Yükleniyor...
Gün geçmiyor ki Müslümanlar ayrışmak ve ayrıştırmak için bir şeyler bulup çıkarmasın ya da din ve takva adına yeni yeni sorunlar üretmesin, eski dertleri tazelemesin! Bunlardan biri de selam verme şeklidir. Aslına bakılırsa dini şekilden ibaret zanneden kimseler selamın ruhunu anlamak yerine tıpkı sakal, bıyık, sarık, cüppe gibi selamın sözlerini her zaman en büyük takıntı haline getirmişlerdir. Fatih’in İstanbul’u fethedip Ayasofya’nın kapısına dayandığında Bizanslı keşişlerin, meleklerin cinsiyetinin erkek mi dişi mi olduğunu tartışmaları gibi Müslümanlar da sakız çiğnemenin orucu bozup bozmayacağını, nasıl selam verileceğini vs. yüz yıllardır tartışmaya devam edegelmişlerdir. Bir kısım Müslümanlar “günaydın”, “merhaba, “selam”, “iyi akşamlar”, “iyi geceler” demeyi din dışı görmekten hâlâ vazgeçmiyor. En birleştirici olması gereken selam bile cahil ve art niyetli kimselerin dilinde insanları kamplaştırmak için kullanılabiliyor. Tabii ki bu kısır tartışmalar İslâm’a çok şey kaybettirdiği gibi, pek çok gencin de dinden soğumasına sebep oluyor. Ama kimin umurunda!
Hadislerin bildirdiğine göre peygamberimiz selam verirken “İslâm” ile aynı kökten gelen ve “eman, barış, esenlik, kurtuluş sizin üzerinize olsun” anlamı ifade eden “selamun aleyküm” “esselamu aleyküm” diyordu. Yani aynı dili konuştuğu akranlarına kendi dillerinde güzel bir temennide bulunuyordu. Peygamberin, bu kelamın İbranice (Şālóm ʻalêiḥem) ve Süryanice (Şlomo) gibi akraba dillerdeki benzerliklerinden rahatsızlık duymadığı anlaşılmaktadır. Hatta o, ince ruhunun yansıması olarak dağ ve mezarlık gibi cansız varlıkları da aynı şekilde selamlıyor, içinde kimse olmasa bile evine girerken selam veriyor ve bunu insanın kendi kendisine selam vermesi olarak görüp diğer Müslümanlara tavsiye ediyordu.
Tahmin edilebileceği gibi bu son örnekler, selamın her şeyden önce şekilsel olmaktan çok insanın barışçı, olumlu, mütevazı kişiliğini gösteren ruhsal bir ifadedir. Bu, aynı zamanda karşınızdaki varlığa değer vermek, onunla dostça iletişim içinde olmak ve yeni tanışmalara vesile aramak anlamı taşır. Onun içindir ki bütün kültürlerde selam ifade eden sözler, işaretler ve davranışlar hep var olmuştur. Bu durum onun öz olarak evrensel, ifade biçimi olarak kültürel yönüne işaret eder. Farklı olan şey, selam şeklinin kültürlere bağlı olarak değişmesidir. Zaten dinimizde de selamdan maksat insanın karşısındakine en güzel, en sıcak, an temiz duygularını iletmektir. Bu, bazen sözle olacağı gibi, tebessüm ederek, uzaktan el sallayarak veya bunların hepsini bir arada kullanarak da olur. İnsanlara o güzel ve asil duyguyu vermeden muhatabının kafasını yararcasına kendini beğenmiş bir edayla ve asık bir çehreyle zoraki bir şekilde “selamun aleyküm” desen ne, demesen ne! Ben şahsen küçük bir çocuğun bütün samimiyetiyle ve sevecenliğiyle telaffuz ettiği bir “merhaba”yı, hatta “meyaba”yı burnu ve başı havalarda birisinin ruhsuz bin selamına tercih ederim.
Verdiğimiz bu örnek de gösteriyor ki esas olan, selamdaki samimiyet, estetik ve ruhtur. Elbette bir Müslüman için en bildik selam formu bellidir. Fakat o sıcaklığı verenin de alanın da hissettiği “günaydın”, “tünaydın”, “hayırlı sabahlar”, “sabah-ı şerifleriniz hayır olsun”, “uğurlar olsun”, “güle güle”, “merhaba”, “iyi akşamlar”, “iyi geceler” gibi güzel sözler niçin kullanılmasın? Mesele o ruhu verebilmek ve alabilmektir. Önemli olan husus, her kelâmı muhatabına, yerine ve zamanına uygun biçimde yerli yerinde kullanabilmektir. Mesela bu satırların yazarı muhatabının kim olduğuna ve ruh haline bağlı olarak bu ifadeler yanında “selamun aleyküm”, “esselamu aleyküm”, “good morning”, “hi”, “hello”, “buena dia”, “buno noche”, “hayırlı kun”, “hayırlı tüs”, “dobre utra”, “dobre vecher”, “guten tag” gibi ifadeleri kullanmaktan çekinmez. Böylece onlarla çok daha eşit düzeyde samimi ilişkilerin önünü açmış olur. Nitekim özellikle Mısır halkı birbirleriyle “sabahu’l-verd” (gül sabahlar), “sabahu’l-ful” (ful yemeği sabahlar, “sabahu’l-fulful” (fulful yemeği sabahlar), “sabahunnur” (Nur sabahlar), “sabahu’l-asel” (bal sabahlar) diye selamlaşır ve Ezher alimlerinin aklına İslâmî değildir diye bunları yasaklamak asla gelmez. Ama her ne hikmetse iş Türkçeye gelince, suratlar hemen asılır, kaşlar çatılır ve “memnu”, “memnu” feryatları ayyuka çıkar.
Peygamber’in, “selamun aleyküm” veya “esselamu aleyküm” şeklindeki selâm formülünü Mekke’de değil de Medine’de ihdas etmiş olması anlamlıdır. Demek oluyor ki Hz. Peygamber Mekke’de iken ya kendi yakın çevresi dâhil hiç kimseye selam vermiyordu, ya da Mekkelilerin kullandığı selam cümlelerini kullanıyordu. Hz Peygamber gibi, insanlarla diyalog kurmak, Kuran’ı onlara anlatmakla görevlendirilmiş bir kimsenin insanların arasına selamsız sabahsız girmesini beklemeyeceğimize göre geriye ikinci ihtimal kalıyor. Anlaşılan o ki İslâm Peygamberi Mekke’de bulunduğu sürece herkesle onlar gibi selamlaşmış, bu geleneği Medine’de Umeyr b. Vehb el-Kureşî’nin kendisini öldürme teşebbüsü hadisesine kadar sürdürmüş, bu olaydan sonra halen kullanmakta olduğumuz selam cümlesini kullanmaya başlamıştır (M. Efendioğlu, “Selâm”, TDVİA, cilt 36, s. 342-343).
Selamın böyle bir siyasi olay sonrasında yeni şekil alması da ilginçtir. Zaten Peygamberimizin Medine’deki hayatının büyük bir kısmını savaş, barış, sefer, kabilelerle ilişkilerin tanzimi ve elçi gönderme gibi siyasi olaylar işgal eder. Bu sebeple Hicretten sonra gelen vahiylerin konuları ve içeriği Mekke’dekinden farklıdır. Bu siyasi zorlamalar Hz. Peygamberi müşriklere, Yahudilere ve münafıklara karşı temkinli olmaya ve şekil yönünden de disiplinli bir toplum oluşturmaya sevk etmiştir. Bunun anlamı ise inancıyla, ibadetiyle, düşümce tarzıyla, yaşantısıyla, ahlakıyla ve hitap şekliyle yeni bir kimlik yaratma gayretidir. Bunun en iyi bilinen örneği kıblenin, zorlayıcı şartlar sebebiyle önce Kâbe iken sonra Kudüs’e, daha sonra tekrar Kâbe olarak belirlenmesidir.
Kuranıkerim’de Mekke’de inen ayetlerde de “selam” hitabının geçmesi sebebiyle Müslümanların bu kavrama Medine’den önce de aşina olduklarını düşünebiliriz. Fakat onun şimdiki haliyle Medine’de sistemleştirildiğini kabul etmek gerekiyor. Bizim için burada önemli olan nokta, Peygamberin hayatı boyunca belli bir tek selam formu üzerinde ısrar etmemiş olmasıdır. Kıble gibi, namazın olmazsa olmaz bir şartı dahi zamanla ve elbette dinin sahibi olan Allah’ın bilgisi ve izni sayesinde değişikliğe uğraması karşısında selamın şeklinin nasıl olacağı meselesi ve bir tek formla kısıtlanması takdir edileceği üzere çok küçük bir ayrıntı kalır. Zamana bağlı olarak değişen diğer bir uygulama da önce serbest olan kabir ziyaretinin bir müddet sonra yasaklanması fakat ölülerle ilgili mesajın anlaşılması ve yerleşmesi üzerine bu ziyaretlere tekrar izin verilmesidir.
Konuya insani değerler, estetik, kalite ve kültür bağlamında baktığımızda Hz. Peygamberimizin “selamı yayınız” sözü çok daha büyük derinlik ve zenginlik kazanacaktır. Her şeyden önce ibadetler dahil olmak üzere İslâm’ın temel hedefi çokluk değil, nitelik ve kalitedir. Kaliteli iman, ibadet ve yaşantıyla ilgili olarak Kuran’da kullanılan terimler ihlas, huşû, takva, kalp titremesi (rikkati) ve tatminidir.
Başta çoklukla övünmeyi kınayan, yani niceliğe değil, niteliğe önem veren Tekâsür suresi olmak üzere konu hakkında pek çok ayet vardır. Aynı kalite durumu selam için de geçerlidir. Selamda da asıl gaye dualarda, tesbihlerde, salavatlarda, tekbirlerde olduğu gibi lafızların telaffuzu değil, onların anlaşılıp delalet ettiği mananın imanı cilalaması ve hayatı güzelleştirmesidir. Yoksa bunlar Müslümanın dilinde ve omuzunda boş yere taşıdığı yük olmaktan başka bir anlam ifade etmez. Bu konuda da onlarca ayet ve hadis mevcuttur. Buradan hareketle, “selamın yayılması”ndan asıl muradın selam kelimesinde mevcut olan barışın, esenliğin, selametin, hoşgörünün, sağlamlığın, aydınlığın ve saflığın yeryüzünde yayılmasıdır. Böyle bir hareket tarzı hayata mal edilmedikten sonra günde bin kere selam vermiş olsak kime ne fayda sağlar? Ve kul için faydası olmayan şeyin Allah’a, Allah nezdinde makbul olmayan şeyin insanlara bir hayrının olacağını düşünmek mümkün mü?
Mesela şöyle düşünelim: Müslüman kimliği taşıdığı halde İslâm’ın mesajından uzak bir kimse evde, sokakta, işyerinde, çarşıda, pazarda gördüğü herkese “sünnete uygun olarak” selam verse ve diğer kimseleri de buna zorlasa, fakat evde eşine ve çocuklarına karşı cimrilik ediyor, bencil davranışlar sergiliyor, kaba davranıyor ve şiddet uyguluyor olsa bu şahıs selamı yaymış sayılabilir mi? Nitekim Nur suresinin 61. âyeti de aynı yöndedir:
Evlere girdiğiniz zaman
Allah tarafından kutlu ve hoş bir davranış olmak üzere
birbirinize selam verin.
İşte Allah âyetlerini açıklıyor size,
düşünüp de anlamanız için”
Kaldı ki selâmı yaymakla ilgili: “Siz iman etmedikçe Cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Ben size bir şey göstereyim mi? Eğer bunu yaparsanız birbirinizi seversiniz. Aranızda selamı yayınız” hadisi, selamın gayesinin insanlar arasındaki sevgiyi yaymak olduğunu gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Öyleyse selamlama ayrışmaya değil, kaynaşmaya vesile olmalıdır. Bu da onu kalıplara sokarak dayatmacı bir tavırla değil, karşımızdaki insanların kültürüne, meşrebine, cinsiyetine ve statüsüne saygı duyarak elde edilir.
Bu sözlerimizden de anlaşılacağı üzere aslında selamlaşmanın sadece “selamun aleyküm” veya “esselamu aleyküm”dan ibaretmiş gibi kabul edilmesi dinin kendisine bakışla yakından alakalıdır. Zaten Kuran’ı ve dini anlamada aklı, kıyası, örfü ve olayların arka planını, sebebini, hikmetini reddedip sadece o konudaki bir tek hadisi veya nassı zahiri bir bakışla ele almanın doğal sonucu başka türlü olamaz. Bu fikirdeki kimselere göre İslam’ın ve cennetin tek dili Arapça, örnek alınması gereken tek gelenek o zamanki Arap kültürü, konuşulması gereken tek dil Arapça, orucun açılacağı tek gıda hurma, kullanılacak tek alfabe aslında Nebat kökenli Arap harfleri, çocuklara verilmesi gereken yegâne isimler Arapça kökenli isimler, en necip millet de Araplardır. Böyle bir zihniyetin Türkçe selamlaşma ifadelerine karşı çıkmasından daha doğal ne olabilir?
Selam konusuna bir kısım Müslümanların niçin yüzeysel ve şekilsel baktığının kodları aslında kalıplaşmış zihniyet dünyalarında gizlidir. Bu zihniyetin en birincil alameti farikası sözlerin söylendiği bağlamı, çevresi, kültür ortamı yerine, yalnızca lafızların ifade ettiği görünen anlamının dikkate alınmasıdır. Bu tür anlayışa sahip kimselerin zihniyet yapısı tatlıya konulacak ceviz denilince evvel emirde onun içini değil de kabuğunu anlayan kimselerin durumuna benzer. Oysa ki Kuran’ın da bahsettiği anlayışı kuvvetli “ulu’l-elbab” yani hikmet sever kimseler ondan cevizin içini anlarlar ve sözleri ve davranışlarıyla etrafa rahmet ve bereket saçarlar. Böyle olumlu bir zihniyet ancak bilgi, sevgi, hoşgörü, derin tefekkür, soyut düşünce, sanatsal bakış ve bunların neticesinde olaylar arasında ilişkiyi ortaya koyarak büyük resmi görme yeteneği ve gayreti ile elde edilebilir.
Sonuç olarak bütün meselelere olduğu gibi selam konusuna da şu açılardan bakmak isabetli olacaktır: Allah belli bir kesimin değil, âlemlerin Rabbidir. İslâm dar bir coğrafya ve kültürle sınırlı değil, evrensel bir dindir, bir tek kültürden değil millet ve kabile bazında çok kültürlü bir dünyadan yanadır (Hucurat, 13). Kuran’ın muhatabı sadece o devrin Arapça konuşan halkı olmayıp, yeryüzündeki kadın erkek bütün insanlardır. Dinin esası sağlam bir tevhit inancı, güzel ahlak, ve sevgiye, hakkaniyete, adalete ve liyakata dayanan bir muamelattır. İbadet ancak halis bir iman ve güzel ahlak sayesinde makbuldür. İslâm, insana ve tabiata hürmeti esas alan, dünyaya dayalı bir dindir, dünya ise ahiretin tarlasıdır. İslâm’ı fıkıhtan, fıkhı ise geçmiş otorite şahsiyetlerin fetvalarından ve yorumlarından ibaretmiş gibi kabul etmek, dini Orta Çağ Hristiyanlığının durumuna düşürmekten başka anlam taşımaz. Şekli ne olursa olsun, selam, barış ve esenlik kaynağı olduğu sürece Allah’ın selamıdır.