Yükleniyor...
Türkçede fiillere gelen bir ek vardır: işteşlik eki.
Bu ek, eylemin birden fazla kişi tarafından karşılıklı ya da toplu olarak yapıldığını gösterir. Selamlaşmak, tokalaşmak, bakışmak, gülüşmek gibi.
Şahsen, kullandığıma memnun olduğum kelimelerden biri, tanışmaktır.
‘Tanımak’ eylemi Türkçenin Oğuz ve Kıpçak kollarında ‘bilmek’ anlamına gelmektedir. Dolayısıyla iki tarafın da birbirini bildiği, birbirinden haberdar olduğu durumlarda tanışıklık söz konusudur, diyebiliriz.
Eksik olduğumuz bir konuda ne yaparız?
Bir bilene danışırız.
Danıştığımız kişi daha önce tanıştığımız yani ‘bildiğini bildiğimiz’ kişi değil midir?
Peki, bu kişinin her zaman canlı ve kanlı bir biçimde karşımızda olmasına gerek var mıdır?
Zannımca, yoktur.
Çünkü tanışmaların en anlamlısı kütüphanelerde olur.
Hayır, hayır. Yanlış anlamayın.
Kitapların yere düşüşünden sonra erkeğin, kızın kitaplarını yerden kaldırmasını ve sonrasındaki tatlı sohbeti kastetmiyorum.
Bizzat, romantizm sahnelerinin figüranı fakat ibadetlerin en makbulü okumaya aracı olan kitapları işaret ediyorum.
İşte, en mesut eden tanışmalar iki kapak arasındaki uçsuz bucaksız sayfalarla göz göze geldikten sonra olur.
Yazıya böyle bir giriş yapmaktaki maksadım, tanıdığım bir yazarın yeni tanıştığım bir kitabından sizleri haberdar etmektir.
Yazar; X’ten, namıdiğer Twitter’dan tanıdığımız Con Sinov.
Kitabın ismi, serinin ikincisi olma özelliğini taşıyan ‘Yarının Adamı: Gaflet, Dalalet, Hıyanet’.
İlk kitap ‘Yarının Adamı: Mustafa Kemal’i Anlamak’ üzerine kaleme aldığım yazının girizgâhını, eserin ismine saygı duruşunda bulunarak şöyle yapmıştım:
“Bence insanlar üçe ayrılır: Dünde kalanlar, bugünü yaşayanlar ve yarına hükmedenler. Sıralamayı kolaydan zora olarak da kabul edebilirsiniz. Dünde kalmak, geçmişi kurcalamak, olan bitene saplı kalmak en basitidir ve sayıca çok kişinin benimsediği davranış tarzıdır. Bugünü yaşamak, bulunduğu âna değer katmak biraz daha zorudur. Çevremizdeki bireyleri örneklem alarak bu gruptakilerin az sayıda olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yarına hükmetmek, geleceği tasarlamak, her adımını bir plan üzere atmak ise en zorudur ve takdir edersiniz ki bu kategorideki kişilerin sayısı hiç’e yakındır. Tartışmasızdır ki bir milleti hiç’likten kurtarıp yeni nesillere ufku gösteren Atatürk’ümüz bunlardan biridir.”
İlk kitap hakkındaki tespit ve sonrasındaki temennim de şuydu:
“Kitap 14 bölümden oluşuyor. Son sayfayı çevirdiğinizde bu 14 bölümün tarihî bir televizyon dizisinin bölümlerine benzediğini hissediyorsunuz. Atatürk’ün hayatını göz önüne getirdiğinizde ise bitişin ancak bir sezon finali olduğunu düşünüyor, yazarın serinin diğer kitaplarını kaleme alacağı günü iple çekmeye başlıyorsunuz.”
Uzatmadan, iple çektiğim yeni eserden bahsetmeliyim.
Edibimiz, kaleme alınmış ve de alınacak hikâye öbeklerinden sonra ortaya büyük bir manzara çıkacağını iddia ediyor. Ve ona göre bu resim, yaşananları gerçekten anlamamızı sağlayacak. Kendi ifadesiyle, “Millî Mücadele tablosuna, gurur hissiyatının yanında başka hissiyatla da bakacağız. Orada gizlenen dramları ve yarım kalan hikâyeleri göreceğiz.”
Eser, önsöz haricinde 17 bölümden oluşuyor. Sonunda portrelerden oluşan bir albüm ve de sağlam bir kaynakça mevcut.
Sahne, Zübeyde annenin rüya sahnesiyle açılıyor. Rüyanın baş aktörü annesinin canından bir parça olan Mustafa Kemal.
İkinci sahnede karamsarlık hâkim. İşgalin yayıldığı, İstanbul’un İstanbul olmaktan utandığı yıllar…
İttihatçıların ve padişah yanlılarının fikrî, fiilî mücadelelerini seyre dalıyoruz, her bir karışı kutsîyet kokan topraklarımız elden giderken.
Şu cümleler, varlığımızın nasıl bir yokluktan meydana geldiğini acı bir şekilde gösteriyor:
“İstanbul işgale alışmış görünüyordu. Başkentin manevî dünyası, işgali artık kabullenmiş gibiydi. On yıldır süren savaşın yarattığı bezginlik öyle bir noktaya ulaşmıştı ki açlık, perişanlık ve işsizlik, insanların âdeta belini bükmüştü. Sandıklar boştu, kilerler boştu, cepler boştu, eşlerini ve babalarını kaybeden insanlar çaresizdi; sokakta dolaşanlar arasında kıyafeti yamalı bohçaya dönmeyen insan sayısı pek azdı.”
Tüm bu hengâme ve belirsizlik içinde Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçmek için fırsat kolladığını görüyoruz. Çünkü o ve Kazım Karabekir başta olmak üzere yakın silah arkadaşlarının fikri, kurtuluşun ancak Anadolu topraklarından başlayabileceğidir.
Çekirdek kadronun kendi aralarında kısmî fikir ayrılıkları olsa da parola ortaktır: Ya istiklal, ya ölüm!
12 Nisan 1919’da İstanbul’dan hareket eden ve 19 Nisan’da Trabzon’a ayak basan Karabekir Paşa’nın belediye binasında söyledikleri buram buram kararlılık kokar: “Bana inanınız, ben buraları, şuna, buna vermeye değil; buraları almak isteyen hülyalı kafaları ezmeye geldim!”
Bu günlerde enteresan bir gelişme yaşandığını öğreniyoruz. Memleketin bağımsızlığı davasına kafa yoran Mustafa Kemal davalık oluyor. Bu durumun gerekçesi, Paşa’nın, iftiralara karşı yazdığı dilekçedeki bazı ifadeler.
Asılsız suçlamalardan birine göre; 31 Mart İsyanı’nın bastırılmasından sonra Hareket Ordusu’na bağlı bazı subaylar Yıldız Sarayı’nı yağmalamış ve soyguna karışanlardan biri de Mustafa Kemal’miş.
İhanetin yanında türlü haysiyetsizliklerle de cebelleşen Mustafa Kemal, gazetelere gönderdiği tekzip yazısını şöyle bitiriyor: “Namusa saygı kalmadığını görmekle üzüntülüyüm.”
Kitabın anlatımı güzel fakat içeriği itibarıyla en can sıkıcı bölümü, ‘İşgal’ başlığı altında yazılanlardan oluşuyor. Yunan kuvvetlerinin İzmir’e çıkışını; hakla hukukla, insaniyetle bağdaşmayan eylemlerini acıyla ve 9 Eylül 1923’ü de bildiğimizden tebessümle okuyoruz.
Son olarak kitabın kapağından bahsetmeliyim.
Yukarıdan aşağıya uzanan iki hançer mevcut. Bunların üzerinde Vahdettin ve Mustafa Kemal’in resmi var.
Vahdettin’in bulunduğu yüzeyin mat, Mustafa Kemal’inkisinin parlak olması yazara göre tarafların istikametindeki aydınlığı simgeliyor.
Con Sinov, Atatürk’ün ardında, tam da beyninin hizasına denk gelecek yerde bayrağın bulunmasını şöyle açıklıyor: “Mustafa Kemal’in zihninde vatandan başka bir şey yoktur. Vahdettin’in arkasındaki karanlık ise onun vatana sunacak bir şeyinin kalmadığını resmeder.”
Kapaktaki yüzlerin konumuna dair izâh da şöyledir: “Vahdettin’in konumu görece aşağıdadır ve yüzü Mustafa Kemal’e bakar. Mustafa Kemal ise yüksekte olup ileriye bakar. Bu durum, tarafların vizyonlarını ve ufuklarını gösterir.”
“Söz ağızdan çıkana kadar senin esirindir. Ağızdan çıktıktan sonra sen onun esiri olursun.” diye bir söz vardır.
Buradan mülhemle denebilir ki, eser yazılana kadar yazarın esiridir. Matbaadan çıktığı andan itibaren esaretten kurtulur ve okur cennetine kavuşur.
İşte, sizlere tanıtmaya çalıştığım kitabı; cennetin nadide yerlerine, kütüphanelerin en güzel köşelerine layık görmekteyim.
Tavsiye benden okuması sizden.
1 Yorum