Yükleniyor...
Kendilerini tam üyelik hayaline kaptıranlar ve bu nedenle bunca olan bitene rağmen AB’ye toz kondurmayanlar; bize açılan yeni müzakere faslı ve Almanya’daki 22 Eylül 2013 genel seçimleri sonrasında kurulmakta olan büyük koalisyonun Türkiye ile AB ve Almanya arasındaki sönük ve sorunlu ilişkilere yeni bir soluk getirmesini beklemektedirler.
Ancak, AB’yi ve ilişkilerimizi tüm yönleriyle gerçekçi bir gözle öteden beri izleyenler, konuya yine de ihtiyatla yaklaşmakta “Bir çiçekle bahar olmaz” diyerek, görünüşe aldanılmaması gerektiğini söylemektedirler.
Biz ise, bir adım daha ileri giderek, özellikle açılan yeni fasıl konusunun bir oyalama taktiği olduğunu ve Almanya’daki koalisyon görüşmelerinde Bayan Merkel’in tam üyeliğimize karşı takındığı ısrarlı tavrın bunun işaret fişeği sayılması gerektiğini ileri sürüyoruz.
Eleştiriler ve nedenleri
Türkiye bir süredir AB’ye sitemle karışık eleştiri oklarını yöneltmişti. Haklı, ama gecikmiş ve bütünlükten yoksun, bu yüzden de fazla etkinlik sağlayamayan bu eleştirilerin başlıca nedenleri şunlardı:
AB’nin yeni fasıl/dosya oyunu
AB, yaklaşık 3,5 yıllık bir aradan sonra aday ülke Türkiye’ye geçen ay nihayet bir yeni fasıl açmaya karar verdi. Bu bizi çok sevindirdi ve yeniden tam üyelik hayalleri görmeye başladık. Üstelik 22. faslın konusu da açılım süreci yanında Irak ve Suriye’deki yeni gelişmelerle manidar biçimde örtüşüyor: “Bölgesel Politikalar ve Yapısal Araçların Koordinasyonu…”
Bu bağlamda, AP Sosyalist Grup Başkanı H. Swoboda’nın bir demecinde, “Türkiye’nin Sünni blokun lideri olmasından memnuniyet duyarız” ifadesini kullanması da, AB’nin/Batı’nın bize ve yakın çevremize hangi gözle bakmak istediğini açıkça göstermektedir. (HT, 25.11.2013.) Anlaşılan, ABD yanında AB ve özellikle Almanya’nın Güneydoğu’da adeta cirit atan insani (!) amaçlı sivil toplum kuruluşları, açılan yeni fasıl sayesinde “resmi” kimi misyonların de birer parçası olabilecekler…
Dün Brüksel’e bizi dışlayan tutumu nedeniyle sitem eden, hata yüksek tonda haklı eleştiriler yönelten Ankara, bu defa sıcak mesajlar vermeye başladı.
Oysa yeni süreçte değişen tek şey, adaylık oyununun daha profesyonelce yürütülmesi ve Türkiye’yi kapıda tutma stratejisinin devamı için karlı dağdan bize kar bağışlanmasından ibaret. Çünkü, iki taraf da çok iyi biliyor ki, 3 Ekim 2005 Belgesi’nin (Tam Üyelik Müzakere Çerçeve Belgesi) ışığında yeni bir fasıl açmakla bize üyelik yolu açılmaz.
Çünkü 35 müzakere dosyasının tamamı hem geçici hem de nihai olarak müzakere edilip teker teker tüm üyelerce kabul edilmedikçe tam üyelik aşamasına sıra gelmeyecek, konu Avrupa Parlamentosu’nun ve AB Konseyi’nin gündemine girmeyecektir bile. Tabii, AB (özellikle büyük sarsıntılar geçirmekte olan Avro bölgesi) görünür gelecekte bir yol kazasına uğramazsa…
Başka bir anlatımla, 35 dosyanın tamamı geçici olarak görüşülüp kabul edilse, ayrıca 35 dosyanın 34’ü niha olarak görüşülüp yine kapatılsa, bunlar üye ülkelerce teker teker kabul edilse, sadece tek bir faslı üyelerden yalnızca biri (örneğin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi) nihai olarak onaylamasa, aradan kaç yıl geçerse geçsin, ülkemizin AB’ye tam üyeliği asla gündeme gelemeyecektir.
8 yılda alabildiğimiz bir başak boyu mesafe (açılmış 13 faslın 8’inin özellikle Kıbrıs bahanesiyle Fransa tarafından dondurulması, sadece tek faslın, o da geçici olarak kapatılması) bunu açıkça göstermektedir. Oysa bu sürede bizimle müzakerelere başlayan Hırvatistan çoktan 28. tam üye oldu bile…
Aramızdaki iki büyük fark ise, bizim kolay yutulamayacak büyük lokma olmamız ve onlar gibi Hıristiyan olmamamız… (Bunu, eski AB başkanlarından İtalyan Romano Prodi bir resmi Türkiye seyahatinde açıkça yüzümüze söylemişti.)
AB bu konuda işi o denli sağlam kazığa bağlamıştır ki; “Ne olur ne olmaz, bakarsınız bir mucize gerçekleşir, Türkler tüm şartları yerine getirirse tam üyelik tehlikesi (!) belirir” endişesiyle, sürece ustalıkla iki ek engel daha monte etmiştir.
Bu iki engel, AB tarihinde yalnızca bize uygulanan birer ilktir. İşin daha ilginç bir yönü, her iki şartın Almanya’daki yeni koalisyon protokolünde de aynen yer almasıdır.
AB ve esas patron Bayan Merkel bize karşı ne kadar düşünceli ve adil (!), değil mi?..
Bayan Merkel’den söz edince, Türkiye ile ilgili iki eski marifetini de hatırlatmak gerekir: Muhalefet lideriyken bile önayak olduğu malum Ermeni kararını 2005’te Alman meclisinden (Bundestag) geçirmesi ve hala dilinden düşürmediği “imtiyazlı ortaklık” (?) kavramının mimari olması… Tabii, onun istediği bu ortaklık, Türkiye’nin AB’de değil, AB’nin Türkiye’de imtiyazlı olacağı bir statüyü öngörmektedir.
Aslında bu iki profesyonel şartla takviyeli 3 Ekim Belgesi, AB’ye üye olamayacağımızın en kesin kanıtı. Ama bunlara zamanında yeterince tepki verecek yerde, göstermelik müzakerelere başlanmış olmasını havai fişeklerle kutladığımızdan, durumu fiilen kabullendik.
Şimdi ise, yeni bir fasıl uğruna yeniden hayal görmeye başlayabiliriz. Bu arada AB ile ilişkilerimizde ilk büyük yanlışımız olan GB varsın aleyhimize hükümlerini icra etmeyi sürdürsün. Kim korkar dış ticaret ve cari işlem açıklarından!..
AB ile ticarette sürekli açık vermemiz yetmiyormuş gibi, üçüncü ülkelerle ticarette de Brüksel’in ortak gümrük tarifesini (OGT) uygulama zorunluluğumuz nedeniyle de ayrıca açık vermeye (örneğin, sadece Çin’le 2012 yılında 14,2 milyar dolar açık) mahkum olalım; bu yüzden, dışa bağımlılığımız sonucu enerji açığımız yanında, mal dış ticaretinde sürekli ticari açık ve cari işlemler açığı verelim.
(AB’nin Dünya Bankası’na yaptırdığı incelemede, durum bütün açıklığı ile ortaya kondu: AB ile ticari açık 1966 da yalnızca 1,1 milyar dolarken, bu rakam 2012 sonunda 28,3 milyar dolara fırladı. 1966-2013 -9 ay- döneminde toplam açığımız 191,5 milyar dolar gibi dev bir büyüklüğe ulaştı. Ne zengin ülkeymişiz!.. HT, 7.11.2013/Seçkin Ürey)
Almanya yine yan çiziyor
Ama bu konuda da hevesimizi kursağımızda bırakacak yeni bir gelişme var, o da Almanya’dan, daha doğrusu yeniden Başbakan olan Bayan Merkel’den…
F. Almanya’da 22 Eylül 2013’te genel seçimler yapıldı ve kazanan yine Bayan Merkel’in CDU’su oldu. Tabii, Bavyera kolu CSU ile birlikte… Ancak, Merkel’in koalisyon ortağı FDP (Liberaller) %5’lik ülke barajını aşamadığından, sadece 5 sandalyelik eksiği nedeniyle CDU/CSU’nun SPD’yle (Sosyal Demokratlar) büyük koalisyon yapma zorunluluğu doğdu. Gelen haberlere göre, uzunca bir süredir devam eden pazarlıklarda Türkiye ile ilişkilere de özellikle AB bağlamında geniş yer veriliyor.
* Bunlardan Almanya’daki vatandaşlarımızla ilgili olanı, SPD’nin (parti genel başkaı Bay S. Gabriel’in yabancılar için çifte vatandaşlığı şart koşması idi. (Almanya’da yaklaşık 8 milyon yabancının 1/3’ü bizim insanlarımızdır ve 1 milyona yakını da Alman vatandaşıdır.) Bu şartın koalisyon protokolüne girmesi Türkler için önemli bir yenilik olacak ve yabancı/Türk düşmanlığına karşı yeni bir kazanım teşkil edecekti.
Ancak son medya haberlerine göre (örneğin, 28.11.2013 tarihli Hürriyet), yabancılardan sadece Almanya da doğup büyüyen çocukları için, 23 yaşına kadar opsiyon modeli kalkacak ve çok vatandaşlık kabul edilecek. Kendilerine “hoşgeldiniz, buralısınız!” denecek . Esas ağırlığı oluşturan diğer yabancılar için mevcut ve dışlayıcı/ötekileştirici yabancılar yasası yürürlükte kalacak. Anlaşılan, tabuyu yıktığı ile teselli arayan SPD aslında şartını Bayan Merkel’e kabul ettirememiş.
* AB maceramızla ilgili olanı ise, Bayan Merkel’in tam üyelik müzakereleri kapsamında açılan yeni Bölgesel Politikalar faslının canlandırdığı hayallerin havada kalması sonucunu doğuracaktır. Çünkü, bize karşı her zaman ipe un seren Bayan Merkel, burada da tekere çomak sokmakta ve söz konusu iki temel şartı koalisyon protokolüne dahi koymaktadır.
Buna göre, sinsi bir dille imtiyazlı ortaklık tekrar önümüze konuyor: “Eğer AB bizi alacak kapasiteye sahip olmazsa ya da Türkiye, tam üyeliğe bağlı olarak sorumluluklarını yerine getirmezse Türkiye için, AB ve Almanya’ya yönelik imtiyazlı bir ilişki geliştirilmeli ve mümkün olduğu kadar Avrupa’nın yapısallığına bağlanmalıdır.”
Kimi, ne tür bir yapısallığa ve hangi yetkiyle bağlıyorsun, Türkiye’yi 17. Eyaletin mi sanıyorsun? diye soran olmayınca da Almanya/AB meydanı boş buluyor ve bizim hamimizmiş gibi yüksek perdeden ahkam kesiyor. Amaç, GB sayesinde mevcut dayatmacı ve sömüren konumunu sürdürmek, fazla itiraz geldiğinde ağzımıza bir parmak bal çalarak başka arayışlara girmemizi önlemek ve kapıda bekletmek.
Aramızda mevcut anlaşmaların, AB yargı kararlarının ve emsal uygulamaların bize tanıdığı haklara rağmen, tepkisiz kalarak, yıllardır süren AB’nin ve Almanya’nın bu oyununu daha ne kadar sineye çekeceğiz? Dünya Bankası’nın da belirlediği gibi, (üçüncü ülkeler hariç) 18 yılda sadece AB ile ticaretten doğan yaklaşık 200 milyar dolarlık açık aklımızı başımıza devşirmeye yetmiyor mu?..
Ne günlere kaldık! El alem bizim üzerimizden politika geliştiriyor, egemen bir devlet olarak biz hiç ses çıkarmıyoruz. Sanki ortada kaldık, mutlaka bir yana yaslanmak durumundayız gibi kararsız ve pasif bir görünüm sergiliyoruz. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı öncesinde çaresiz kalıp Almanlarla zoraki ittifak yapmamız gibi… Ki bu ittifak maalesef Osmanlı’nın sonunu getirmişti…
Sonuç
1959 yılında AB’ye (o tarihte AET) başvurmamız, ardından onlarla 1963 yılında Ankara Anlaşması’nı ve 1973 yılında da bu anlaşmaya ek Katma Protokol’ü imzalamamız, o dönemin genel iç ve dış şartlarına göre doğru ve yerinde hamlelerdi. Üstelik bu hamleler birer milli politika ürünü idi.
Ancak, sonraki yıllarda AB ilişkimizde çok önemli hatalarımız da olmuştu. Geriye doğru baktığımızda, en az 35 yılına canlı tanık olduğum bu macaramızda birer kilometre taşı olarak şu temel yanlışları öne çıkarabiliriz:
AB ile ilişkilerde bugün gelinen noktada tam üyelik ümidi ne yazık ki hayalden öteye geçemiyor. Bunda dünüyle, bugünüyle, iktidarı ve muhalefetiyle tüm siyasi kadroların payı vardır.
Bu bakımdan, ilişkilerin geleceği ve ülkemizin mevcut işleyişten daha fazla zarar görmemesi için bütün siyasi partilerimizin, özellikle de üç büyük partinin AB’ye karşı milli bir politika oluşturması için tez elden bir araya gelmesi gerekir.
Nelerin yapılması gerektiğini, “AB/GB Konusunda Milli Politika Önerimiz” başlığı altına gelecek yazımızda ele alacağız.
NOT: Bu konu ile ilgili olarak değerli okurlarımıza özellikle KORHABER’deki;
incelemelerimizi okumalarını öneririm.