Yükleniyor...
Sinan DEMİRTÜRK
05.04.2005
“Ama bir fesat ve hıyanet ocağı olan, ülkede ayrılık ve fesat tohumları saçan, Hıristiyan hemşehrimizin huzur ve refahı içinde uğursuzluk ve felâket simgesi olan Rum Patrikhanesi’ni artık topraklarımızda barındıramayız. Bu tehlikeli örgütü ülkemizde tutmamız için ne gibi vesile ve nedenler ileri sürülebilir? Türkiye’nin Rum Patrikhanesi için topraklarında bir sığına göstermeye ne zorunluluğu vardır? Bu fesat yuvasının gerçek yeri Yunanistan değil midir?” Mustafa Kemal Atatürk
19. yüzyılın başından itibaren, Avrupalı büyük devletlerin Osmanlı devletini parçalamak ve ortadan kaldırmak amacıyla geliştirdikleri stratejilerin, paylaşma plânlarının, propaganda çalışmalarının “Şark Meselesi” olarak ortaya atılan kavram etrafında tartışıldığı görülmektedir. Osmanlı toplumu içerisinde, İstanbul’un fethinden itibaren özerk bir dinî hüviyetle varlık gösteren Fener Rum Patrikhanesi, Ortodoks Rumların en yüksek dinî merkezini oluşturuyordu. Hıristiyan Batı, Devleti-i Aliye üzerinde yoğunlaştırdığı baskıların en önemli aracı olarak Patrikhaneyi 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın en önemli iç meselelerinden birisi olarak baş gösterecektir. Balkanlar’daki Ortodoks Osmanlı tebaasının ayaklandırılarak, bu coğrafyanın kan gölüne çevrilmesinde de patrikhanenin faaliyetlerini göz önünde bulundurmak gerekmektedir.
Hatıralarında Patrikhane’den “fesat ve nifak” yuvası olarak bahseden Rauf Orbay Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan durumdan yararlanan Patrikhane’nin Osmanlı hükümetine karşı yürütülecek olan her türlü faaliyetin merkezi olarak ortaya çıktığından bahsetmektedir. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra, Mavri Mira örgütünün teşekkülünde patrikhanenin önemli roller üstlenmiştir. Yunan ordusunun Anadolu’ya ayak basmasıyla birlikte, bağımsızlığını ilân eden Patrikhane Anadolu’daki Yunan ilerleyişinin en önemli simgelerinden birisi hâline gelecektir.
Bugünkü hukuki statü Lozan Antlaşması’yla belirlenen, Fener Rum Patrikhanesi Cumhuriyet yıllarında da; Yunanistan, ABD, İngiltere ve SSCB’nin siyasî emelleri doğrultusunda faaliyet gösteren bir kurum olmaya devam etmiştir. Osmanlı’nın son döneminden günümüze kadar; Türkiye’nin millî egemenliğine ve içişlerine müdâhale aracı olan Patrikhane ile ilgili sorunları şu şekilde sıralayabiliriz:
Türk Millî Mücadelesi’nin bir sonucu olarak ortaya çıkan ve millî egemenliğin uluslararası camia tarafından kabulünü sağlayan Lozan Antlaşması’nda, Azınlık Hakları ve Patrikhane’nin statüsü önemli bir yer tutmuştur. Azınlıkların varlığı ve hakları kabul edilmekle beraber, Fener-Rum Patrikhanesi azınlığın kilisesi olarak tanınmıştır. Patrikhane’nin siyasî, idarî ve yargı ile ilgili yetkilerine son verilerek, sâdece dinî bir kurum olarak kalması sağlanmıştır.
Bir azınlık kilisesinin ruhani lideri olarak görev alanı, gerek ulusal gerekse uluslararası yasa ve antlaşmalar gereğince belirlenen Bartholomeos, yurtdışında ve Türkiye’de katıldığı bütün toplantılarda: “Ecumenical Ptariarch and Archishob of Constantinopol and New Rome” (Yeni Roma’nın ve Konstantinophol’ün Baspiskoposu ve Evrensel Patriği) unvanını kullanmaktadır. Ekümenik (Evrensel Patrik)liği Türkiye ve Lozan Antlaşması’na imza koyan ülkeler tarafından kabul edilmeyen Bartholemeos; sorumlu olduğu yasaları ve uluslararası taahhütleri ihlâl etmektedir.
Seçilen Fener Patrikleri, Türkiye Cumhuriyeti yasaları gereğince, idari açıdan Eyüp Kaymakamlığı’na, Fatih Savcılığı’na ve İstanbul Valiliği’ne muhataptırlar. Türkiye’de en yüksek muhatabı İstanbul Valisi olan patriğin, ABD Başkanları ve AB yöneticileriyle yaptığı tartışmalar yaratan görüşmeleri, aslında Lozan’ı ihlâl etmekten duydukları karşılıklı zevki göstermektedir.
Fener Rum Patrikhanesi’nin emrinde 1 Ekim 1844’te hizmete açılan Heybeliada Ruhban Okulu; Türklüğe karşı yürütülen faaliyetlerin kaynağı olarak, Batı emperyalizminin ve Fener Rum Patrikhanesi’nin en önemli kuruluşlarından birisi olmuştur. 1971 yılına kadar eğitim ve öğretime devam etmiştir.
Bugün ise; AB yetkililerinin AKP hükümeti üstünde oluşturdukları baskıyla yeniden gündeme gelen Ruhban Okulu meselesi; Patrikhane’nin devamlılığı ve ekümenik unvanına Bartholemeos’un duyduğu özlem açısından hayati öneme sahiptir. Rum Patriği, Ruhban Okulu’nun açılması ve yurtdışından öğrenci alınması ile ilgili girişimlerini hızlandırmıştır. Okulun açılması ve yurtdışından öğrenci alınmasını isteyen Patrikhane; bu kurum sayesinde (TC vatandaşı olmayan yabancıların da okula kayıt yaptırmasıyla birlikte) evrensel kimliğiyle Türkiye’nin karşısına dikilmeyi amaçlamaktadır. Özetle ifâde etmek gerekirse; Ruhban Okulu’nun açılması, Ortodoks Rum azınlığın dini ihtiyaçlarını gidermekten çok Patrikhane’nin evrensellik iddiasına dayanak oluşturmaya hizmet etmektedir.
Patrikhane’nin Ekümeniklik iddiası ile, Türkiye sınırlarını esas almak sûretiyle Bizans İmparatorluğu ve Pontus’un yeniden ihyası tescil edilmektedir. 2000 yılında Barthelemeos’un Venizelos adlı bir gemiyle; devlet adamları ve sanayicilerden oluşan bir grupla gerçekleştirdiği Karadeniz gezisi ve bir dizi faaliyet, millî duyarlılık sahibi toplum kesimleri tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Patriğin ve pek çok Ortodoks’un İngilizce’de de aynı şekilde kullanılan, İstanbul yerine “Constantinopolis” ismini ısrarla kullanıyor olması Patriğin Bizans rüyasıyla sık sık uyandığına işaret etmektedir.
Patrikhane’nin hukukî statüsü ve Ruhban Okulu’nun yeniden eğitime başlaması ile ilgili tartışmalar, cumhuriyet devrinde de pek çok hükümeti ve Türk kamuoyunu meşgul etmiştir. Patrik Bartholomeos, sıklıkla çıktığı yurtdışı gezilerinde, Ruhban Okulu’nu bahane etmek sûretiyle Türkiye’yi şikayet etmekten geriye kalmamaktadır. Yunanistan’ın tahsis ettiği özel bir uçakla Vatikan’a giderek Katolik dünyasının ruhani lideri Papa 2. Jean Paul ile görüşen, Yunanistan’da askerî törenlerle karşılanan, ABD Başkanı Bill Clinton tarafından devlet başkanlarına mahsus bir protokolle ağırlanan, adı New York’ta bir sokağa verilen, ABD’de “Amerikan Kongresi Onur Madalyası” almaya hak kazanan Fener Patriğinin faaliyetleri yakından takip edilmelidir.
Dünya hâkimiyet teorilerinin çarpıştığı bu dönemde İstanbul’daki Ortodoks Patrikhanesi’nin konumu, dünya liderliğine soyunan güç merkezlerinin oldukça ilgisini çekmekte ve hedeflerine ulaşmada onun evrensel(!) yardımına ihtiyaç duymaktadırlar. Bu süreçte Patrikhane’nin dünya Ortodokslarının liderliğini resmileştirme ve konumunu daha da sağlamlaştırarak devlet protokolü içerisinde yer alma amacını gerçekleştirmek için gerek ABD gerekse AB nezdinde hiç bir destek ve yardım esirgenmemektedir.
Türkiye, Ortadoğu ve Kafkasya’nın enerji kaynaklarına ulaşımda, ana ve yan damarları gitgide büyüyecek olan bir geçidin kilit noktası konumundadır. Diğer taraftan Türkiye, ABD ve AB’nin, başta Türk Cumhuriyetleri ve Asya’nın içlerine girmesinde; aynı biçimde, başta Japonya olmak üzere diğer Uzak Doğu üreticilerinin Avrupa’ya sokulmasında, yine ilginç bir kavşak noktası ve istasyon işlevi çerçevesinde değerlendirilmektedir .
Avrupa Birliği’nin Kafkasya’daki ilk hedefi, Ermenistan ile iyi ilişkiler kurmaktır. Bunun da ön şartı, Ermeni soykırımına ilişkin asılsız iddiaları benimsemek ve uluslararası platformlarda savunmaktır. Avrupa Parlamentosu’nun 28 Nisan 2002 tarihinde kabul ettiği Güney Kafkasya Paktı kararında, Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan’dan meydana gelen bir oluşum kurma çabaları formüle edilmekte ve Türkiye’den de Ermeni soykırımı iddialarını kabul etmesi istenmektedir. Ermeni soykırımı iddialarının kabulünün arkasından, tazminat ve toprak talepleri gelecektir. ABD ve Rusya’nın çok etkili olduğu bir bölgeye girmeye çalışan Avrupa Birliği, bu nedenle gerçekdışı bu iddiaları desteklemektedir.
Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya’da etkinliği artan ve güçlenen bir Türkiye’nin varlığı Avrupa Birliği tarafından tehdit olarak görülmektedir. Avrupa Birliği bu nedenle Ortadoğu petrollerine ulaşmak için Kürdistan, Kafkasya petrollerine ulaşmak için de Büyük Ermenistan projelerini hayata geçirmeye çalışmaktadır.
Diğer taraftan Almanya ve Fransa başta olmak üzere Avrupa Birliği ülkeleri, Türkiye’nin bugünkü nüfus potansiyelinin yarattığı tehlikeyi önlemenin bir yolunun Türkiye’nin üniter yapısını bozmaktan geçtiğini bildikleri için Sevr sürecini tekrar başlattılar. Böylelikle Türkiye’deki etnik grupların yanı sıra dinî ve kültürel azınlıklar kavramlarını da tekrar ortaya atmaya ve bu konuda faaliyet gösteren kurum ve örgütlere olan desteklerini artırmaya başladılar.
Türkiye’de azınlıklar denince akla sâdece gayrimüslimler gelmekle beraber, Avrupa Birliği için azınlıklar kavramı içerisine, Müslüman Türk olmayan bütün dinî, ırkî ve kültürel topluluklar girmektedir. Hatta Müslüman Türkler arasındaki Alevi ve Sünnî farklılığı bile Avrupalılar için bir azınlık kavramı yaratılması için yeterlidir.
Bu şekilde Türkiye’de, bir yandan Keldani, Süryani, Çerkez, Laz, Kürt, gibi etnik ayırımcılığa gidecek etnik gruplar konusu gündeme getirilirken diğer yandan da Alevi, Şafiî, Sünnî gibi İslâmiyet içinde bulunan farklı mezhepleri birbirinden ayırmaya, etnik ve dinî açıdan Türkiye’nin üniter yapısını bozmaya yönelik taleplerin geldiğini görmekteyiz. Yine bu dönemde Avrupa’nın çeşitli kentlerinde bu gruplara ait dernek ve kuruluşların örgütlenmesine destek verildiğine ve Türkiye’ye karşı kışkırtıldığına da tanık olmaktayız.
Avrupa Birliği’nin Türkiye’den istediği Patrikhane ve Heybeliada Ruhban Okulu konularındaki talepler; basit olarak bir papazın veya birlik üyesi Yunanistan’ın gerçekleşmesini arzuladıkları istekler değildir. Bu, Avrupa Birliği’nin Balkan politikasının önemli unsurlarından biridir. Balkanlar’da yaşayan halkların önemli bir bölümü Ortodoks’tur ve bölgede Avrupa Birliği ile Rusya arasında bir menfaat çatışması bulunmaktadır. Avrupa Birliği, Balkanlar’da kontrolü ele geçirmek için maddi gücü ile birlikte Ortodoksluğu da kullanma çabasındadır. Bunu da, Fener Rum Patrikhanesi’ne Ekümenik bir statü kazandırarak ve Patrikhane’nin tüm Ortodoks dünyası üzerindeki egemenliğinin tanınmasını sağlayarak başarmaya çalışmaktadır.
Barthelomeos, 8 Ekim 2002’de AB Komisyonu Başkanı Romanı Prodi ile bir araya gelmiş ve yapılan görüşmede Barthelemeos, Patrikhane’nin durumu ve Ruhban Okulu’yla ilgili görüşlerini aktarmıştır. Patrik ve yanındaki heyeti AB Komisyonu binası önünde karşılayan Prodi, randevu programında İstanbul’a “Constantinopolis” demiştir. Prodi’nin programına “Mr. Prodi Constantinopolis Patriğini kabul edecek” şeklinde düşündürücü bir ifâdeyle yansıyan görüşme, Türkiye’de azınlık vakıflarına geniş haklar tanındığı günlere denk gelmiştir.
Avrupa Birliği’nin Patrikhane’ye duyduğu özel ilginin, Balkanlar’da Ortodoks topluluklarına yönelik nüfuz siyaseti ile yakından ilgili olduğu görülmektedir. Yunanistan başarılı bir siyasetle meseleyi bir Türk-Yunan sorunu olmaktan daha çok, Türkiye ile AB’yi karşı karşıya getiren bir stratejik problem olma noktasına taşımıştır.
Türk Hükümeti’nin bütün varlığıyla sahiplendiği Ruhban Okulu’nun yeniden açılması siyaseti ve Patriğin Başbakanın şahsında AKP yönetimine gösterdiği yüksek teveccüh de son derece dikkat çekicidir. Meseleyi gündeme getiren Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, Yunanistan Millî Eğitim Bakanı’yla yaptığı görüşmede, Batı Trakya Türk toplumunun sorunlarını dile getirmiş olması Yunanlı bakan tarafından sert bir dille reddedilmiştir. Türkiye’deki Ruhban Okulu meselesiyle Batı Trakya’daki sorunların karıştırılmaması cevabını alan Millî Eğitim Bakanı’nın,Ruhban okulunun eğitime yeniden açılabilmesinin önündeki yasal engellerin aşılabilmesi yönünde bir çalışma başlatılmasına yönelik yıldırım talimatı ve hazırlanan rapor, Türk kamuoyunun ilgisinden uzak tutulmuştur.
Ruhban Okulu ve Patrikhane sorunu, 59. Hükümet’in dış politikada “teslimiyet”e dayalı politikalarının en ciddi örneklerinden birini oluşturmaktadır.
Hükümetin, Patrikhane’nin imtiyazlarla evrenselleştirilmesi ve Ruhban Okulu’nun açılmasının Lozan’a aykırı bir girişim olacağını dünyaya deklare etmesi ve kendisine AB tarafından dayatılan Rum azınlık haklarına karşılık, başta Yunanistan’daki Türk toplumu olmak üzere, AB ülkelerinden Müslüman Türk azınlığın millî ve dinî haklarını gündeme getirmesi gerekmektedir.