alınmış ve tahlil edilmiştir.
Dağcı romanında karakterleri iç dünyalarıyla vermiş, hareketle iç dünyayı birleştirmiş, olayların şiddetine ve dehşetine rağmen karakterlerin psikolojik derinliğini cümleleriyle yansıtmıştır. Gürcistanlı doktor, Şişkof, Grişa gibi pek çok karakter sadece davranışlarıyla değil, aynı zamanda olaylar karşısında değişen ruh hâlleriyle, duygu ve düşünceleriyle de verilmektedirler. Dağcı, bu tasvirleri bazen bir iki kelime ile, bazen bir cümle ile, yani çok kısa olarak yapmaktadır (58., 60., 63., 79. sayfalar).
Aşağıdaki alıntılarda savaşın dehşeti anlatılmış, savaşın insan psikolojisini nasıl derinden etkilediği üzerinde durulmuştur.
“Çocuklar, ilk ateş ve barut kokusundan sonra serbestçe konuşmaya cesaret ediyorlar. Daha iki hafta önce kimin ağzından böyle bir söz çıkabilirdi? Savaş onların kalplerindeki hürriyet, şahsî hürriyet duygularını uyandırıyor galiba. Söylediklerini işitmezlikden geliyorum. Fakat içimden seviniyorum. Benim kalbimin de böyle bir açıklığa ihtiyacı var. Kimbilir belki savaş bizlere iyi günler getirir.” (s. 57).
“Otomobile binip geri, kumandanlığa dönüyoruz. Alçak, saman damlı evciğin önünde bir kalabalık var. Ter içinde subaylar içeriye girip çıkıyorlar. Yalnız yaralı subaylar sessiz. Onlar savaşın bütün dehşetini yaşamışlar. Dünyaya ve hayata küsmüş, maksatsız insanlar gibi, sessizce sigara içiyorlar. Eve giriyoruz. Yüksek rütbeli subaylar, harita başında, ellerinde kalemleri, alçak sesle bir şeyler görüşüyorlar. Sağda, duvarın yanında, cephane sandıkları üstünde telefon duruyor. İki er, durup dinlenmeden, telefonlardan haber alıp veriyorlar.” (s. 61).
Sadık, arkadaşı Süleyman’la Kırım’daki durumu konuşmaktadır. Süleyman eğitimin öneminden bahseder ve okul görmemiş, cahil bir insanın milliyetini millî kimliğini idrak edemeyeceğini söyler ve Kırımlı bir köylüyü misal verir. Köylünün adının Kerim olduğunu, bir ay önce cepheye geldiğini söyler. Sovyet Rusya tarafından daha önceki muharebelerde iki madalya kazandığını, sadece ordu disiplinini bildiğini ve emirleri uyguladığını belirtir. Kerim şimdi nöbettedir ve parola bilmeden kimseyi karargâha sokmamaktadır. Sadık ise ona gidip şimdi Türkçe hitap edeceğini ve bundan dolayı parolayı bilmeden karargâha gireceğini söyler. İddiaya tutuşurlar. Sadık karargâha yaklaşır, Kerim ona parolayı sorar, Sadık ona parolayı bilmediğini söyler ve vatandaşını mı öldüreceksin diye sorar. Sadık Türkçe konuşmuştur. Kerim tüfeği indirir ve ona parolayı söyler. Az kaldı seni öldürecektim kumandan der. Süleyman kendisine neden böyle yaptığını sorunca Kerim aşağıdaki cevabı verir. Kerim’in bu cevabı, çok çarpıcı ve düşündürücüdür.
“-Müslümanca konuştu Süleyman Ağa, ateş edemezdim ya.” (s. 45).
Sadık haklı çıkmış, Süleyman iddiayı kaybetmiştir. Fakat bu iddia için Sadık, hayatını ortaya koymuş, ölümü göze almıştır. Dilin önemini anlayan Süleyman, Sadık’a şöyle der:
“-Benim bölükte on iki Tatar var. Biraz serbest kaldığın zaman gel, onlarla konuş. Şimdi inanıyorum, dilimiz bizim için çok kıymetli…” (s. 46).
Bir başka örnek, adı Kılıçbay olan bir Kırgızdır. Kılıçbay, Sadık’ın cephede birkaç kere karşısına çıkar ve onun bölükteki diğer Türklerle karşılaşmasına vesile olur. Kılıçbay’ın birçok olayda Türklük şuuru ile hareket ettiğini görürüz (s. 71-73).
Bir başka olay Sadık’ın Kazanlı bir doktorla tanışmasıdır. Ağır yaralı olan doktor kendini tanıttıktan ve ona Ruslar için savaşmamasını söyledikten sonra ölür. Bu da, Sadık’ı derinden etkileyen ve ıztıraba sürükleyen olaylardan biridir (s. 78).
Bu konuda romanın en etkili olaylarından biri Sadık’ın Türkistanlılarla tanışmasıdır. Kılıçbay vasıtasıyla Türkistanlı Özbeklerle karşılaşan Sadık onların namaz kılışlarını seyreder ve sonra onların hep birlikte söyledikleri “Güzel Türkistan sana ne oldu” diye başlayan türküyü dinler ve duygulanır. Romanda bu olay, Sadık’ın duyguları ve düşünceleri, oldukça ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştır (s. 81-82).
Romanda Almanların bir hücumu esnasında tankları kaybetmeleri, pek çok askerin tank içinde ölmesi, Vasilef’in mucize kabilinden kurtuluşu şöyle anlatılıyor:
“Yarım saat sonra yanımıza, sürüne sürüne Vasilef çavuş geldi. Kaşları kirpikleri yanmış, yüzü gözü kan ve çamur içinde olmasına rağmen gülüyordu. Yanan tankın içinden nasıl çıkıp kurtüulduğunun kendisi de farkında değildi: Beni Allah kurtardı kumandan… Ateşin içinden insan çıkar mı? Bak, ben çıktım işte! Bundan sonra Allah yok diyenin kafasını kıracağım, diyordu.” (s. 56).
Bir başka örnek, Alman ordusu tarafından cephenin yarılmasıdır. Yazar burada iki cümle içinde savaşın bütün dehşetini özetlemektedir. Üstelik bunu anlatma ile değil başka bir subayın ağzından konuşma olarak vermesi, anlatımda ustalık ve olgunluk gerektiren önemli bir noktadır.
“Sağ taraftaki kalabalığın içinden sesler, haykırmalar duyuldu ve birden, kalabalığı yararak, elbiseleri paramparça, yüzü gözü kan içinde genç bir subay ortaya atıldı. Öyle korkunç bir hali vardı ki, bel kemiğimden soğuk bir titreme geçti. Subay, asker kalabalığı ile subayların arasında durdu ve ellerini kaldırarak vahşi bir sesle haykırdı:
-Yardılar!… Cephe kalmadı!… Tanklarıyla vücutlarımızın üstünden geçtiler!… Kemiklerimizi kırdılar!…
Yere yıkıldı ve gene:
-Ah anam! Vücutlarımızın üstünden geçtiler, diye inledi.” (s. 84).
Yukarıdaki metinde subayın iki cümle ile söyledikleri, anlatma ile verilen kısımdan çok daha üstün, çarpıcı ve tesirlidir. Burada subayın yaşadığı dehşet ve panik, aldığı yaralardan çok daha önemli ve tesirlidir. Subay, maneviyat bakımından tamamen çökmüş, kazanmaya dair inancını ve ümidini kaybetmiş, bozguna uğramış, bitmiş tükenmiş bir ruh hâli içindedir. Onun bu hâli diğer askerlere de şiddetle tesir edecektir. O, askerler üzerinde yarattığı olumsuz etki ile bir ordunun harbi kazanmasını imkânsız kılmaktadır. Yazar bütün bu psikolojik durumları birkaç cümle ile mükemmel bir ustalıkla vermektedir.
Romanda sıcak savaş ile ilgili çok çarpıcı sahneler bulunmaktadır. Bunlardan biri Aleksandrovka yakınlarında yapılan meydan muharebesidir. Burada Alman askerlerinin taarruzu Rus ordusunu geri püskürtmüş, bütün direnişlerine rağmen büyük bir kısmı öldürülmüş, sağ kalanlar da Almanlara esir düşmüşlerdir. Esir düşenler arasında Sadık Turan da bulunmaktadır.
Aşağıdaki parçada bu muharebenin başlangıç kısmı anlatılmaktadır:
“Yerde sürünerek, demin gerisinde yattığım kayaya dönüyorum. Etrafta hâlâ daha serseri kurşunlar vızıldıyor. Fakat ateş biraz hafiflemiş gibi. Ateş zorlulaşmadan önce, daima böyle hafifler. Düşman askerleri, düzlüğün gerisinde, çukurlarda sessizce yatıyorlar. Gerideki tankların, havanların ateş etmelerini bekliyorlar galiba. Sigara içmek istiyorum. Ömrümde, hiç bu kadar sigara içmek istediğim olmamıştı. Düşman havanları ateş açar açmaz bir sigara yakacağım diye kendi kendime söz veriyorum. Sağ taraftaki kerpiç binanın önüne bir mermi düşüyor: Tra-a-ak. Bum… Tüfek çatırtıları, top sesleri birbirine karışıyor. Karşıdaki düzlük, bir an, göğe yükselen duman perdesinin gerisinde görünmez oluyor. Top tüfek gürültüleri arasında Vasilef’in sesi geliyor:
-Teğmenim!…Düşman düzlükte!…
Dizlerimin üstünde doğrularak düzlüğe bakıyorum. Sağda solda önümüzde fışkıran boy boy toprak ve alev sütunları arasından, düzlükte koşan Alman askerlerini görüyorum. Başımın üstünden kurşunlar geçiyor; kurşunlar iri iri yağmur damlaları gibi, etrafımdaki kayalara yağıyor, kayalara çarpıp daha yanlara sıçrıyor. Demin Vasilef’e söylediğim şeyi şimdi içimde bir ses bana tekrar ediyor:
-Korkma Sadık. Korkarsan ölürsün. Karkma!
Korkmuyorum. İçimdeki o ses bana kuvvet veriyor. Düşman düzlükte. Kendilerini ölüm beklediğini biliyorlar mı acaba? Tehlike hissetmiyorlar galiba. Hepsi ayaktalar, ağır ağır ilerliyorlar. Onlar da korkmuyorlar galiba. Fakat ben kendimi onlardan kuvvetli hissediyorum. Sağda top ateşi biraz hafiflemiş görünüyor. Almanlar tehlike sezmiyorlar artık buna eminim. Korkusuz, gizlenmeye lüzum görmeden bize doğru ilerliyorlar. Çok mağrur insanlara benziyorlar. Bütün cesaretimi sesimde toplayarak haykırıyorum:
-Ateş, Vasilef! Ateş!
Vasilef’in göğsünden kopan aynı haykırma, bir an, top gümbürtülerini bastırıyor:
-Ateş! 2 numara! Ateş! Avradını!…
Tra-ta-ta-ta… Tra-ta-ta-ta… Uzun ve kısa salvolar, el bombası çatırtıları… Önümüzdeki düzlükte sahici bir ölüm sahnesi. Dante’nin Cehennem’inden daha korkunç bir sahne canlanıyor. İki makineli tüfek şimdiye kadar benim için yalnız iki makineli tüfek demekti. Şimdi, birbirine eklenmiş birkaç demir parçasının ne kadar korkunç bir şey olabileceğini anlıyorum. Düşmanın ateşi ansızın kesiliyor. Bizim tüfeklerimiz durmadan ölüm yağdırıyor.” (s. 93-94).
Yukarıda canlı, etkileyici ve hareketli bir anlatım görülmektedir. Muharebe meydanının dehşeti, silahların sesi, hem üslupla ve anlatımla, hem de ses tekrarlarıyla verilmektedir.
Korkunç Yıllar yazarın ilk romanı olmasına rağmen ustaca yazılmış bir eserdir. Cengiz Dağcı savaş romanı türünde diğer roman türlerinde olduğu gibi dünya edebiyatında önemli bir yere sahiptir. O yazdığı bu romanlarla, 20. yüzyılın önde gelen romancılarından biri olarak bütün dünyada tanınan Ernest Heminway’den üstün niteliktedir. Dağcı bu yeri hiç kaybetmeyecektir. Bu eserler daima var olacaklar ve Kırım Türkünün yaşadığı trajediyi hiçbir zaman dünyaya unutturmayacaklardır. Böylece vatan uğrunda yaşanan acılar ve çekilen sıkıntılar, sanat sayesinde ölümsüzlük kazanacaktır.
Cengiz DAĞCI. Korkunç Yıllar, Ötüken Yayınları, İstanbul 1991 (Metindeki sayfa numaraları bu baskıya aittir).
Yaşar Nabi NAYIR. “Birkaç Söz”, Korkunç Yıllar, Varlık Yayınları, İstanbul 1956.
ÖMER SEYFETTİN. “Harp Edebiyatı”, Yeni Mecmua, Cilt 1, Sayı 5, 9 Ağustos 1918.