Yükleniyor...
Kitaplığıma göz gezdirirken geçmişte aldığım bazı dergiler dikkatimi çekti. Bunlardan biri de Kültür Bakanlığı tarafından çıkarılan “Milli Kültür” adlı aylık dergi (12 ay alıp cilt yaptırmışım). Dergi, Ocak-1977 ilk sayısında Kültür Bakanı Rıfkı Danışman’ın “Sunarken” başlıklı bir yazısıyla başlıyor: “Bakanlığımız, Türk kültürü üzerindeki görüşlerini ve anlayışını ortaya koymak, onu işlemek ve yaymak, Millî kültür görüşü üzerinde milletimizi aydınlatmak ve birleştirmek, kültürümüzün tabii bir seyir içerisinde gelişmesine yardımcı olmak üzere, diğer yayın serileri yanında, bazı dergiler ve gazeteler de çıkarmayı düşünmüştür…” demektedir.
Arka sayfada “Millî Kültür Anlayışı” başlığıyla Bakanlık Müsteşarı Prof.Dr.Emin Bilgiç’in iki sayfalık bir makalesi bulunmaktadır. Makale; “Kültür’ ile ve ‘kültür konuları’ ile meşgul olan fikir adamlarının ve bilginlerin hepsinin bu mefhumun mânâ ve ihâtası hakkında tam bir anlayış birliğine vardıkları iddia edilemez. Hattâ medeni milletler arasında, kültürü târif bakımından, bir hayli farklar vardır.
Bununla beraber birçok sosyolog, sosyal antropolog ve etnoloğun, yine de, ‘kültürün târifinde temel noktalarda biribirilerine yaklaştıklarını söyleyebiliriz.” dedikten sonra hem bizden hem batıdan bazı bilim insanlarının görüşlerini yazarak, “Bu biribirine yakın ve kültürün ne olduğunu ve olmadığını anlatan fikirler gösteriyor ki ‘kültür’, derli toplu olarak: ‘Bir millete şahsiyetini veren, diğer milletlerle arasındaki farkı tesbite yarayan, tarihin seyri içerisinde teşekkül etmiş, o millete hâs maddî ve manevî varlık ve değerlerin âhenkli bütünüdür’ şeklinde târif ve ifade edilebilir.” sözüyle makalesi devam etmektedir.
Dergide Yılmaz ÖZTUNA’nın “Kültür Savaşı” başlığıyla bir makalesi var ama ben onun “Büyük Türkiye Tarihi” adlı eserinden alıntı yapacağım: “…Gerçekte milletler dilleriyle birbirinden ayrılırlar ama, bu, en mühim hususiyettir, tek hususiyet değildir. Dilin, bütün kültür unsurlarının en mühimi olduğunu hatırlamak, meseleyi aydınlığa götürebilir.
Bir milletin kültür dairesine giren, girebilen şahıs, o millete geçmiş olur. Bunun birinci şartı, yeni geçtiği milletin dilini konuşmak, diğer bir şartı da o millet gibi düşünmektir ki, buna biz ‘millî şuur’ diyoruz. (c.10/s.438)
En gerçek savaş, ordularla yapılan bildiğimiz savaş değil, eğitim, sanat, propaganda, dil ve kalemle yapılan kültür savaşıdır. Bunu kavrıyamıyan, iktisadi kalkınmaya öncelik tanıyıp milli kültürle paralellik kuramayan devlet adamları, milletin gözbebeği haline gelseler bile düşmeye, hatta yok olmaya mahkumdur.
İnsansa, maddî cephesinin yanında bir de aynı değerde manevî cephesi olan varlıktır. Birinin eksik olması, insanı bedbaht eder. (c.10/s.439)”
Dr.Tahsin ÜNAL ise “Türk’ün Sosyo-Ekonomik Tarihi (Emel Yayınları, 1977)” adlı eserinde; “Bu duygu ve hislerin insanlarda doğması için her şeyden evvel müsait ve müşterek bir zemine (vatana) ihtiyaç vardır. …Bu zemin, milleti oluşturan objektif, yani dış (maddi) zemindir. Bu zemin üzerinde aynı soydan gelen, aynı dili konuşan, aynı dine bağlı insanlar, atalarının şahsında ve hayatlarında yaşanmış bir müşterek hayata, müşterek hatıralara, müşterek ruhi, hissi ve fikri yaşantılara, dolayısıyle müşterek bir geçmişe ve tarihe de sahip olurlar. Bu zemin de milleti oluşturan subjektif, yani iç (manevi) zemindir. Bu iki zemin toplumları millet haline getiren faktörlerdir.
Toprak, vatandaşın kanıyle yoğrulmadıkça, vatan olmaz. Çünkü vatan, bir toprak parçası değildir. Bir toprak parçasının veya coğrafi mıntıkanın, milli bir vatan haline yükselebilmesi için bu toprakların tarih içinde maneviyatla, mukaddesatla, milletin kaniyle yoğrulması lazımdır. (s.18)
Bunların arasında devlet kuranlar olmuş, kuramıyanlar olmuştur. Fakat Oğuz destanında da bahsedilen töre gibi, devlet veya imparatorluk kuran yahut töre gereğince kurmıya selahiyeti olan Türk aileleri, milli tarihimizde belli ve sayılıdır. Devlet veya imparatorluk kurmıya selahiyeti olmayan yerlerde, devlet kurmıya selahiyetli olan aile ile uzaktan yakından akraba olanlar kurmuşlar veya onlara kurdurulmuştur. Devlette unsur-u aslî Türk olduğu, devletin adının da Türk devleti olması icab ederken, Türk devletleri, hükümetleri kuran kabilelerin, ailelerin ve şahısların ismile anılmıştır.
Eski Türk Tudun, yapgu ve Hakanlarının da seçimle işbaşına geldikleri ve bu demokratik usule, Yıldırım Bayezit zamanına kadar riayet edildiği malumdur. Milli ve politik geleneklerimizde ve İslâmî esaslarımızda bulunmayan bu hükümdarlık zihniyeti ve ilahî hukuk nazariyesi bize, ekonomik, siyasi, idari ve askeri münasebetlerimiz sonunda İran’dan geçmiştir. (s.21)
Gerek eski devirlerde gerek zamanımızda sosyo-politik bakımdan devletin de üstüne çıkarak imparatorluklar kuran toplumlar da vardır. Pers, İskender, Moğol, Timur, Osmanlı ve nihayet Rus İmparatorlukları bunun başlıca örnekleridir. (s.23)
(Dip Not: Türk milletinin siyasi hayatında bir demokrasi fikri ve tatbikatı vardır. Tudun’lukta boy beylerinden, Yapgu’lukta tudunlardan bir meclis vardır. Bunların yanında bir takım yan güçler (Sadrazamlar, Şeyhül İslâmlar, Alimler, Komutanlar) bulunmuştur. Bu itibarla demokrasiye daha yatkın olmamız icabeder. Fakat bizim demokrasimizin temelinde tam bir eşitlik, sosyal adalet, tabiilik, otorite, ehliyet ve kabiliyet vardır. Şahsi, zümrevi menfaat kaygusu, fikir, telakki ve ahlaki sapıklık yoktur. s.36)
Prof.Dr.Mehmet ERÖZ de “Türk Kültürü Araştırmaları” adlı eserinde; “Vamberi, Türkmen gençlerinin tepelerinde bıraktıkları bir tutam saçın, omuzlarına kadar uzandığından bahseder. Başın diğer kısmı (yüzde doksanı) ustura ile traşlıdır. Çin kaynakları da bütün Türk uruklarında bu geleneğin varlığından bahseder. (s.132)
Ziya Gökalp, Doğu Türklerinin “Törü”, Batı Türklerinin “Töre” dediğini, ‘Türk Töresi’ isimli eserinde açıklar ve Türk kelimesinin ‘Töreli’ anlamına gelebileceğini söyler. (s.132)
Çinlilerin Tu-kiu adını verdikleri eski Türklerin ‘ceza kanunlarına göre isyan, ihanet, adam öldürme, zina ve bağlı bir atı çalmak ölümle cezalandırılır’. (s.135)
Ziya Gökalp’in dediği gibi, Türk içtimai hayatının esası olan şölenler, toylarda ‘Ülüş’, ‘Orun’ denen kaidelere uyulurdu. Bunu Fatih’in İstanbul’un fethinde verdiği yağmalı toy’da ve III.Ahmed’in çocuklarının sünnet düğünü dolayısıyla bütün İstanbul halkına verdiği iki hafta süren şölende görebiliriz.
(Vamberi) ‘Anda’ ve ‘Andağa’ denilen kan kardeşliğinin (iki kişinin birbirinin kanını içerek kan kardeşi olması adeti) misallerini veriyor ve eski Macarlarda da ‘Aldomas’ adıyla bu adetin yaşadığını söylüyor. Hatta Müslüman olan Osmanlılarla, Hristiyan olan Macarların, bu adete uyarak birbirinin kanını içtiğini ve sulh yaptıklarını söylüyor.
Timur’un uzun börkünden ve kulaklarındaki küpelerden bahsederek, bunun Moğol adeti olduğunu söyler. Fuat Köprülü, bir makalesinde Oğuz beylerinin kulaklarına küpe takmak adetinde olduğundan bahseder. Aynı geleneği Yavuz Sultan Selim, kulaklarına küpe takarak devam ettirmiştir. Balım Sultan’ın ‘mücerret dervişler’ de kulağı küpeli idiler ve eski ‘kulağı kesik’ deyimi de buradan gelir. (s.139)
Devam edeceğiz…