Yükleniyor...
Allah katında gerçek iman ancak bilerek, araştırarak, düşünerek, maddi çıkar beklemeden, hür iradeyle elde edilen ve sonu sevgiye dönüşen onurlu ve temiz bir imandır. Böyle bir imanın oluşmasında bireysel, toplumsal ve kurumsal korkutmaya, aldatmaya veya menfaat yoluyla güdülemeye asla yer yoktur. İslâm’da bu konuda peygamberin dahi yapabileceği tek şey, tebliğdir, yani hikmetle ve en güzel şekilde müjdeleyerek bildirme, duyurmadır. Zorlamanın hiçbir şekline İslam izin vermez. Nitekim Peygamber dahi kimseyi iman etmesi konusunda zorlamamıştır. Zira bu konuda Kur’an’da pek çok ayet olduğu gibi, “Allah’ı anmak” için en çok kullanılan kavramlardan biri olan “zikir”, “uyanık ve bilinç sahibi olmak” demektir. Allah bilinci ve sevgisiyle değil, kendilerini Tanrı yerine koyan kimselerin ahlaksızlığıyla kirletilmiş bir inanış şekli, kadavra kadar ruhsuz ve ürkütücü olmaktan başka bir anlam ifade etmez. Hem Yüce Yaratıcı, bizzat kendisinin akıllı bir varlık olarak yarattığı insanın, her konuda olduğu gibi inanç konusunda da aklını kullanmasından korkacak kadar aciz midir? Ve Allah, “inandım” deyip de kalbi ve davranışları ile tam bir münafık olan kimselerin telaffuz ettikleri ruhsuz sözler sayesinde mi varlığını ve hükümranlığını devam ettirmektedir? Bu yüzden, iman sadece samimi bir bilinç ve sevgiyle anlam kazanır, halis iman olur; taklitle, tahkirle, tazyikle değil! Aynı şekilde Allah’ın insana düşünmek için verdiği aklı kullanmasını yasakladığını iddia etmek kadar büyük bir iftira ve çelişki olamaz. Evlenme akdinin muteber olabilmesi için “insanların hiçbir baskı altında kalmadan kendi hüsnü rızası” nasıl ki şart ise iman için de herhangi bir baskının olmaması gerekir.
Gerçeği anlama çabası sadece inanç konusunda değil, ibadetlerde de olmalıdır. Fakat geleneksel din anlayışında ibadetlerde akılcılık ve mantık değil, buyruğun kendisi esas alınmış, bu sebeple sadece “nasıl”larla uğraşılmış, “niçin’’lere kimse eğilmemiştir. Bu durum ibadetlere dair düşüncelerin ve tartışmaların, kelam konusundaki kadar derin, geniş ve çetin olmasını engellemiştir. Ama insanların; inanıp yöneldiği Tanrıya ettiği ibadetlerin hikmetini, mahiyetini, inceliklerini ve hatta sırlarını merak edip öğrenme hakkından mahrum bırakılmamaları icap eder. Zira bu yöntem, müminlerin ibadetlerini daha bilinçli hale getirecek ve içselleştirecek, dolayısıyla insanlar yaptığı ibadetlerden daha büyük zevk duyacaktır. Günümüzde Müslümanların özellikle cuma ve bayram namazından çıkarken gösterdikleri hal ve hareketlerle takındıkları mutsuz ve huzursuz yüz ifadeleri sözlerimizin ne anlama geldiğini anlatmaya yetecektir. Üzüntüyle ve gocunmadan sormak gerekirse acaba kaç Müslüman namazlarında, yoga yapan kimselerin ruh sükûnetine ve zihin berraklığına erişebiliyor?
İslâm deyince akla gelen ilk ibadet namaz olmaktadır. Zira namaz anlamına gelen “salat” kelimesinin değişik kullanımlarıyla birlikte Kur’an’da doksan dokuz yerde geçmesi yanında “namaz dinin direğidir”, “namaz müminin miracıdır” gibi keskin ifadeli hadisler bu ibadetin, Müslümanların zihnine kolayca yerleşmesini sağlamıştır. İslam’ın şartının beş olarak kabul edilip bunlar arasında namazın en başa yerleştirilmesi de onun ibadetler ve güzel ameller arasındaki konumunu daha da pekiştirmiştir. Ne var ki namaza rağbeti artırmak için bir hadis rivayetçisi tarafından iyi niyetle yapıldığını düşündüğümüz bu işgüzarlık, hayati öneme sahip diğer pek çok ahlaki değerin önemine büyük sekte vurmuştur. Ve yine cemaatle namaz kılmanın, camide ön safta bulunmanın, camiye uzak yerden gelmenin, namazı sarıklı kılmanın vb. sevabı birkaç kart arttıracağına, böylece neredeyse bütün günahların affedileceğine dair rivayetler, diğer ibadetlerin ve ahlaki davranışların değersizmiş gibi algılanmasına sebep olmuştur. Fakat; Kur’an’da Allah’ın öyle bir vaadinin olmamasına rağmen namazın âdeta “her günahı temizleyen iksir” olarak kabul edilmesi, onun şeklinin, özünün önüne geçmesine ve sonuçta ancak salih (insanlara ve insanlığa fayda sağlayan barışçı) amellerle anlam kazanacağını belirten ve en veciz ifadesini Maun suresinde bulan hakikatlerin bile göz ardı edilmesine yol açmıştır.
Namaz elbette hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde Kur’an’da açıkça emredilen ve Peygamberin uygulamalarıyla da sabit olan farz bir ibadettir. Fakat bilhassa İslam ülkelerinin kan gölüne dönmesinin ve yüzyıllardan beri uygarlığa en ufak bir katkılarının bulunmamasının sebeplerini araştıran düşünürlerin sorgulamak zorunda kaldıkları konulardan biri de namazın; Kur’anî değerlerin ve medeniyetin temel esaslarından olan ahlakın, sevginin, güzelliğin, adaletin, akılcılığın, cömertliğin ve liyakatin önüne geçirilip geçirilmemesidir. Dünyada yaşanan gelişmeler karşısında “Müslümanlar bütün dikkatlerini ahiretin garantisi olan namaza çevirip, dünyayı, diğer emirleri ve yasakları önemsiz görüp ihmal etmiş olabilir mi?” sorusunun cevabını aramak aslında her Müslümanın görevi olmalıdır. Namazın, kamu yararına barışçı ve uygar amellerden bağımsız ve hatta onlardan üstün bir ibadetmiş gibi algılanması sadece düşünen Müslümanların değil, Kur’an-ı Kerim’in de ruhunu incittiğine şüphe yoktur.
Burada irdelemeye esas olan hususlar, namazın Tanrı-insan ilişkisi açısından yeri, manevi tatmin, mensupları arasında İslâm toplumu olma bilincindeki rolü ve ruh-beden sağlığına katkısı gibi konular değildir. İtiraz konusu olan tek şey, onun özellikle son zamanlarda bütün İslâm dünyasında ruh boyutundan uzaklaştırılarak siyaset odaklı kibirlenmeye, ötekileştirmeye gösterişe ve hatta tahakküme alet edilmesidir. Yine namazın, bireysel ve toplumsal deruni anlamları yerine fıkhi ve ritüel yönünün öne çıkarılması da samimi Müslümanları konu üzerinde tekrar düşünmeye ve üzüntüye sevk etmektedir. Tarikat ve cemaatlerin, aynı mezhepten olsalar dahi her birinin kendi mescitlerinin olması, birbirlerinin arkasında namaz kılmaması, dahası birbirlerini tekfir etmesi din adına utanılacak bir durum olduğu kadar devlet, toplum güvenliği ve huzuru için de bir zafiyettir. Bu açıdan bakılınca birleştirici olması, kötülükleri ve fitneyi önlemesi gereken bu ibadet, cami gibi kutsal mekânlar da alet edilerek art niyetli ve cahil kimselerin elinde ne yazık ki din adına yapılan bölünmenin, ayrımcılığın, ötekileştirmenin ve basit hesapların vasıtası haline gelebilmektedir.
Namazın dinin direği olup olmaması meselesinde açığa kavuşturulması gereken ilk husus söz konusu hadisin güvenilir olup olmadığıdır. Her şeyden önce, sadece Tirmizi’nin rivayet ettiği “Namaz dinin direğidir” (Tirmizi, İman, 8; Taharet, 3) hadisi, hadis usulü açısından problemlidir. Zira hadis âlimlerine göre bir hadisin kuvvetli (muttefukun aleyh) olabilmesi için Buhari ve Müslim’in her ikisinde birden bulunması şarttır. Görüleceği üzere bu hadis bu şartlara uymamaktadır. Bu sebeple Buhari ve Müslim’den başka diğer üç hadis kitabında da yer bulmayan bu sözü Peygambere atfetmek kolay değildir. O ancak kelamıkibar olarak nitelendirilebilir. Dolayısıyla ne kadar veciz bir ifade olursa olsun bu sözü hadis olarak kabullenip, Kur’an’da pek çok kez tekrarlanıp vurgulanan ve ihlali halinde insanların cezaya çarptırılacağı veya yapılması halinde sevap kazanılacağı belirtilen fiillerin önüne geçirilemez. Aynı şekilde onun; sevgi, akıl yürütme, dürüstlük ve sebat gibi imanın kalitesi için olduğu kadar dünya saadeti, yani uygarlık için de şart olan temel kavramları gölgede bırakacak şekilde algılanması da doğru değildir. Nitekim bu ve benzeri ahlaki ve sosyal içerikli hasletlerin önemine şüpheye mahal bırakmayacak şekilde vurgu yapan pek çok ayet ve hadis mevcuttur.
Konuya namaz hakkındaki ayetlerin bağlamları açısından ele aldığımızda onun gönül rızasıyla, adabına uygun, şevkle ve sevinç duyarak eda edilmesinin esas olduğu görülecektir. Bu konuda zorlama olmadığı gibi aksi bir davranışın müeyyidesi de belirtilmemiştir. Yine namazla ilgili emirler tek başına değil, hep zekât ve infakla (hayır işleri yapma, iyilik etme, sadaka, fitre, vergi verme, karşılıksız yardım etmeyle) birlikte zikredilmiştir. Bunların oranı aşağı yukarı % 80’dir. Nitekim Bakara suresinin 3. ayeti her iki inceliği bir arada vermektedir.
Onlar ki görünmez gerçeklere inanırlar,
Namazlarını aşkla şevkle dosdoğru kılarlar
Ve güzelce verirler rızık verdiğimiz şeylerden.
Kuran’da namazla ilgili köşe taşı diyebileceğimiz diğer bazı ayetler ise şöyledir:
Namaz kılanlar emanetlerine sadıktırlar, sözlerinin eridirler (Mearic, 32)
Şüphesiz namaz insanları edepsizlikten ve kötülükten alıkoyar (Ankebut, 45)
Namaz kılanlar emanetlerine, ahitlerine sadıktırlar (Müminun, 8-9)
Ailene namazı emret, kendin de ona azimle devam et (Taha, 132)
Onlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emreder, kötülüğü engellerler (Hac, 41)
Onlar namazlarını huşu içinde eda ederler (Müminun, 2)
Namaz konusunda kilit taşı olarak adlandırabileceğimiz ayetler ise Maun suresinde yer almaktadır:
Şu dini tekzip edeni gördün, değil mi?
Hani şu itip kakan, hor gören yetimi
Ve doyurmaktan hoşlanmayan miskini
Böyle namaz kılanlara vah olsun, eyvah olsun
Zira onlar ruhundan uzaktırlar namazın
Ne güvenilir özlerine sözlerine bunların
Ne de verilmesini isterler verginin zekâtın
Kur’an’ın tamamında namazın, hep insanların iyiliği, toplumun refahı ve düzeni için şart olan davranışlarla birlikte anılması katı kalpli kimselerin namazının Allah katında tek başına hiç bir anlam ifade etmeyeceğinin kanıtı sayılabilir. Namaz konusunda sözün adeta zirvesi olan Maun suresi ise Allah’a ait olması gereken bu ibadeti şu veya bu maksatla insanlara yaranma aracı olarak kullanan zorba, kibirli, dönek, gabi ve cimri kimselerin cehennemden kurtulamayacaklarını çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Surede belirtildiği üzere namazın hikmetini hiç anlamayanların veya yanlış anlayanların olmasına karşılık onu Hoca Ahmet Yesevi, Yunus, Mevlâna ve Şah Veliyullah Dihlevi gibi Kur’an’ca anlayanlar da vardır. Mesela Yunus Emre:
Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil
derken Mevlâna, namazı huşudan uzak ruhsuz şekilde sadece bedeniyle kılan kimseleri “kıçlar yerde, başlar havada” diye hicvetmekte, Hindistanlı âlim de “kalpte huşu ve bedende tazim hissi olmaksızın kılınan namazın gerçek anlamda namaz olmadığı” görüşünü savunmaktadır.
Namazın, dinin direği olduğunu söylerken mutlaka göz önünde bulundurmamız gereken başka hadisler de vardır. Üstelik bunların bir kısmı ibadetleri ve güzel davranışları doğrudan doğruya imandan sayarken diğerleri de çok vurgulu, güçlü ve kararlı ifadelerdir. Bunların en meşhurları şunlardır: “Temizlik imandandır”, “Temizlik imanın yarısıdır”, “Sarımsak yiyen bizim mescidimize gelmesin”, “Yalanla iman bir arada bulunmaz”, “Münafıklığın alameti üçtür: Söylediği zaman yalan söyler, verdiği sözü tutmaz, emanete hıyanetlik eder”, “Bir müminin kalbine sevinç koymak sevap olarak yeter”.
Namazın, dinin direği olması meselesini daha iyi anlayabilmek için konuya namazın dışındaki şartlar açısından da bakmak isabetli olacaktır. Bilindiği gibi bunlar, abdest almak, üstü başı temiz olmak, ayıp yerlerini örtmek, kıbleye yönelmek, vakit ve niyettir. Namazın bu şartlarına sadece fıkıh penceresinden bakılmış, her biri asırlar boyu enine boyuna tartışılmış, fakat uygarlık açısından fevkalade önemli olan hususların namazın şartı olarak konulmasının hikmetleri ihmal edilmiştir. Bu altı hususun uygarlık yolundaki rolü üzerinde ise hiç durulmamıştır. Tekbir (Namaza Allahu ekber diye başlamak), kıyam (ayakta durmak), kıraat (Kur’an’dan bir bölüm okumak), rüku (eğilmek), sücut (secde etmek), tahiyyat (oturmak) gibi namazın içindeki şartlar kulun Rabbine karşı saygısını ve sevgisini hareketlerle ve sözlerle ifade etme biçimidir. Dolayısıyla bunların diğer insanları doğrudan doğruya ilgilendiren bir tarafı yoktur. Burada sadece kul ile Yaratıcısı, efendisi, velisi, mahbubu olan Allah vardır. Bu bakımdan namazın bu ifade biçimi gayet özeldir.
Namaza başlamadan önce yapılması mutlaka gerekli olan ve aslında “tekbir” ile başlayan şartlar kadar önemli olan rükünlerin “namazın dışındaki şartlar” olarak adlandırılması, bunların zihinlerde ister istemez az da olsa dışlanmasına sebep olabilmektedir. Oysa içindeki şartların geçerli olabilmesi için namaz dışındaki bu şartların hepsinin eksiksiz şekilde yerine getirilmesi farzdır. Yani abdest almak, üstü başı temiz olmak, ayıp yerlerini örtmek, kıbleye yönelmek, vakit ve niyetin her biri namazın içindeki şartların da şartıdır. Tabir caizse üniversiteye girebilmek için lise mezunu olmak nasıl ön şart ise bunlar da namazın ön şartlarıdır. Bu sebeple de başta temizlik olmak üzere namazın dışındaki şartlar, içindeki şartlarının şartları konumundadır. Eğer namaz dinin direği ise namazın direği de temizlik ve kardeşleridir. Peki, bunun anlamı ve hikmeti nedir?
Dikkat edilirse namazın dışındaki bu şartların tamamı insanın bireysel, toplumsal ve entelektüel yönüyle ilgilidir. Hadesten taharet (abdest almak), yani elimizi, kolumuzu, ağzımızı, burnumuzu yüzümüzü, ayaklarımızı yıkamak ve başımızla, kulaklarımızı ve ensemizi mesh etmek suretiyle namaz öncesinde bir bakıma küçük temizlik yapmış, boy abdestiyle de bütün vücudumuzu temizlemiş oluruz. Böylece yalnız Tanrı’nın huzuruna değil, mabede ve toplum içine de temiz çıkarız. Temizliğin sağlık yanında güzel ve hoş görünme, yani estetik değeri de herkesin malumudur. Buna mescide (kalabalık içine) girerken sarımsak gibi ağır kokulu yiyecekler yememe, kirli çoraplar giymeme ve güzel koku sürünme gibi namaz öncesi diğer bazı sünnetleri eklediğimizde hiç farkına varmadan uygarlığın da olmazsa olmaz şartlarından birini yerine getirmiş oluruz. Unutmamak gerekir ki, peygambere yapılan ilk oku emrinden hemen sonra gelen emirlerden birisi de temizliktir (Müddessir, 4-5). Namaz ise çok sonra farz kılınmıştır.
Necasetten taharet (görünen pisliklerden arınma) ile de sağlık için gerekli olan kurallardan birini yerine getirmek yanında Allah’a, kendimize, topluma ve mabede saygılı davranmış oluruz. Dolayısıyla namazın dışındaki bu iki şarta uymak suretiyle uygarlığın önemli bir kuralını da hayata geçiririz.
Setr-i avret yani ayıp sayılan yerlerimizi örtmek ile de aynı saygı gerçekleşmiş olur. Namazın bu şartını Araf suresinde (26. Ayette) belirtilen “ziynet libası” (güzellik elbisesi, güzel elbise) ifadesini, Hz. Peygamberin namaza giderken ve toplum içine çıkarken güzel elbiselerin giyilmesi ile ilgili hadisleriyle bir arada düşündüğümüz takdirde namazın bu şartı daha derin anlam kazanır. Namazın bu şartını yerine getirebilmek için kumaş ve giyecek üretimi gereğini de bunlara ilave ettiğimiz zaman namazın bu şartının uygarlığa yönelik mesajı daha da belirginleşir.
Kıbleye yönelmeyi sadece yüzü Kâbe’ye çevirmekten ibaret zannetmek onu yeterince anlamamak olur. Çünkü her şeyden önce, bilhassa yabancı olduğumuz bir yerde namaz kılarken kıblenin yönünü araştırıp bulmak gerekir. Bu ise bilinç, ceht, bilgi ve ciddiyet isteyen bir harekettir. Yeni yapılacak bir caminin kıblesini tespit etmek ise çok daha derin bir matematik, astronomi, coğrafya bilgisi ve mekân mefhumu ister. Müslümanın kıbleyi tespit ettikten sonra o tarafa yönelmesi ise o müminin kararlılık, tercih etme, belli bir inanca ve topluma ait olma hislerini bilinçli şekilde ifadesi demektir. Bütün bunların hepsi uygar insanın vasıflarıdır.
Namazın dışındaki beşinci şart olan vakti bilmek ve buna riayet etmek de en başta zaman mefhumunu gerektirmesi yanında iş disiplini, program yapma, randevuya sadakat vb. anlamlar da ifade eder. Gerçekten de Müslümanlar İslâm’ın ilk asırlarında akılcı felsefelerin de tesiriyle uygarlık açısından önemli yeri olan astronomi, coğrafya ve haritacılık alanlarında büyük eserler vermişlerdir. Bu gibi uygarlık faaliyetlerinde akılcılıkla işlenen namazın bu şartlarının rolünü kabul etmek için hiçbir engel yoktur. Sonraki devirlerde akılcılığın, keşfetme ve öğrenme heyecanının bitmesi ve dinin fıkıhtan ibaretmiş gibi görülmesiyle birlikte namazın dışındaki şartların asıl hedefi de boşa düşmüş gözüküyor.
Namazın dışındaki son şart olan niyet ise manifesto, farkındalık, tercih, kabullenme, kararlılık, bilinçlilik, samimiyet ve yöneliş duygularını temsil eder. Takdir edileceği üzere bunların her biri iyi bir müminin olduğu kadar düzgün ve uygar bir insanın da özelliğidir.
Yukarıdan beri saydığımız altı şartın açıklamaları ve yorumları ilk nazil olan ayetlerde geçen ve bizim “Kur’an’ın dibacesi” olarak adlandırmayı uygun gördüğümüz, insanlık ve uygarlık açısından fevkalade önem taşıyan okumak, sevgi, bilgi, öğrenmek, kelam gibi kavramlara da uygundur. Bu özellikleri sebebiyle namazın dışındaki şartların tamamı, insanın bireysel, toplumsal ve entelektüel yönünü, yani Bakara suresinde (30. Ayet) belirtilen halifelik misyonunu temsil eder. Buna göre insanın asıl yaratılış sebebi Allah adına, Allah için ve Allah’ın verdiği yetki ve donanımlarla dünyanın ve bilinen evrenin medeniyetler kurarak, bilgi, sevgi, güzellik esasına dayalı olarak insan tarafından yönetilmesidir. Allah’ın insanı yaratmaktaki asıl muradı budur. Namazın içindeki şartlar ise insanın kulluk yönünün ifadesidir.
Böyle bir bilinçle ve sadece Allah için Allah aşkıyla kılınan namaz elbette insanları her türlü kötülükten engelleyecektir. Fakat namaz kılanlarda en azından günümüzde böyle olumlu bir tesir görülmüyorsa bunun sebebi namazın kendisi değil, onun, cahil kimselerin elinde, dilinde, kaleminde ve kelamında ruhsuz bir ritüel; din tacirlerinin davranışlarında ise nema haline gelmesidir. Yüzyıllardan beri namaz insanlara sadece şekilsel yönüyle öğretilmiştir, hikmetleriyle değil. Bunun birinci sorumlusu ilmihaller ve bunları sorgulamadan nakleden din görevlileri ve ilahiyatçılardır. Namazın Kur’an’da belirtilen hedefe yeterince ulaşmamasının, entelektüel ve ahlaki fayda sağlamamasının sebebi onun yukarıda bahsettiğimiz anlamda ve derinlikte ele alınmamasıdır. Diğer ibadetlerde olduğu gibi namaz da anlam yönüyle ham bırakılmıştır. Tıpkı buğdayın çiğ olarak yenilmesi gibi. Oysa buğday biraz gayret, bilgi ve beceriyle pişirilerek, küçük parçalar halinde kırılıp bulgur olarak, öğütülüp un edilerek ve bunlardan çeşitli yiyecekler yapılarak yenilse insanlara daha faydalı olur. Kısaca Kur’an’ın hedeflediği namazda bireysel manevi zevk yanında kültüre ve uygarlığa yönelik mesajlar da vardır. Böyle bir namaz elbette saygı ve sevgi duyulacak bir ibadettir.
Görüldüğü üzere namazın dışındaki şartlar içindeki şartların da şartıdır. Hatta başta zekât vermek, ihsanda bulunmak, iyilik etmek gibi hasletler de namazın kabulünün ön koşuludur. Konuya bu açıdan bakar ve biraz vurgulu bir ifadeyle söylemek istersek dinin direği payesini namazdan önce bu şartlara ve özellikle de temizliğe vermek gerekir. Namaz, zekâtın şartı değil ama Kur’an-ı Kerim’in pek çok beyanına göre zekât ve benzeri hayır işleri namazın şartıdır, Aslına bakılırsa Peygamberin ibadetler arasında ayrım yaptığını düşünmek annenin ve babanın çocukları arasında ikircikli davranması gibi bir durum olur. Elbette hastalık gibi bazı şartların zorladığı durumlarda bazı çocuklar diğerlerinden fazla desteklenebilir. Mesele bundan ibarettir. İbadetlerin hepsi de önemli olmakla birlikte zamana ve şartlara bağlı olarak bunlardan biri veya birkaçı ön plana çıkabilir. Nitekim oruç tutmayı, cihat etmeyi, anaya babaya iyilik yapmayı, yol üzerindeki bir taşı veya dikenin kaldırmayı, komşu hakkını gözetmeyi dinin temel esaslarından biri olarak gösteren hadisler de vardır. Zira Peygamberimiz zamana, zemine ve sahabenin durumuna göre hangi davranış ön plana çıkarılması gerekiyorsa o konuya vurgu yapmıştır. Bu cümleden olarak Peygamberimiz, bilginin en büyük güç olduğu ve Müslümanların bilimde, insan haklarında, düzende, tertipte, temizlikte geri olduğu günümüzde yaşasaydı muhtemelen dinin direği olarak bunları ilan ederdi. Zaten daha o zaman bile Medine Mescidinde Suffe Ehline karşı söylediği ilim öğrenmeyi namaza tercih eden sözleri vardır. Korona salgını sebebiyle dünyada Hac gibi en önemli bir ibadet iptal edilmedi mi? Ama zekât gibi sosyal muhtevalı ibadetlerle sevgi, merhamet, adalet, aklı kullanma, ilim, hakkaniyet, liyakat, dürüstlük, kul hakkı gibi temel normlar Kur’an-ı Kerim’in ve Peygamberin her zaman dinin dayanağı olarak yücelttiği ve hiçbir şekilde askıya alınması mümkün olmayan kavramlardır. Çünkü bunlar uygar insan olmanın gereği olduğu kadar ahiret hayatını garanti etmenin de garantisidir. Bu sebeple sonsuza dek değerlerini devam ettirecek olan ilahî hakikatler ve evrensel kavramlardır.
Sonuç olarak, namaz birey-Tanrı ve birey-toplum münasebetleri açısından elbette önemli ve çok özel bir ibadettir. Ruhuna, adabına, erkânına uygun olarak ve dışındaki şartların uygarlık açısından verdiği mesajların bilinciyle kılınan namaz elbette her müminin gözünün nurudur. Fakat sadece bir hadis kitabında yer alan ve sahih olduğu şüpheli kabul edilen bir ifadeye dayanarak namazı; diğer ibadetleri ve ahlaki esasları geri plana itecek şekilde öne çıkarmanın dinî bir dayanağı yoktur. Onu istismar ve ayrıştırma vasıtası olarak kullanmak ise Maun suresinde tarif edilen kimselerin durumuna düşmek demek olur.