ADIYAMAN TANITIM GÜNLERİ

Adıyaman dedikleri “Çiğ köfte” yedikleri Pek hoşuma gidiyor “Gelor mı?”, dedikleri *** Dört yıllık öğretmen okulu günleri çabuk geçmiş, mezun olup evimize köyümüze dönmüştük. Atama bekliyorduk. Sınıftan Yılmaz dayanamamış kura günü Ankara’da olmuş. Kim nereye tayin oldu bir kartpostalın arkasına yazıp postalamış. Osman sen Adıyaman! Ben Gümüşhane..! Diğerlerini sıralamış bir bir. Kartpostal durur hâlâ. İlk […]


Paylaşın:

Adıyaman dedikleri

“Çiğ köfte” yedikleri

Pek hoşuma gidiyor

“Gelor mı?”, dedikleri

***

Dört yıllık öğretmen okulu günleri çabuk geçmiş, mezun olup evimize köyümüze dönmüştük. Atama bekliyorduk. Sınıftan Yılmaz dayanamamış kura günü Ankara’da olmuş. Kim nereye tayin oldu bir kartpostalın arkasına yazıp postalamış.

Osman sen Adıyaman!

Ben Gümüşhane..!

Diğerlerini sıralamış bir bir. Kartpostal durur hâlâ. İlk tercihim Elazığ’dı ama kısmette diğer mücavir il Adıyaman varmış demek. Her işte var bir hayır. Adıyaman Fırat’ın öte yüzü. “Gerger”, “Tillo” karşıda hemen. “Öte geçe” denir orasına bizde. Dayanıklı katırları olur “öte geçe”lilerin.   Fırat üzerindeki asma köprüden geçip cuma pazarına gelirler. Tanıdıklar da var. Kız alıp vermeler akrabalıklar oluşmuş bizim tarafla. Dükkânları da var Çüngüşte. Bağları bostanları görünüyor görünmesine ama oraya varmak bir hayli mesele. Ya Siverek Urfa üzerinden, ya da Elazığ Malatya üzerinden gidilebiliyor. Urfa üzerini tercih etmiştim bu ilk gidişte.  Bozova- Samsat oradan Adıyaman’a geçecektim. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Günde tek sefer yapılıyormuş. Kayığı kaçırmışız. Erken gitmek gerekiyormuş. Geceyi Bozova’da bir meslektaşın evinde geçiriyorum. Sabah erken kayığımızın başında oluyorum. Burası Kantara Köyü. Samsat nehrin öte yakasında karşıda görünüyor. Atatürk Barajı yeni yapılıyor. Başka yolcular da var. İki taksi, iki eşek, dolu domates biber kasaları, sebze çuvalları ve yolcular son gelene yer kalmayacak şekilde kayığı dolduruyoruz.  Fırat bu noktada ikiye ayrılmış. Arazı düz. Ortada adacık oluşmuş. Karşıya geçmek için en uygun yer.  Kayığımızı karşıya geçireceklerin ellerinde uzun sırıklar var. Kıyıdan ayrılır ayrılmaz biri baş diğer kıç kısmına geçiyor. Dengeli biçimde ellerindekini nehre daldırıp ortaya doğru itiyorlar. Her itiş birkaç metre daha ortaya atıyor bizi. Derinlik arttıkça akıntı hızlanıyor.   Hedef ada. Akıntıya kaptırıp adayı kaçırdık mı yüzen kayığın hangi sahile vuracağı belli değil.  Zamanla yarış var o yüzden. Merakla onları izliyor herkes. Akıntının hızı arttıkça hareketleri serileşiyor. Sırığın ucu yere her değdiğinde o destekle biraz daha adaya yaklaşıyoruz. Kaçıncı seferleri kim bilir? En derin kısmı geride bırakıp adaya çıkıyoruz nihayet.  Burası Fırat Denizinin ortasında bağımsız bağlantısız bir ada. Ama iş bu kadarla bitmiyor. İkinci fasıl var sırada. Kayığın yükünü hafifletip karşı yönden adanın en yukarısından salmak gerekiyor. İnip yardım ediyoruz. Denilen noktaya taşıyoruz kayığımızı elbirliği ile. İnenler tekrardan biniyor. İkinci kez sulara gark oluyoruz. Sırıklar peş peşe derine salınıyor.  Kaptanların mahareti, gayretleri sonunda salimen Adıyaman il sınırına ayak basıyoruz. Derin oh çekiyoruz.  Yolculuğumuz bir saatten fazla bir zaman sürüyor. Azgın Fırat’ı aştık ya gerisi kolay.  Adıyaman minibüsü bizleri bekliyor.  Samsat köy görünümünde küçük bir ilçe. Kalesi, harabeleriyle yakında baraj suyu altında kalacağı anlatılıyor.

Eski Samsat bugün yok. Suların altında kalmış durumda.  Görmek isteyenin dibe inmesi gerekiyor.  Ezanı susmuş, yarı bele kadar sulara gömülmüş tek şerefeli minaresi şahadet ediyor burada bir ilçe vardı diye. “Eskisi öldü yaşasın yeni Samsat”. Yenisini de görek kısmet olur inşallah. Özel bir anlamı daha var bu baraja kaptırdığımız ilçemizin benim açımdan.  Bilgi yarışmalarının değişmez sorusu olmuştur o gün bugün.  Ne zaman bu komisyonlarda görev alsam beylik sorumdur.

“Atatürk Baraj Gölü” altında kalan bir ilçemizin adı nedir? Doğru cevap çıkmadıysa coğrafyacılarımız utansınlar. “Suyun altı da vatan”.

Unutmadığım bu yolculuğun ardından ilk kez Adıyaman iline vasıl oluyorum. Otelde kalıyor kura çekimin bekliyorum. O gün geliyor görev  yerimiz belli oluyor. Merkeze bağlı Şerefli Köyü -şimdi Atatürk Köyü- Büklüm mezrası. Nasıl bir yer merak ediyorum. Köyü görüyor sonra da memlekete -Diyarbakır’a- gidip eşyalarımla dönüyorum bu kez. Eşya dediysek bir bavul, bir koli kitap, bir yorgan, kap kacak ve bir de saz.

“Saz” üzerinde az durmam gerek;.

Çukurova’da yirmi gün pamuk toplayıp almıştım. Büklüm’e ilk gittiğimde cami, minare görünmüyordu. Önümüz Ramazan ayıydı. Teravihi nasıl yaptıklarını sormuştum. Aza olan Salih Dayı “Köy Sünni. Toplanıp bir odada kılıyoruz” demişti.  Maksadım zinhar köyün mezhebi öğrenmek değildi. Ama o öyle anlamış belli ki.  Aynı Salih Dayı samimiyeti ilerlettikten sonra bir sohbette şunları da demişti:

“Yahu bu hoca köye geldi. Cami sordu. Teravih sordu. Geldi indirdi ki taksiden bir koca saz. Dedim ki içimden buna ne cami lazım. ne de teravih. Alevinin koyusu”.  Alevi-Bektaşi kültüründe sazın önemini o zaman anlamıştım.

Adıyaman’da Kırşehir’den okul arkadaşı Naci’yle karşılaşmış bir akşam onlarda kalmıştım. Babası hükümet binasında memur. Göre yerimi sormuş sonra da  “ O köy yarı Sünni yarı Alevi”. “Sen hangisisin? Demişti.  Ben de  “İkisi de değil. Ben Müslüman’ım”  cevabın vermiştim. Gülüşmüşlerdi. İtiraf edeyim ilk kez o yaşta orada duymuştum bize Sünni dendiğini. “Kızılbaş” duyardık ama “Sünni”, “Alevi” duymamış bilmiyordum.  Bunun da etkisi olsa gerek İlahiyat Fakültesinde en ilgimi çeken konu olmuştur bu “mezhepler” meselemiz.

Sazı da, çalanı da, türküleri de, ona hizmet edeni de severim. Çünkü:

Abdest alsan aldın demez

Namaz kılsan kıldın demez

Kadı gibi haram yemez

Şeytan bunun neresinde?

Çoğu siyasi nedenle vücut bulmuş ama zaman zaman Müslümanlığın da önüne oturtulan İslam âlemindeki bu anlayış ayrı bir yaramız ve bu yazımızın konusu değil.  Âşık Veysel ki dörtlükle hissiyatımıza tercüman olmuş durumda bu hususta. Başka söze ne hacet?.

***

Ne Yezid’i ne Kızılbaş

Bizi yakar bizim ataş

Değil miyiz hep bir gardaş

Söyleyim geldi sırası.

***

Veysel sapma sağa sola

Sen Allahtan birlik dile

İkilikten gelir bela

Dava insanlık davası

***

Ankara’daki Adıyaman bize gösterdi ki” “bir, iri, diri..” olduğumuz müddetçe bizi ayırmak isteyenlerin hesapları hep yarım kalacak..Sürçü lisan etmediğimizi umarak haydi gelin köyümüze geri dönelim. İlden çıkıp yanına gelene kadar Büklüm’ü göremiyorsun. Böyle bir köy yokmuş sanki. Düzlük bitiyor Şepker Çayına bakan yamaca ilk adım attığında önünde çıkıyor birden.  Bükülmekle mi ilgili? Diye merak etmiştim. Bük diye sazlık bitkisinden adını aldığı söyleniyor. Allahüâlem. Güneyde Davuthan, Doğuda Küllüm. Kuzeyde Şerefli, Batısı Şepker Çayı. Daha ötesi “Tut” Nahiyesi. Düz toprak damlar, çamur sıvalı kerpiç duvarlar. Elektrik, su, telefon yok o zaman.  Tek çeşmesi var. Günün her saati dolu. Tek motor alındı bir de ikinci yıl. Tipik bir Anadolu köyü.  İki öğretmenli olduğuna göre nüfus kalabalık. Çatılı kiremitli tek yapı var okul. Diğer arkadaş evli. Lojman onun hakkı. Bana da müdür odası kalıyor bu durumda. Başka da çare yok zaten. Öncekiler de öyle yaparlarmış zaten. Müdür odası ikinci öğretmen evi olarak kullanılmış hep.

İki yılım o odada geçti. FB’li Cemil TURAN yılın sporcusu olsun istemiş anket doldurup göndermiştim. İsabet kaydetmişim.  Kurada benim de adım çıkmış. Tercüman gazetesi “Bin temel eser” serisinin ilk elli sayısını adresime postalamış. Tek penceremin önü kitapla dolmuştu.  Çoğunu gaz lambası altında orada okumuştum.

Bu tecrübeden sonra Samsat yolunu kullanmadım. Kâhta-Siverek üzerinden gidip geldim daha çok. Gölbaşı Malatya Elazığ yolunu da kullandım ara ara. Gölbaşında İbrahim vardı. Erkenekli derdik sınıfça. Dört yıl aynı sırada oturduk. Gölbaşı’nda demiryoluna bitişik evleri vardı. Ara ara gider kalırdım. Suvarlı’dan Cemal, Kilisecik köyünde Hayrettin, Gölbaşı merkezde Mustafa, Ahmet, Muharrem, Ali, Kâhta’dan Ahmet, Abdurrahman Kırşehir’de birlikte okumuştuk. Besni’den Orhan basketbol voleybol takımı arkadaşımdı.

Basketbol demişken buraya da parantez açmam lazım. Mezun olduğumuza sevinsek de basketbol oynayamayacak olmanın hüznü vardı içimde. İlk fırsatta İlin kapalı spor salonunun yolunu tutmuş karşıma çıkan görevliye “basketbol oynadığımı, varsa ilin takımı oynamak isteğimi” belirtmiştim. “Henüz o dediğinden bilen yok” cevabı almıştım. “Ola ki olursa Büklüm Köyünün öğretmeniyim. Haber bekliyorum sizden” diye tembihlemiştim.

İki yıl sonra kırk yıl dolacak hala haber yok. Adıyaman İl spor müdürlüğüne buradan sitemimdir.

Köye, okula işime alışmaya çalışırken bir mektup alıyorum. ÖSS sonucuna göre Ankara İlahiyat Fakültesine kayıt hakkı kazanmışım. Bu ilk yıl hiç öğretmenlikten feragat edecek gibi değilim.. Hakkım kaybolmasın istiyorum.  Kayıt yaptırıp hakkım donduruyorum. İkinci yıl yaz güz dönemi sınavları sonucunda ikinci sınıfa geçiyorum. Artık Ankara yolu gözüküyor bize. O sebeple tayin istiyorum. Geliş o geliş. Otuz sekiz yıl geçiyor üzerinden. Arada gitsem de hasreti bağrımda Adıyaman’ın. Biz o hasretteyken duyuyoruz ki Adıyaman ayağımıza geliyor. Böylesi durumda icabet etmemek vefasızlık olurdu elbet. “Vefa senin nerende” diye sorarlar adama sonra. 27-30 Haziran arası başkentte AKM’de Adıyaman’ı teneffüs ediyoruz. İkinci üçüncü gün oradayım. Ancak üzgünüm tanıdıklardan kafileye dâhil olan yok yazık ki. Bildik bir sima Gölbaşının tevazusundan hiç kaybetmemiş, eski kuşak öğretmen Ağabeyimiz, Gölbaşının kadim Belediye Başkanı Yusuf Özdemir. Kendisini tanıdığımda babası merhum Turan Amca vardı o görevde. O günleri yad ediyoruz. Sorduklarımın bir kısmı dünyasını değiştirmişler.  Onlar bizim kuşaktan isimler. “Ablam gelin oluyor. Sıra bize geliyor” Eksilmeler gösteriyor ki “evvelden uzaklaştık ahire yaklaştık” Allah cemi cümleye iki cihan saadeti versin. “Peygamber üzümü” ve “Antep fıstığı” olan hediye paketiyle ayrılıyoruz Gölbaşı standından.

Besni bölümünde başkan yardımcısı Antep fıstığı ve Besni üzümü ikram ediyor ziyaretçilerine. “Besni üzümünün nesli tükendi haberleri almıştık hâlbuki” Yeniden canlandırıldığını duyuyor memnun oluyoruz bu habere.

Müftülük standını atlamak olmaz.  Görevli arkadaşın elimize tutuşturduğu broşürde Safvan B. Muattal anlatılıyor.  Eyüp El Ensari’den sonra kabri Türkiye’de olan ikinci sahibiymiş.  Adına yapılacak caminin maketi de konmuş en öne. İl müftüsü ayakta karşılıyor bizi. Cami üzerine konuşuyoruz.  Vanlı, İslam enstitüsü mezunuymuş. Ayaküstü sohbetin ardından oradan ayrılıyoruz.

Tut ilçesi için ayrılan bölümde dut pekmezi, dut ürünleri tanıtılıyor. Israra dayanamayıp dut pekmezinden tadıyorum. Babam rahmetli geliyor gözlerimin önüne. Dut pestili, dut kurusu, dut unu. Beğenmez burun kıvırır, yüzüne bakmazdık. Şimdi kuru yemiş dükkânlarının gözdesi.

Gerger tanıtım broşüründe bize aşina fotoğraflar var.  “Öte yaka” bizim orası demiştik ya. Fotoğraflara dalıp kaybolurum bir müddet. Sürüler, sığırlar, sular, ağaçlar ve dağlar.

Düz dara yar düz dara

Yar zülüfün düz dara

Doksan dokuz yaram var

Sen açtın bir yüz yara.

Bir düzine dağ türküsü geçiyor aklımdan. Elazığ, Diyarbakır, Urfa ve dağ üzerine bildiğim tüm türküler.

Yanık sesli yöre sanatçısı sesime gel diyor adeta. Kapalı alandan çıkıp oraya yöneliyorum. Kâhtalı Mıçı olsa tanırdım. Ya da Latif Doğan, ya da Mehmet SESKE. Onlar değil. Mahsuni Şerif”in “Yörü be” türküsüne yetişebiliyorum. Adını öğrenemeden programını tamamlıyor. Ancak bitmiyor. Folklor ekibi sahneye geliyor.  Şalvarı, kırk düğme yeleği, bel bağı, oyun figürleriyle az Urfa, biraz Diyarbakır, biraz Elazığ gibi ama hepsinden ayrı namı ülke hudutlarını aşmış öz Adıyaman yöresi.

Omuz hareketleri çok tanıdık geliyor.  Büklüm’den Gazi Dayı hatırlıyorum. Pala bıyıklı, altın dişli, avcı, at, tazı besler, şelpeyle saz çalardı Gazi Dayı. Böyle oynardı düğünlerde. (Bir başka hatırası da var bende.  Tütün balyası üzerine oturtup dişimi çekmişti iğnesiz ağrı kesicisiz askerden getirdiği kerpetenle. On dokuz yaşımdaydım o zaman. Dayanılmaz ağrı, çaresizlik mecbur etmişti buna). Halaydaki intizam Esat KABAKLI Hocanın okuduğu türküdeki gibi.

Ulaşsın gökyüzüne yürek atışlarımız

Aslanım tecvit üzre tokmağı davula vur.

Oynasın bel diz boyun, kaynasın göğüs kalça

Üç ileri bir geri bir sağa bir sola vur

Olsa daha da izlerdik hâlbuki. Tadı damağımızda bitiriyor onlarda.

İkinci gün Besni’ye bölümünde eğitim müfettişi Yaşar Beyi Adıyaman çiğköftesi, Besni üzümü, Antep fıstığı sofrasının başında buluyorum. Onun Adıyaman hatıraları henüz taze. İki yıl önce oradaydı. Yanında Besni kaymakamı var. Aslen Sivaslı ama İstanbul doğumlu. Değişen dünyadan yitirdiğimiz değerlerden konuşuyoruz. Yün kullanımı konusunda fikirlerimiz uyuşmuyor ama şunda hemfikir oluyoruz. “Dünün güneşi ile bugünün çamaşırı kurumaz. Bugünün çamaşırına bugünün güneşi…” Tefsire lüzum yok. Ne anladıysanız.

İlin bir önceki valisi Ramazan SODAN’ ziyaretçiler arasında. Keçiören Kaymamamızdı bir dönem.  Takdir belgemin altında imzası durur. Ayaküstü sohbetten sonra birlikte Çelikhan bölümüne geçiyoruz.  “Menengiç Kahvemiz” hazır. Fotoğraflar çekiliyor ayrılıyoruz.

Adıyaman Belediyesinin güler yüzlü başkanı eski valilerini ayrı bir muhabbetle karşılıyor.  Çiğ köfte geliyor.  Kâhta’da müzik öğretmeni olduğunu öğrendiğimiz genç arkadaş Kazancı Bedih’in “Nemrut’un Kızı” parçasını çalıyor bize.

 

Ocağım söndü nasıl belâdır

Bırakıp gitti bu ne devrandır

Dünya gözümde Kerbelâdır

Bir de istekte bulunuyoruz..

“Gölbaşına vardım tren duruyor

Anam beni gurbet ele yolluyor”. Onu da okuyor.  Kültür Merkezinin girişten itibaren sağında solunda Adıyaman’ı anlatan fotoğraflar. İlin bağrında nasıl bir tarih ve medeniyet barındırdığının resmi bu bir.

Şerbetçi Dayı “meyan şerbeti” ikram ediyor ziyaretçilerine.

Süs bitkilerinin bölümünde tanıdık bir çiçek. “Ters Lale”. Bizim dağlarımızda da var bundan. Adında analaşamıyoruz. “Kerbela Çiçeği” de denir diyor, tanıtımı yapan hemfikir oluyoruz mesele kalmıyor. Anam tam da o adla anardı çünkü.

Lale bitkisi bu. Düzü  bir başka güzel. Tersi bir başka. Dağlarımızda daha neler var bunlardan. Dağlar lalenin, sümbülün, kengerin, kurdun, kuşun, çiçeğin, böceğin. Hukuksuz işgal edenlerin değil. Gerçek sahiplerine teslim etmeli dağları. İnmeli oralardan oralara ait olmayan. Dileyelim Adıyaman’a mal olsun bu patentiyle her haliyle bu nadide bitki. “Lale devrini” yaşatsın Adıyaman’a. Hollandalısı ecnebisi kapmasın n bu güzelliklerimizi.

Tanıtım için “Huzur Kenti” sıfatı münasip görülmüş. Münasip olmuş bize göre de. Adıyaman buna layık.  Kendimi şanslı görüyorum. Ankara dışında iki ilde çalıştım.  Burdur tanıtım günleri oldu yıl içinde. “Eğitim kenti” denmişti orası için.  Adıyaman günleri için ise  “Huzur kenti”.  “Eğitim” ve “huzur”.

Herkesin emeli de bu olmalı mı?

“Eğitimli”,  “huzurlu” ülke.

Cahit Sıtkı’nın özlemi bizim de özlemimiz. Onunla noktalayalım.

***

Memleket isterim

Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;

Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.

Memleket isterim

Ne başta dert ne gönülde hasret olsun;

Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.

Memleket isterim

Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun;

Kış günü herkesin evi barkı olsun.

Memleket isterim

Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;

Olursa bir şikâyet ölümden olsun.

***

Huzurun daim olsun. Şen ol Adıyaman.

Yeniden bu duyguları bana yaşattığın için.

Yazar

Osman Erenalp

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar