Yükleniyor...
Geçtiğimiz yıl uzun zamandır görüşmediğim bir yazar arkadaşım yanıma uğramıştı. İsmini de vereyim Erdoğan Baysal. Sokağın Umudu, Tütün Parası, Tutku, Yüzbaşı Gavur Mümin, Bey Ana isimli romanların yazarı. Üretkenliğine ve çalışkanlığına hayran olduğum ender insanlardan biridir ve benim ilk romanıma yön veren kişi. -Gerçi ben topu topu bir roman yazdım. Herhâlde günün birinde yine yazacağım ki Gönül’den Şilan’a isimli romanımdan bahsederken hep ilk romanım diyorum.- Daha sonraları başkaları da okudu ama onun bana verdiği cesaret ve güç üzerine yeniden kaleme aldığım şekliyle.
Kız kardeşimin komşusu, onu görmek için katıldığım bir konferansta ayaküstü tanıştırmıştı bizi. Bahsetmişlerdi benden, ortam kalabalıktı, hiç uzatmadan rulo yaptığım bir tomar kağıt sıkıştırmıştım eline, alelacele telefon numaramı ve adımı yazıp üzerine ararım demişti gülümseyerek ve ayrılmıştık. O zamanlar otuzun sonu yaşlarda idim. O da emekliliğine iyice alışmış, tamamını beyazlattığı saçlarının huzurlu yıllarını yaşıyordu. Abartmıyorum üç gün sonra aramıştı. Roman taslağında beğendiği cümlelere değinmişti önce, sonra da kurgusu üzerine konuşmuştuk uzun uzun. O günkü sohbetin yazım hayatıma etkilerini hâlâ yaşıyorum. Ve o günkü sohbet hâlâ cevabını bulamadığım bir soru hediye etti bana; duygular nasıl betimlenir? Bu nasıl oldu anlatayım. “Gönül’den Şilan’a” nın birinci baskısının 221. sayfasında bulunan bir cümleye açıklık kazandırmamı istiyordu. Cümle şöyleydi; “Bir erkek tarafından beğenildiğini hissetmenin nasıl bir duygu olduğunu ancak kadınlar anlayabilir.”
Erdoğan Baysal, “O nasıl bir duyguysa anlat!” diyordu ısrarla. Ne demek istediğini çok iyi anlamıştım ama nasıl anlatacağımı bilemiyordum. Paragrafa birkaç cümle ilave ederek açıklık getirmeye çalışmıştım. Fakat yaptığım bir bilinmezi başka bilinmezler ile çözmeye çalışmak olmuştu. Yani ben o duyguyu betimlemek için, betimleyemediğim başka duyguları peş peşe sıralamıştım. Olmamıştı tabii… Erdoğan Hocamın o soru ile hayatıma kattığı denklemi hâlâ çözebilmiş değilim. Duygular nasıl ifade edilir? Nasıl hissettirilir? Ve yazıya, en iyi şekilde nasıl aktarılır?
Erdoğan Baysal son ziyareti sırasında hayatıma yeni bir denklem daha kattı farkında olmadan, ben de farkında değildim. Onun o felsefi cümlesini sıradan sohbetlerin orta yerine bir yazar arkadaşım şöyle demişti diye sokmaya başlayınca fark ettim.
Ankara’nın en güzel ayıdır Eylül. Yurdun bahçesine oturmuştuk. Yeşillikler tam yeşildi, tepemizdeki ağacın yaprakları usul usul sallanıyordu. Çaylar, kahveler… Hani kişiler koro şeklinde konuşur ya anlatacakları biriktiğinde, işte öyle bir sohbet hâli bizde. Beni yazarlık yönümle tanıdığı için konumuz daha çok yazıp çizmek üzerineydi.
“Var mı yeni bir roman?”
“Yok, yazamıyorum Hocam bu aralar.”
“Yazamazsın tabii, rahata ermişsin.”
Sözüne hüzünlü bir gülümsemeyle cevap vermiştim. Biliyordu eski günlerimi, eskileri konuştuk biraz, zor günlerimi… Misafir ettiğim zaman tanıştığı küçük oğlumu sordu. İzmir’de iş ararken elimden tutuşunu anımsattım ona, Ankara’ya geldiğim günlerde uzaklardan benim için çırpınışlarını… Roman taslağı tanıştırmıştı bizi, sonra üzüntülü günlerimi paylaştığım nadir insanlardan olmuştu. Rahata ermiştim, gözüyle görünce sevinmişti durumuma, yazamayışıma üzülmüştü ama o da biliyordu zamanı gelince yeniden yazacağımı. Yazar anlardı yazarın halinden. Kalemi yeniden ele almak öyle sanıldığı kadar kolay olmuyordu.
O günkü sohbetin üzerinden bir yıl geçti. O günden bu yana yazmak adına kayda değer pek bir şey yaptığımı söyleyemeyeceğim. İşte aylardan yine Eylül ve ben klavyenin başına oturdum. Ne yazayım diye düşünürken Erdoğan Baysal’ın “Yazamazsın tabii, rahata ermişsin.” sözünü hatırladım.
Yazmak için çabaladığıma göre rahatım mı kaçtı acaba Hocam? Rahatımda bir sorun yok şükür ama üzüntülüyüm bu aralar. Sebep sorarsan sebebi tek değil ki, hangisini anlatsam. Oysa güzel bir Eylül yaşanıyor yine bugün Ankara’da. Yeşiller yine tam yeşil, ağaçlarda yine usul usul sallanıyor yapraklar, güneş tatlı tatlı ısıtıyor yakmadan, lakin öyle bir hüzün çökmüş ki üzerine, sanırsınız Ankara ağlıyor. Ben mi? Ankaram ağlar da ben nasıl gülerim. Üstelik kalbim de ağrıyor. Bu defaki daha bir başka. İyileşmesine izin vermiyorum ki, koparıp duruyorum kabuğunu ha bire. Eee kolay değil yıllar devriliyor birbiri üstüne. Kalp taşıyamıyor artık onca yükü… Umutları ha o zaman, ha bu zaman derken harcamışız hiç anlamadan. Bir de şu Covid belası… Sokakta kime rastlasam bakışları donuk donuk. Sevdikler uzakta… Biz eski toprağız, öyle telefon mesajlarına sığdıramıyoruz içimizdekileri. Sonra asilik de var ruhumuzda, sözde kafa tutuyoruz yalnızlığa. Nasılsın? diye mesajla sorulan hâl hatırlara küfür edesim geliyor.
Gülme! Bana bir şeyler olduğu kesin. Kalemi yeniden elime alışımdan belli. Hani sevinmiyor da değilim acı çekişime. Baksanıza yazmaya başladım. Nice şairler bilirim güzel bir şiir uğruna ağlaya ağlaya sevgiliyi terk etmiş. Gülmece yazarlarının hikâyelerinden bile keder damlıyor. Ya Hocam söyle Allah aşkına şu yazarlar mazoşist midir? Kalemlerini acıyla mı beslerler?