Yükleniyor...
Soframızda son durum şöyle:
200 g ekmek 4 TL, gramajı düşürülmek suretiyle gizli zam yapılan simit 4 TL, 1 L süt 19 TL. 450 g peynirin 50 TL’den başlayıp 80 TL’ye doğru pervasızca açılan fiyat aralığı için ayrı bir analiz yapmak şart. Hadi ucundan bir giriş yapalım. İneğin yediği yemden başlarsak; yemin üretilmesindeki gübre, ilaç, su, işçilik ve mazot giderleri; hayvancının elinden fabrikaya gelene kadarki nakliye masrafları; fabrikada üretilirken tüketilen enerji masrafı, işçilik maliyeti; fabrikadan son tüketiciye ulaştırılırkenki nakliye masrafı… Hepsini düşününce fiyatların bu kadar yükselmesi şaşırtmıyor! Fakat yine de markette avucunuzun içine sığabilecek kadar küçük, 4 kişilik bir ailenin en fazla 2 günlük kahvaltısına yetecek kadar peyniri 77 TL fiyatıyla görünce derinden iç çekmemek ve kahrolmamak mümkün değil. (Yazıyı kaleme aldığım şu sıralarda benzinin litre fiyatı: 19,23 TL, motorin 25,17 TL. 7 Eylül Çarşamba’dan itibaren de motorine 77 kuruş daha zam gelecek! Yayımlandığı tarihte ve saatte her şeyin fiyatı yeniden güncellenebilir(!))
Peynirin fiyatına neden bu kadar takılıyorum dersiniz? Her şeyin üretiminde çok ve çeşitli emek var ama peynir şu sıra gözüme pek batıyor. Zorlu yolları aşıp market raflarına ulaşan peynir hemen hemen hepimizin güne başlama öğününde var. En basit kahvaltılığımız peynir, zeytin, ekmek ve çay. Hepsinin hesabını yapıp iştah kaçırmaya gerek yok. Hepimiz soframızın maliyetini az çok biliyoruz da bazılarımız başımızdakilerin “Bir lokma, bir hırka…” nasihatini dikkatle dinleyip etraflarındakilere dalga geçer gibi öğüt bile verebiliyor. “Çıkar telefonunu!” modası geçmiş olacak ki artık açım diyene “Kilo almazsın ne güzel!”; “Yarım litre su 5 TL olmuş!” diye isyan edene, “İşte çeşme, neyine yetmiyor?”; “Hayat çok pahalı, evden dışarı çıkamıyoruz!” diyenlere kendisine nasihat edenlerin, vatandaşın vergisi ile cebinden 5 kuruş para ödemeden, şehir şehir gezdiklerine aldırmadan “Kır dizini otur evinde!” diye karşılık veriyor.
Her güne yeni bir zam haberiyle başladığımız ve her gün daha ne kadar böyle gidecek dediğimiz zamanlardan geçiyoruz. Çocukluğumdan beri hep aynı cümle başı kulaklarımda çınlar: “içinden geçtiğimiz zorlu süreçte…”. Düşünüyorum da çok güzel zamanlarımız da olmuştu “içinden geçtiğimiz zorlu süreçler”e(!) rağmen. Yıllardır bu zorlu süreçlerin içinden geçip daha zorlu süreçlere girdiğimizi görünce, demek ki daha en kötüsünü yaşamamışız diyorum. E hâliyle hepimiz gibi “İçinden geçtiğimiz zorlu süreçler” ne zaman bitecek, o güzel günler ne zaman gelecek diye sormadan da edemiyorum.
Ucuz olan bir şey yok mu? Olmaz mı azizim var tabi ki. Peynirin fiyatına şaşkınlığımı gizleyemeyip şarküteri görevlisine sorunca “Abla 55 liraya da var istersen ama tadını beğenir misin bilmem” cevabını aldım. “Ne de olsa her şeye alışıyoruz ona da alışırız, önce beğenmeye beğenmeye yeriz sonra vazgeçilmezimiz olur.” diyemedim tabi.
Ya hayatlarımız? O da çok ucuz. Ölümlerden ölüm beğen, çoktan seçmeli bir sınav gibi. İnsan hayatının bizim coğrafyada ucuz hatta değersiz olduğunu mesleğe ilk başladığım yıllarda bir restoran sahibinden duyduğum o cümleyle ilk defa fark ettim. Restoranda yemek yerken yanımızda bulunan iş müfettişi, restoranın bir kısmının yenilenmesinde çalışan inşaat işçisinin güvensiz çalıştığını görünce, yetkilisini mesleki refleksle uyarma ihtiyacı duymuş, karşılığında şu cevabı almıştı: “Bu ölürse başkası gelir, bunlardan çok var dert etmeyin efendim!”. Müfettişin mesleki refleksi işvereni uyarmaya yetmişti fakat -sanıyorum mesai saatinde olmadığından- işi düzeltmeye yetmemişti.
Zengin ve fakir arasındaki uçurumun giderek derinleştiği, üstümüzde tepinenlerin yatlara katlara doymadığı, orta direğin ortasından kırıldığı bir dönemdeyiz. Hepimizin alım gücü kredi kartımızın limiti kadar, ödemelerimiz ise maaşımızın katbekat üstünde. Her gün gelecekten yiyoruz sözün kısası.
Hâlimiz böyleyken en çok acı vereni de sosyal adaleti savunan dinimizin temsilcisi olduğunu iddia edenler ve bunu her fırsatta gözümüze sokmaya çalışanlar. “Bir lokma, bir hırka” felsefesini överken kendilerinin lüks ve şatafat içinde yaşaması. Bu konuda birkaç sitemi kendime hak görüyorum. Yüzümüze karşı fakirliği övenler, bizlere her şeyin en kötüsünü layık görüp her şeyin en güzelini kendisine saklayanlar, kendilerine kurdukları yalan, talan ve riya düzeninde her türlü pisliği yapanlar kadar; kendini bu muameleye layık gören milletime de kızgınım. Nefes almayı, günde üç öğün yemek yemeyi, televizyon izlemeyi ve dedikodu yapmayı yaşamak diye kabul edenlere; mahkûm edildiği bu bayağılığı sineye çekenlere de kızgınım.
Çok kıymetli bir hocam, bir sohbet esnasında fakirliğin devlet televizyonunda nasıl övüldüğü ile ilgili TRT Belgesel ’de yayınlanan programlardan örnek vermişti. O zamana kadar bu belgesellere hiç o gözle bakmamıştım. Düşününce hak vermemek mümkün değil. Programlar bilinçli olarak bizden daha az gelişmiş ülkelerdeki zor hayat şartlarını gösterir cinsten. Sanki “Halinize şükredin, bakın dünyada neler var neler.” der gibi.
Yaşam kalitemiz gitgide düşüyor. Hayatlarımızın her alanında bir kalitesizlik, bir değersizlik var. Yazıyı okuduktan sonra söyle bir beş dakikanızı düşünmeye ayırırsanız bunu rahatça görebilirsiniz.
Konuya bir örnek olsun, yükselen emlak fiyatlarını bir yana bırakıp hayatımızı geçirdiğimiz evlerimizin yapısına bakalım. “Nohut oda bakla sofa olsun da bizim olsun.” diyerek ömürlerimizi tükettiğimiz o evler, bir depremde ya da bir selde yerle bir olabilir. Ne hazindir ki evi inşa edenin demiri nereden çektiğini, kumu nereden aldığını da malzemeden çalıp çalmadığını da anca evler yıkılınca sorarız. Bu evler inşa edilirken bunu soracak merci biz değiliz elbet ama demek ki bir yerlerde bir şeyler zamanında sorulmamış, birileri görevini yapmamış ki yıkıntıların karşısında bizler sorarız soruları. Sorarız sormasına da muhatabı çıkıp “Demiri hurdadan çektik, kumu denizden aldık.” diye televizyona çıkıp bas bas bağırsa ne yazar. Dedik ya hayatımız ucuz diye. Bu kişiye her yerde ihaleler verip kendi ellerimizle onu büyük bir inşaat kralı bile yapabiliriz. Binalar yıkılınca yetkililerimiz tüm yetkilerini donanıp yıkıntıların üzerine çıkar, arama kurtarma çalışmalarını nasıl başarı ile yürüttüklerini ballandıra ballandıra anlatırlar.
Konuşacak çok konu var ama konuşmanın faydası yok. Beni bu yazıyı yazmaya bir günde üç farklı şehirde yaşanan ve medyanın “katliam gibi kaza”, “…’da can pazarı” gibi klişe manşetlerle duyurduğu haberlerin acısı soğumadan bir sonraki hafta yaşanan 5 kişinin hayatını kaybettiği elim kazalar sevk etti. Hayat dediğin pamuk ipliğine bağlı ama bizim buralarda pamuk ipliği ezelden incecikmiş. En ufak rüzgârda kopup bizi dünyadan ayırabiliyor.
Bizim cephede durumlar böyle. Ekonomik sıkıntılar, hayat pahalılığı, siyasi gerilimler vs. vs. derken hayatlarımız çürüyüp gidiyor. Tüm bunları düşününce evet diyorum kendi kendime: yaşamak gerçekten pahalı ama canımız da bir hayli ucuz!
Sahi biz ne yaşıyoruz ya da biz yaşıyor muyuz?