Yükleniyor...
05.04.2011
2008–2009 yıllarında bölge gündemine damgasını vuran Türkiye-Ermenistan ilişkileri 2010 yılının ikinci yarısında önemli ölçüde gölgede kaldı.Bunun ilişkilerin geliştirilmesi sürecinin başarısızlığından mı kaynaklandığını, yoksa uzun vadeli stratejinin bir parçası mı olduğunu kesin olarak söylemek için henüz erken. Ama sürecin devamlılığı ve birçok dinamiğe sahip olması nedeniyle sağlıklı takibinin yapılması şarttır. Bilindiği üzere Türkiye-Ermenistan ilişkileri ABD, AB, Rusya, İran, Çin ve diğer güçlerin dikkat merkezinde yer almaktadır.
Türkiye-Ermenistan ilişkileri sözde soykırım iddialarıyla birlikte özellikle ABD ve AB tarafından çeşitli vesilelerle (ABD`de Başkanın konuşmaları, ABD Kongresinde Ermeni tasarıları ve eyaletler düzeyindeki etniklikler, AB`nin çeşitli yetkililerinin ve kurumlarının karar ve açıklamalarında yer alması v.b.) baskı aracı olarak kullanmaya çalışmaktadır. Bunlara ilaveten bölge ülkelerinden Azerbaycan ve Gürcistan da Türkiye-Ermenistan ilişkilerine ilişkin gelişmeleri yakinen takip etmektedir.
Bu çalışmada daha çok 2010 yılında konuya ilişkin yaşanan gelişmeler değerlendirilecek ve 2011 yılına ilişkin öngörülerde bulunulacaktır. Ama konunun daha iyi anlaşılması açısından bazı hususlara göz atılması yararlı olacaktır. Öncelikle vurgulamamız gerekir ki, 2008–2010 yılları arasında yaşananların da gösterdiği üzere Türkiye-Ermenistan ilişkileri çeşitli hususlar itibariyle Türkiye-Azerbaycan ilişkileri, Türkiye’nin Kafkasya politikası, genel olarak Kafkasya’nın ve Türkistan’ın (Orta Asya bölgesinin) geleceği açısından büyük önem taşımaktadır. Zira hem Kafkasya’nın Türkiye-Türk Dünyası ilişkileri bakımından önemi, hem de Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin Türkiye’nin Kafkasya’daki konumu açısından ciddi sonuçlar doğurabileceği hususu tartışmasızdır. Genel olarak bakıldığında Ermenistan`ın konumu ve üzerinde kurulu olduğu coğrafyanın taşıdığı tarihsel değerler, Karabağ sorununun halen çözüme kavuşturulamaması, Ermenistan`ın Türkiye`ye yönelik iddiaları, Türkiye’nin bu konuda atacağı adımların Azerbaycan`da ve genel olarak Türk dünyasında Türkiye’nin imajını etkileme potansiyeli, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin geliştirilmesinin sunabileceği ekonomik ve diğer fırsatlar, bölgesel barış ve işbirliği ortamının tüm taraflara yapacağı katkılar ve diğer etkenler konunun derinlemesine irdelenmesini zorunlu kılmaktadır.
Türkiye-Ermenistan ilişkileri bakımından vurgulanması gereken hususlardan bir diğeri, bu ilişkilerin iyi olmasının, Türkiye’nin Kafkasya politikasını ve Türk Dünyası ile ilişkilerini sadece Ermenistan’ın Azerbaycan ile ilişkilerinin normal olması halinde olumlu etkileyeceğidir. Diğer olumlu sonuçları Türkiye ve Gürcistan ile sahip olduğu ilişkileriyle de almaktadır. Ama, bölgenin genel olarak normalleşmesi tabii ki, hem Kafkasya’nın önemine, hem de Türkiye’nin bölgedeki etkinliğine ve sahip olduğu seçeneklere katkı yapacaktır (buraya Kafkasya`da yüksek savunma bütçelerinin refahın yükseltilmesine harcanmasını da, ulaştırma, doğal kaynakların uluslararası piyasalara taşınması için daha kısa güzergahlara sahip olunmasını da, Türkiye`nin doğuya giderken daha kısa yola sahip olmasını da, her iki konuda alternatiflere sahip olunmasını da dahil etmek mümkün).
Vurgulanması gereken ikinci husus komşularla ilişkiler konusundaki genel anlayıştır. Teorik olarak, her bir devlet diğer devletlerle, özellikle de komşularıyla iyi ilişkilere sahip olmayı önemsemektedir. Çünkü diğer devletlerle, özellikle de komşularıyla ne kadar az veya çok sorun yaşanırsa, eldeki kaynaklar o kadar verimli veya verimsiz alanlarda kullanılabilir. Ama diğer devletlerle, özellikle de komşularla iyi ilişki tek başına hedef ya da değer değildir. Sadece, bir ara amaçtır. Devletlerin bunun ötesinde ve öncesinde varlık amaçları ve varlıklarına yönelik tehditler vardır. Temel hedef, her halükarda varlık amaçlarına, buna göre belirlenmiş uzun vadeli stratejilere uygun davranmaktır. Bu doğrultuda, mümkün olduğunca daha fazla devletle, bu arada komşularla iyi ilişki hedeflenmektedir. Ama ne olursa olsun, tüm komşularla iyi ilişki halinde olunacak diye bir kural da yoktur.
Bir devletin, varlık amaçları gerektirdiği zaman, ya da uzun veya kısa vadeli stratejilerine uygun olduğu zaman başka bir devletle, bu devlet komşusu dahi olsa, iyi ilişkiler içerisinde olmaması, hatta yoğun bir gerginlik yaşaması da mümkündür. Devletlerin komşularıyla, hatta çok uzağında bulunan başka devletlerle, çıkarları nedeniyle savaşa girmelerinin yakın tarihimizde çok sayıda örneği bulunmaktadır. Kuşkusuz, savaşların insanlık dramı olarak görülmesi ve dış politikada bu tür araçların kullanılmasının savunulmaması gerekir. Ama “her şeye rağmen hiçbir zaman kimseye karşı tavır konmaması” anlayışı sadece devletlerarası ilişkilerde değil, şirketlerarası ve kişilerarası ilişkilerde de kabul görmeyen “saf” bir anlayıştır.
Türkiye-Ermenistan ilişkileri ve iki ülke arasındaki sınır kapısı meselesi, her nedense yukarıda ifade edilenler bir kenara bırakılarak tek başına bir değermiş gibi sunulmaya çalışılmaktadır. Olayın çeşitli boyutları sürekli olarak bir kenara bırakılmakta, sadece “komşuluk”, “ticari ilişki”, “Batı’nın istekleri” ve benzeri kavramlar ön plana çıkarılarak Türkiye’nin bir an önce Ermenistan ile iyi ilişkiler kurması gerektiği vurgulanmaktadır. Fakat bilimsel bir değerlendirme için konunun tüm boyutların ve etkenlerinin dikkate alınması şarttır…
***
Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin geliştirilmesine yönelik süreci ve önümüzdeki döneme ilişkin öngörüleri anlatmadan önce ilişkilerin mevcut durumunun nedenlerine göz atılması yararlı olacaktır.İlişkinin mevcut durumunun birçok nedeni ve ilişkilerin birçok dinamiği bulunmaktadır. Uzun yıllardan beri Ermenistan toplumunda yerleştirilen Türkiye ve Türk düşmanlığının yanı sıra, Sovyetleri Birliği’nin dağılması sırasında, Ermenistan’ın Azerbaycan’a yönelik toprak iddiaları paralelinde gelişen bağımsızlık hareketi başarıya ulaşmış, aynı zamanda Azerbaycan’a yönelik işgal faaliyetleri, hem bu ülkenin içerisindeki gelişmelerin, hem de dış politikasının belirleyici etkeni olmuştur.
Kuşkusuz, Türkiye de bu süreçten nasibini almıştır. Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin ilk dönemlerine baktığımız zaman, Ermenistan’ın olumsuz tavırlarına rağmen Türkiye’nin ilişkileri geliştirmeye yönelik politikalarını gözlemlemekteyiz. Ermenistan Parlamentosu’nun 23 Ağustos 1990’da kabul ettiği Bağımsızlık Bildirgesi’nin 11. Maddesi’nde, Türkiye’nin Doğu Anadolu Bölgesi için “Batı Ermenistan” ifadesine yer verilmiş, aynı zamanda sözde “Ermeni Soykırımı”nın uluslararası alanda tanınması çabaları vurgulanmıştır. Ermenistan Anayasası’nın 13. Maddesi’nin 2. paragrafında, Devlet Arması’nda Ağrı Dağı’nın da bulunduğu belirtilmektedir. Ermenistan, çeşitli dönemlerde ortaya attığı, Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırı belirleyen 1921 tarihli Kars ve 1920 tarihli Gümrü Antlaşmalarının yürürlükte olmadığı iddiasını halen savunmaktadır. Her ne kadar bazı Türk yetkililer 2008 yılında imzalanmış ve henüz onaylanmayan protokollerle Ermenistan’ın Kars ve Gümrü Antlaşmalarına ilişkin tutumunu değiştirdiğini iddia etmişlerse de, Ermeni yetkililerin açıklamaları durumun böyle olmadığını göstermektedir.
Ermenistan’ın, Azerbaycan’a yönelik işgalci politikasının yanı sıra, daha bağımsızlık mücadelesi sırasında Türkiye’ye karşı açıkça saldırgan bir tavır içerisine girmesine rağmen Türkiye Cumhuriyeti, Eylül 1991’de incelemelerde bulunmak üzere Kafkasya ve Türkistan (Orta Asya) ülkelerine heyetler yollarken, Ermenistan’ı da ihmal etmemiştir. 16 Aralık 1991 tarihinde Ermenistan’ın bağımsızlığını tanıyan Türkiye, bağımsızlığının ardından ekonomik güçlüklerle karşılaşan Ermenistan’a insani yardımda bulunmuştur. Türkiye, ayrıca, toprakları üzerinden Ermenistan’a insani yardım malzemesi gönderilmesine imkan tanımıştır. Ermenistan, Türkiye tarafından, 25 Haziran 1992’de kurulan Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü’ne kurucu üye olarak davet edilmiştir.
Bu dönemlerde zaman-zaman sözde “soykırım” iddialarını bir kenara bırakmanın ve Türkiye ile ilişki geliştirmenin gerekliliğinden bahsedenler olmuşsa da, Ermenistan genelde saldırgan siyasetini sürdürmeye devam etmiştir. Bardağı taşıran damla ise, Ermenistan’ın Türkiye’den en çok yardım aldığı dönemde (örneğin, işgalin hemen öncesinde Türkiye yetkilileri yoğun muhalefete rağmen, Ermenistan’a 100 bin ton buğday yardımında bulunmuştur) Azerbaycan’ın Kelbecer bölgesini işgal etmesi olmuştur. Türkiye, Nisan 1993 başlarında Azerbaycan’a yönelik işgal girişimlerini sürdüren Ermenistan’ı, saldırılarını durdurması konusunda uyararak, aksi takdirde ilişkilerde doğabilecek olumsuz gelişmelerden sorumlu olmayacağını açıklamıştır. 3 Nisan 1993’te Kelbecer’in Ermenistan tarafından tamamen işgal edilmesinden sonra, Türkiye yine Ermenistan’a yönelik, işgalden vazgeçme çağrılarını sürdürmüş, bu arada ilişkileri de kademeli olarak sınırlandırmaya başlamıştır. Ermenistan’ın işgalci tavrını sürdürmesi üzerine Türkiye, Ermenistan ile olan sınırını ve daha sonra hava koridorunu kapatmıştır.
Bu arada 6 Nisan 1993’te Ermenistan Savunma Bakan Vekili Vazgen Manukyan’ın, TASS ajansına yaptığı açıklamada, Erivan yönetiminin, sınırların değişmezliği ilkesini kabul etmediğini bu ilkenin, iki dünya savaşı sonucunda oluşmuş olan Batı ve özellikle Avrupa sınırları için geçerli olduğunu, “eski Sovyet Cumhuriyetlerinin rastgele kalem darbeleriyle çizilmiş olan sınırlarının ise aynı ilkeler çerçevesinde tanınamayacağını” iddia etmesi. Türkiye yetkilileri tarafından, Ermenistan yönetiminin “Büyük Ermenistan” hayalinin peşinde olduğunun göstergesi olarak kabul edilmiştir.
Türkiye için Ermenistan ile ilişkilerin olumsuzluğu bir hedef olmamış, bu nedenle de sonraki süreçte Türkiye, defalarca Ermenistan ile ilişkileri normalleştirmek için girişimlerde bulunmuş, fakat olumlu sonuç alamamıştır. Örneğin, 1995’te Ermenistan’dan olumlu bir cevap gelir umuduyla, İstanbul-Erivan arasında uçak seferlerine imkan veren H-50 hava koridorunun açılmasına izin verilmiştir ve bu hava koridoru hala açıktır. Ermenistan’ın buna karşılık attığı adımlar, Türkiye’ye yönelik daha sert tepkiler şeklinde olmuştur. Ermenistan hem uluslararası kuruluşlar ve yabancı devletler nezdinde Türkiye’yi suçlamaya devam etmiş, hem de PKK terör örgütüne destek vermiştir. Örneğin, Türkiye’nin terörle mücadele ile uğraştığı bu dönem, Ermenistan’ın PKK’ya en yoğun askeri destek verdiği dönem olmuştur. Nitekim, Mayıs 1997’de Kuzey Irak’ta PKK’nın füzeyle bir Türk helikopterini düşürmesinin ardından 6 Haziran 1997’de Genelkurmay Başkanlığı’nda yapılan basın toplantısında, Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri Erol Özkasnak tarafından yapılan açıklamada, Ermenistan’ın PKK’ya füze temin eden ve gerekli eğitimi veren devletlerden birisi olduğu kesin istihbarat kaynaklarına dayanılarak ifade edilmiştir. Yıllar sonra (2008’de) Türkiye Irak’ın kuzeyinde PKK terör örgütüne karşı askeri harekat düzenlerken, bölgeden kaçan terör örgütü elebaşlarının İran üzerinden Ermenistan’a ve Ermenistan’ın işgal altında tuttuğu Azerbaycan topraklarına sığındıkları bilgileri medyada yoğun bir biçimde yer almıştır.
Ermenistan’ın Türkiye’ye yönelik saldırgan tavrı resmi ve gayrı-resmi düzeyde süreklilik arzetmiştir. Örneğin, dönemin Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan 6-8 Eylül 2000 tarihleri arasında New York’ta gerçekleştirilen BM Binyıl Zirvesi’nde (Milenyum Zirvesi) yaptığı konuşmasını, tamamen Türkiye’yi sözde “soykırım” yapmakla ve bunu kabul etmemekle suçlamak üzerine kurmuştur. Kasım 2004 içerisinde önce, Koçaryan, Avrupa Parlamentosu Başkanı Joseph Borrell’e yazdığı mektupta, Türkiye’nin “soykırımı” tanımamasının, onun AB üyeliğine engel teşkil ettiğini vurgulamış, ardından dönemin Ermenistan Dışişleri Bakanlığı, sözde soykırımın uluslararası alanda tanınması çabalarının en üst düzeyde süreceğini açıklamıştır. Aynı günlerde, Almanya’da yayınlanan Die Welt gazetesinin sorularını yanıtlayan Koçaryan, sözde soykırımın tanınmasının Ermeniler için çok önemli olduğunu söylemiştir.
9 Aralık 2004’te Dışişleri Bakanı Vartan Oskanyan’ın, AB’yi Türkiye’ye daha fazla baskı yapmaya çağırması, konuya ilişkin başka bir örnek teşkil etmiştir. Mevcut Ermenistan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan’ın hem başbakan olduğu sırada (örneğin, 23 Ekim 2007’de ABD ziyareti sırasında), hem de devlet başkanlığı sırasında (örneğin, BM Genel Kurulunda yaptığı konuşmalarda, Erivan’da düzenlenen resmi törenlerde, basına yaptığı açıklamalarda, yabancı ülkeleri ziyaretlerinde) konuya büyük önem atfettiklerini ve tüm dünyada tanınması için çaba sarfedeceklerini açıklamıştır. Erivan’da her yıl 24 Nisan’da düzenlenen resmi törenlerde Türk bayrağının yakılmış, hatta 2009 yılındaki törende Türk bayrağı anma töreninin gerçekleştirildiği yere serilerek törende bulunanların bayrağı ayakları altına almaları sağlanmıştır.
Tüm bunlara rağmen, Türkiye iyi ilişkilerden yana olması sebebiyle, yıllardır gizli yürüttüğü Ermenistan ile diyalog (bazı Dışişleri yetkililerinden ve bilimadamlarından oluşan ortak komisyon) çalışmalarına 2008 yılından itibaren farklı boyut kazandırmaya başlamıştır. 2008 yazından itibaren Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde hızlı gelişmeler yaşanmaya başlamıştır.
En önemli gelişmelerden birisi de Eylül 2008`de Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bölge ve dünya medyasında geniş yankı bulan, “futbol diplomasisi” çerçevesinde Erivan’ı ziyareti olmuştur. 2009 yılının ilk aylarında ise daha ciddi gelişmeler yaşanmıştır.
***
Soçiden sonra…
Makalenin ikinci bölümünde son Soçi görüşmesi öncesinde ve sonrasında yaşanan sürecin çelişkilerle dolu olduğuna dikkat çekilmişti.Bu çelişkili hususlardan birisi de Soçi Bildirisinde Minsk Grubu formatına vurgu yapılmasıydı. Halbuki daha Soçi görüşmesinden 3 gün önce Azerbaycan Dışişleri Bakan Yardımcısı Halef Halefov, Macaristan’da yaptığı açıklamada AGİT Minsk Grubu formatının her hangi bir pratik sonuç elde edemediğini ve başarısız olduğunu ifade etmişti. Azerbaycan’ın iktidar ve muhalefet partilerinin liderlerinin AGİT Dönem Başkanıyla Bakü’de yaptıkları toplantı ise AGİT Minsk Grubu’nun çalışmalarına yönelik sert eleştirilere sahne olmuş ve hatta iktidar partisi YAP yetkilisi Ali Ahmedov bu konuda iktidar ve muhalefetin ortak görüşte olduğunu açıklamıştı.
Heşterhan Bildirisi’ni takiben karşılıklı güven kazanımının öncelikli hedef olarak belirlendiğinin ilan edilmesine ve Soçi Bildirisi’nde de özel olarak güven artırıcı adımlara vurgu yapılmasına rağmen görüşme öncesinde ve sonrasında karşılıklı suçlamaların yüksek düzeyi dikkat çekmişti. Örneğin görüşmelerden birkaç gün önce Eduard Nalbandyan Viyana Diplomasi Akademisi’nde yaptığı konuşmada Azerbaycan’a sert eleştiriler yöneltmişti. Azerbaycan’ın “her hafta yaklaşık 100 kere ateşkes ihlali yaptığını” iddia etmişti. Daha bir gün önce ise Azerbaycan tarafı Ermenistan’ı dezenformasyon yapmakla suçlamıştı.
Bu arada ‘güven artırma süreci’ devam ederken Ermenistan’ın bu sene Los-Angeles’te gerçekleştirilecek olan “Los-Angeles Times Travel and Adventure Show” etkinliğine Ermenistan’ın artık ikinci kez “Dağlık Karabağ” tabelası ile katılacağı duyuruldu. Azerbaycan’ın Karabağ sorununun çözüm sürecini Birleşmiş Milletlere taşıma girişimini devamlı olarak Minsk Grubu sürecini baltalama olarak nitelendiren Ermenistan’ın bu adımını yoğun itirazlara rağmen tekrarlamaya çalışması dikkat çekicidir.
Görüşmelerden birkaç gün önce Eduard Nalbandyan, Viyana Diplomasi Akademisi’nde yaptığı konuşmada Azerbaycan’a diğer konularda da sert eleştiriler yöneltmişti. Nalbandyan “Azerbaycan ile askeri yola başvurmama taahhüdü anlaşması imzalamak istediklerini, fakat Azerbaycan’ın buna yanaşmayarak askeri bütçesini artırma yoluna gittiğini” ifade etmişti. Nalbandyan’ın bu iddiasının temelsizliği bir yana iddianın “büyük umutlar beslenen” ve “güven artırıcı sürecin bir parçası olarak” görülen bir görüşme öncesinde, bu kadar sert şekilde dile getirilmesi çelişkilerin boyutunu gösterme açısından önem taşımaktadır. İddiaya gelince ise öncelikle ünlü 2 Kasım 2008 tarihli Moskova bildirisinde sorunun çözümü için barışçıl yolların tercih edildiği vurgulanmıştır. Azerbaycan da bunu ilkesel olarak kabul ettiğini imzayla onaylamıştır. Ayrıca Azerbaycan Avrupa Konseyi’ne üye olurken de bunu ilkesel olarak kabul etmiştir.
Olaya diğer taraftan bakacak olursak Karabağ sorunu bir işgal sorunudur: Azerbaycan topraklarının Ermenistan tarafından işgali sorunu. Ermenistan kendisi de en üst düzey yetkililerinin ağzından bu toprakları işgal ettiğini defalarca açıklamıştır. Yani sorun karşılıklı suçlamalardan ya da iddialardan kaynaklanan sorun değildir. Basit bir gerginlik mevcut iken ve fakat barış ortamı devam ediyorken Azerbaycan’ın kuvvet kullanma iddiası ile Ermenistan’ı tehdit etmesi durumu söz konusu değildir. Ermenistan Azerbaycan topraklarını işgal etmiş ve bunu dile getirmekten de çekinmemektedir. Azerbaycan ise topraklarını işgalden kurtarmak, sorunu çözüme kavuşturmak için barışçıl yolları sonuna kadar kullanmaya çalışacağını, fakat bu yollardan sonuca ulaşılamaz ise uluslararası hukukun kendisine tanıdığı meşru müdafaa hakkını kullanabileceğini ifade etmektedir.
Nalbandyan’ın Azerbaycan’ı silahlanmakla suçlaması konusuna gelince, askeri kapasiteyi arıtmanın tek yolu askeri bütçe değil, zira Ermenistan’ın da askeri kapasitesini sürekli artırdığı (Rusya’nın hibeleri ve ucuz silah satışları sayesinde) herkesçe bilinmektedir. Ermenistan ayrıca kendi ülkesinde yabancı askeri üs bulundurarak bölgenin çatışma alanı olma riskini yükseltmiştir. Bu risk Ağustos 2008 olayları sırasında daha yüksek düzeyde hissedilmiştir.
Bu arada Azerbaycan Ermenistan’ın ateşkesi ihlallerinin artmasını ve küçük yaşdaki çocuğun katletmesi konusunu AGİT Parlamenter Meclisi’nin gündemine getireceğini açıkladı. Soçi görüşmesi sonrasında taraflar birbirlerini BM’deki daimi temsilcileri düzeyinde de sert şekilde suçlamaya devam ettiler. Bundan kaynaklanıyor olacak ki, AGİT Minsk Gurubu Eşbaşkanları 15-17 Mart 2011 tarihlerinde bölgeyi ziyaret ettikten sonra ortak bildiri yayınlayarak tarafları imzalanan anlaşmalara uymaya ve keskin nişancıları çatışma hattından geri çekmeye davet ettiler.
Genel olarak bakacak olursak, Soçi görüşmesinden sonra Azerbaycan topraklarının Ermenistan tarafından işgali sorunun çözümünde önemli bir aşamanın kaydedildiğini ifade etmek çok zor. Süreçteki esir değiş-tokuşu ve benzeri bazı adımları olumlu olarak değerlendirmekle beraber özellikle 9 yaşındaki Azerbaycanlı çocuğun Ermenistan Ordusu’nun keskin nişancısı tarafından öldürülmesi ve karşılıklı suçlamaların devam etmesi genel süreç bir yana hatta imzalanan son anlaşmalara bile hangi boyutta uyulduğunun göstergelerindendir. Tüm bunların yanında dikkat çeken diğer bir husus ise ciddi görüşmelerin artık sadece (uzun süre sorunun ana kaynağı olarak nitelendirilen) Rusya’nın arabuluculuğuyla gerçekleştiriliyor olabilmesi. Bundan başta Batılı ülkeler olmak üzere herkesin çıkarması gereken dersler var…
Kafkasya Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Merkezi (QAFSAM) Başkanı, Hazar Üniversitesi öğretim görevlisi
***
Buraya kadarki kısımda Ermenistan-Türkiye ilişkilerinin genel niteliği, temel dinamikleri ve geçtiği süreç üzerinde durmuştuk. Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin Türkiye’nin Kafkasya’daki konumu, Türk Dünyasındaki imajı, genel olarak Kafkasya’daki gelişmeler, Türk Dünyasının son yıllarda kurumsallaşma niteliği de kazanan entegrasyon süreci, bölgesel ve küresel nitelikli enerji ve taşımacılık projeleri açısından ciddi sonuçlar doğurabileceğini anlatmaya çalışmıştık.
Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin geliştirilmesinin ekonomik ve diğer konularda fırsatlar sunabilme potansiyeline sahip olduğunu, bölgesel barış ve işbirliği ortamının tüm taraflara katkılar yapacağının tartışılmaz olduğunu vurgulamaya çalışmıştık.
Fakat her şeye rağmen genel olarak bölgesel işbirliğinin, barış ve istikrarın temini, özelde ise Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin geliştirilmesi için temel ilkelerin belirlenmesinin şart olduğunu da vurgulamıştık. Aksi takdirde iyi niyetle başlatılan süreçlerin olumlu sonuçlar doğurma ihtimalinin düşük olacağı, hatta uzun vadede bölgesel barış ve istikrar adına riskleri artıracağı ifade edilmeğe çalışıldı.
İlişkilerde ilk dönem (1990`lı yılların başları) Türkiye`nin iyi niyetli politikalarına rağmen Ermenistan`ın Türkiye`ye yönelik saldırgan politikalar ve Azerbaycan topraklarını işgal etmesi nedeniyle gergin geçmiştir. 2000`li yılların başları ve ortaları daha çok kapalı kapılar ardında resmi ve gayrı-resmi düzeyde görüşmeler yapılmış ve ilişkilerin geliştirilmesi yolları aranmıştır.
2008-2009 yılları ise hafızalara cumhurbaşkanlarının karşılıklı ziyaretleri, imzalanan protokoller ve verilen olumlu mesajlarla kazındı. Bazı özel farklılıklara rağmen 2010 yılını ise önemli ölçüde 2008 öncesine dönüş süreci olarak tanımlamak mümkündür. Zaten 2011 yılının başlarında yaşananlar da bunu doğrular niteliktedir.
Aslında daha 2011 yılına gelmeden önce kendi ifadesiyle “Türkiye Ermenistan ilişkilerinin gelişmesi için en çok çalışan” kişilerden birisi olan Ermenistan Ulusal ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi (ACNIS) Kordinatörü Richard Giragosian Türk medyasında yayınlanan söyleşi ve makalelerinde “Türkiye adına görüşmeleri yürütenlerin Ermeni tarafı kadar samimi olmaklarını, Haziran 2011`de Türkiye`de yapılacak parlamento seçimleri nedeniyle cesur adımlar atamadıklarını, önemli gelişmeler için bu seçimlerden sonraki dönemin beklenmesi gerektiğini” ifade etmişti.
Diğer etkenlerin yanı sıra bu bağlamda da 2010 sonlarında 2011 başlarında Türk yetkililerin açıklamaları 2008 öncesi ile daha çok örtüşmektedir. Yılın hemen başlarında Türkiye-Azerbaycan Parlamentolararası Dostluk Grubu Başkanı ve Adalet ve Kalkınma Partisi milletvekili Mustafa Kabakçı konuya ilişkin yaptığı değerlendirmede “topun Ermenistan`da olduğunu” ifade etti. Kabakçı, “Azerbaycan ve Türkiye, Dağlık Karabağ sorununun çözümünde Ermenistan’ın somut adımlar atmasını bekliyor.
Yalnız Ermenistan’ın bu doğrultuda atacağı adımlar karşılığında Ankara ve Bakü, Ermenistan’a yönelik gerekli adımları atacak. Ermenistan’ın müzakere sürecindeki uzlaşmaz tutumuna devam ettiği ve Azerbaycan topraklarının işgalde kaldığı sürece, Türkiye’nin her hangi bir adım atması beklenemez” ifadelerini kullandı.
Buna karşın Ermenistan Türkiye`yi suçlayıcı ve tehdit edici tavrını sürdürdü. Daha yılın ilk gününde Ermenistan Devlet Televizyonu’nda 2010 yılına ilişkin değerlendirmelerde bulunan Ermenistan Dışişleri Bakanı Eduard Nalbandyan, Türkiye`ye yönelik sert eleştirilerde bulundu. Nalbandyan, “Türkiye’nin 2010’da uluslararası kamuoyuna sözünde durma gücüne sahip olmayan güvenilmez bir partner olduğunu gösterdiğini” iddia etti. Kısa süre sonra 14 Ocak`ta bu kez Erivan’da gerçekleştirdiği basın toplantısında Nalbandyan, “tüm dünyanın Türkiye`nin Ermenistan ile imzalanan protokollerdeki tutumunu değiştirmesini ve protokolleri onaylamasını beklediğini” iddia etti. Nalbandyan, Türkiye’yi tutum değiştirmekle suçladı.
17 Ocak`ta Kıbrıs Rum kesiminde bulunan Ermenistan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan ise daha da ireli giderek, Rum Meclisi’nin özel oturumunda “Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin düzene girmesi girişimin, Türkiye`nin çelişkili tutumu ve tutarsız açıklamaları nedeniyle çok kısa bir süre içerisinde başarısızlığa uğradığını” iddia etti.
Ermenistan Devlet Başkanı Sarkisyan aynı tutumunu Rus “Eko Moskvi” radyosuna verdiği mülakatta da sürdürdü. Sarkisyan, Türkiye’in Karabağ sorunu konusunda ısrarcı olması durumunda protokolleri iptal edeceğini açıkladı. Protokolün ancak “Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kayıtsız şartsız onaylaması durumunda işlerlik kazanabileceğini” vurguladı.
Bu arada özellikle ABD ve İsviçre önde olmakla uluslar arası çabalar da devam ediyor. ABD Dışişleri bakanı Hillary Clinton hem bölgeye yaptığı ziyarette, hem de 5 Şubatta Münih konferansı çerçevesinde Serj Sarkisyan ile gerçekleştirdiği görüşmede konuyu ayrıntılı değerlendirdi ve “Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesi sürecini desteklediklerini” vurguladı.
15 Şubat 2011`de gerçekleştirdiği olağan basın toplantısında ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Philip Crowley de, Türkiye-Ermenistan normalleşme sürecinde Türkiye, Ermenistan ve Azerbaycan ile temas halinde olmayı sürdüreceklerini ve bu süreçte nasıl ilerleme sağlayabileceklerine bakacaklarını ifade etti.
Dikkat çeken önemli olumsuz gelişmelerden birisi ise Türkiye`nin çok arzulamasına ve hatta ciddi beklenti içerisine girmesine rağmen AGİT’te yapılacak Genel Sekreterlik seçiminde Ermenistan`ın desteğini alamaması oldu. 15 Şubat`ta Ermenistan Dışişleri Bakanlığı Basın Sözcüsü Tigran Balayan yaptığı açıklamada, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nda yapılacak (AGİT) Genel Sekreterlik seçiminde Türkiye’nin adayını desteklemeyeceklerini bildirildi.
Sürecin açık yönleri bazı önemli farklılıklar dışında 2008 öncesine dönüş yapıldığını göstermektedir. Ama bu önemli farklılıklar arasında protokollerin artık imzalanmış olması, önceki süreçte 2008-2009 döneminde yaşanan kırılma noktaları (ister Türkiye-Ermenistan, isterse de Türkiye-Azerbaycan ilişkileri bakımından) da yer almaktadır.
Diğer bir bakış açısıyla “olumlu ve olumsuz yönleriyle” 2008-2010 arasında Türkiye-Ermenistan ilişkilerine ilişkin açık alanda yaşananların hem taraflar, hem de arabulucularca planlanmış ya da en azından çok büyük ölçüde öngörülmüş olma ihtimali yüksektir.
Sürecin önemli ölçüde kontrolü götürülmeye çalışılması bunun göstergelerinden birisidir. Açıktır ki, ne taraflar, ne de arabulucular biranda ilişkilerin güllük-gülistanlık olmasını beklemiyorlardı. Bu nedenle sadece yaklaşık bir buçuk-iki yılık bir dönem için mümkün kadar bastırılarak, sonra kontrollü ve kısmi geri çekilme taktiği uygulanmış olabilir.
Ama her iki halde de 2011 yılının başladığı gibi devam etme ihtimali yüksektir. İçsel dinamiklerin ve Rusya`nın tutumu değişmeden Ermenistan`ın; seçim sürecinde iç kamuoyunun tutumunu da dikkate alacak olan ve Azerbaycan ile yakın tarihteki kırılganlığı onarma aşamasında olan Türkiye`nin ilişkileri geliştirmek için çok ciddi girişimde bulunma ihtimali zayıftır. Bu süreci zorlayacak etkenler ise ABD dahil çeşitli ülkelerde sözde soykırım girişimlerinin yoğunlaşma ihtimali ve Ermenistan`daki muhtemel iç siyasal hareketlilikler olabilir.
Araz ASLANLI
Kafkasya Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Merkezi (QAFSAM) Başkanı, Hazar Üniversitesi Öğretim Görevlisi