Yükleniyor...
Dedem rahmetli tarhana çorbasını o kadar severdi ki bu en Türk lezzetlerin başını çeken damak tadı şahikası yılın üç yüz altmış beş gününde üç öğün istisnasız önüne konulsa eminim ki her zaman yaşama sevincine delâlet ettiğini düşündüğüm tam ayarında bir coşkunluğu mesken edinmiş iştahıyla “Vira Bismillah!” deyip o değişmez neşesiyle sofradaki kulpsuz bakır sahana çala kaşık saldırırdı.
Amma velakin iş sohbetlerin konusuna gelinince bu türden bir tutkunun devri daiminin itkisine bel bağlayarak aynı mevzu üzerinden yürünmesinden ötürü herhangi bir bıkkınlığın asla ve kat’a sökün etmeyeceğini beklemenin iyimserliğe biraz fazla yüklenmek olacağını düşünüyorum.
O yüzden, bir yazılık da olsa, şu aralar mahcup zevk kabilinden kabul edüben ağuşuna sığındığımız kötü film irdelemesi köşesinden çok değil birkaç tık uzaklaşarak yarenlik yaptığımız odamızı bir nebze havalandıralım arzu ederseniz.
Bu bağlamda “pergellerimizi” fazla açmadan ulaşabileceğimiz bir alanda az buçuk bir soluklanıyorum yüksek müsaadenizle.
Konumuz, sohbetimizin başlığında bünyelerindeki ses efektlerine işaret ettiğimiz eserler. Bir başka ifadeyle ve daha açık olarak dile getirmek gerekirse memleketimizin, evlâdının istikbalini düşünen her nesilden öğrenci velileri tarafından her ne kadar nedeni haklı da olsa haksız yere nefret nesnesi haline getirilip asıl adı ne olursa olsun “Teksas Tom Miks” olarak adlandırılan çizgi romanlar. Ki kalender olduğu kadar da muzip mizahçılarımız, bunu uzun yıllar boyunca Fen Bilgisi, Millî Tarih ya da Coğrafya ders kitaplarının arasına bu tür çizgi romanları koymak suretiyle suret-i haktan görünüp ders çalışıyormuş izlenimi vermeye çalışan “Seni gidi seni!” denmeye seza afacan öğrenci trüğüyle ele almışlardır.
Çizgi roman derken de lafın tam da bu belinde işbu husus ayrı bir açıklayıcı paragrafı hak ediyor. Günümüzde yok Marvel’dı, yok DC’ydi denilerek yekten sinema bileti ve oyuncak satmaya endekslenmiş, sakız gibi sündürülerek uzatılmaktan kopmasına artık ramak kaldığının emarelerini görmeye başladığımız illaki Amerikalı süper kahraman saçmalıklarından önceki dönemin ürünlerini kast ediyorum.
Bize ulaştığı ya da Türk kültür evreninde de ortaya çıktığı tarihler bir parça farklılık gösterebilir. Ancak üç aşağı beş yukarı, çizgi romanın altın çağı olarak nitelenen ve bütün dünyada bünyesindeki yıllara ait orijinal nüshaların hâlâ yeri geldiğinde küçük birer servete alıcı bulabildiği bu dönem yaklaşık İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden 80’li yılların sonuna kadar tarihlenebilir. Bu dönemin hangi zaman aralığında hükümferma olduğundan daha önemli ve ilginç olan husus ise şudur: Dönemin başat üretim coğrafyası olarak başta İtalya ve Türkiye (inanın öyle efendim, izah edeceğim) olmak üzere Kıta Avrupası’nın öne çıkıyor olduğu gerçeği…
Bugün kulaklarını çınlatamamanın onulmaz hüznüne teselli olarak adlarını rahmetle yâd ediyor olmayı benimsediğimiz, kutlu tinleri uçmağa varmış merhum Suat Yalaz ve Sezgin Burak’ın bu vadide öne çıkan başat örnekler olduğu su götürmez bir gerçektir. Nasıl olmasın ki? Zira bu iki büyük Türk sanatçısı da kariyerlerine iltifata tabi olan marifetin peşine fazlasıyla hak edilmiş bir başarının sağladığı imkanlarla takılıp kariyerlerinin ustalık dönemini sırasıyla Fransa ve İtalya’da sürdürmüşlerdir.
Karaoğlan ve Tarkan’ın yurtdışı nüshalarının yanı sıra birbirinden uzak tarihî dönemlerde yaşayan değişik kahramanları da pek çok farklı ülkeden yüz binlerce çizgi roman severin beğenisine sunmakla kalmayıp bu bağlamda hatırı sayılır bir başarı ivmesi de yakalayan işbu sanatçılarımızın etkisi sanıldığından da yoğundur. Hatta Tarkan’ın “Mars’ın Kılıcı” bölümüyle Oscarlı “Gladyatör” filminin arasındaki karakter isimlerine kadar varan yoğun ve ilginç (!) benzerlik bunun görece yakın tarihli bir kanıtı olarak ortada durmaktadır. Hâl böyleyken, hikâyelerin geçtiği ortam çok geniş bir yelpazeye yayılsa da Türk estetiğinden, öyküleme izleğinden ve en önemlisi Türk kahraman motifinden (lafın burasında “Türk Mitolojisi” eseriyle konuya ışık tutmuş olan rahmetli Bahaeddin Ögel’i anmamak olmaz) bir biçimde etkilenmiş çizgi romanların etkisi hâlâ hissedilen furyasını yadırgamamak gerekiyor kanısındayım.
Evet efendim şimdi mevzuyu başlığa bağlamanın tam sırası. Zira ustalara hürmette zinhar kusur eylemeyip kendilerine cephe selamımızı esas duruşta çaktık. Bununla da kalmayıp akademik göndermenin dibek taşını da tokaçladık. Arada müntehiller şahı Hollywood’a hak ettiği lafı sokuşturup göndermenin feriştahını da yaptık. O hâlde artık gönül rahatlığıyla çocukluk dönemimden yadigâr anı, sanrı ve tespitlerimizi paylaşmaya başlayabiliriz:
İşte böyle efendim. Laf bohçasının dört ucunu geri bağlamaya başlamasak haklarında konuşa konuşa sabahı edeceğimiz türden bu eserlere kaçınılmaz bir nostalji rüzgârına umarsızca kapılıp değinmiş olduk.
Ama iyilerin daima kazandığı, kötülerin mutlaka belâsını bulduğu, cumartesi sabahları taze simitle yapılan kahvaltılar kadar masum bir dünyaya arada sırada da olsa dalmak gibisi var mı?
Buckinghamshire’dan herkese selamlar ve sevgiler efendim.