Yükleniyor...
Tamam…En baştan söyleyeyim de sonra bana kızmayın. İşbu yazı Türkiye şartlarında ( Yani 1 atm basınç ve 22 ℃ oda sıcaklığında… Ne diyorum ben ya?) yazılmıştır.
Eşle dostla konuşurken siyasetten genellikle kaçarım. “Kaçınırım” demiyorum, “kaçarım”. Araba modellerinden, tarla tapan işlerinden vs. bahseder, muhabbeti genellikle geyikgiller av sahasında tutmaya gayret ederim.
Gel gör ki eş dost, muhtemeldir ki beni bir doktor gibi gösteren gözlüklerime bakarak lafı muhakkak siyasete getirir (Az kaldı, doktor oldum oluyorum bu arada…). Cem Yılmaz’ın dediği gibi komiklik nasıl ata sporumuzsa, siyaset de ikinci ata sporumuzdur. Okey masasında savaş ilan etmeyi, enflasyonla mücadeleyi seven bir milletiz, ne yapalım?
Gözleri bozmama sebep olan okuma bağımlılığımın yol açtığı yüksek egomla ve “müzmin düşünmek” hastalığıyla fikrimin topçu bataryaları derhâl vaziyet alır.
“Sus ulan sus!” diyen zayıf bir ses bir yandan böğrümü dürter ama ne fayda! Karşı taraf ilk kanı akıtmıştır bir kere!
Bizde muteber fikirler sadece hocalardan çıktığı için -ki bu konuda İskender Hoca’nın “Excell” yazısını kendime yontarak muhtemel küfürleri şimdiden iade ederim (Gerçi orada bahsedilen hoca seçkinliği değildir ama “hoca” kalıbının yarattığı kişiselliğe güzel bir açıklamadır.)- okey masasında hükümet kurmakla hoca olup ahkâm kesmek arasında bir kategori kabul edemeyiz.
Bütün titri “okuryazar” olmak, diye bir şey bizde kabul edilmez. Ama konu bu değil, gene dağıttım ortalığı.
(Buradan nereye varacağım? Vallahi ben de tam bilmiyorum ama bir yerden toparlayacağım.)
Hah! Aklıma geldi! Sıradan bir okuryazar, sadece okuyup yazmaz. Yani aslında yazıyorsa “düşünüyor” da demektir. İşte tam da bu otobüs durağında, okuryazarı felsefe dolmuşları karşılar. “İdealizm, idealizm, bir kişilik yer var!”, “Ey dünyanın bütün proleterleri, atlayın, Marksizme çok yer var!”, “Objektivizm, iki kişilik yer var! Atlas Vazgeçti okumayan binmesin!” ( Otobüs durağında dolmuşun ne işi mi var? Sizin ülkenin gerçeklerinden haberiniz yok herhâlde?)
“Stoacılıktan geçer mi?” “ Yok abi! Stoacılık arkadan gelen araba!”
Okuryazar (Bu noktada “adam” demekten vazgeçiyorum, “cinsiyetçi” diye damgalanmaktan duyduğum o depderin korkuyla affınıza sığınıyorum.); genellikle okuma listesi olmayan, programsız, meraklı, hayalci ve duygusal bir insandır. Onun dünyası bir “olması gerekenler” dünyasıdır. (Anaaaa! Herif idealist mi ne? Ne pisss! Hiç çekemem! Aman annem, doğruca Marksizme, Marksizme!)
Okurken yazarla halleşen, yazarken kendisiyle kavga eden, herkesle güç barışan biridir, bu insan.
Hah! İşte siz bu insancıkla politika falan tartışacak olursanız, o sizin karşınıza, kuvvetle muhtemeldir ki bir “ Nasıl olmalı?” mantığıyla çıkacaktır.
Eğer siz okeye dönen bir kabine üyesi veya hoca bekleyen bir vatandaşsanız onun zır deli olduğunu düşünmekte bir an bile tereddüt etmezsiniz. Refleks olarak ona vereceğiniz cevap şu olacaktır: “Bırak felsefeyi, realite bu!”
Değil mi ya? Ortada kabak gibi gerçekler varken bir şeylerin “nasıl olması gerektiğiyle” kim ilgilenir?
Okuryazar, bu anda kendisini biraz “gerzek” hisseder. “ Sahi yahu ben nasıl düşünemedim?” diye kendi kendini sigaya çeker. Çok geçmeden, sütün taşmasının kontrolsüz ısıtmadan, kuluncumuzun tutulmasının “cereyanda” yatmaktan olduğunu hatırlar. Sonra buna bir isim verir: “Nedensellik”.
Halbusam… Okuryazarı politik tartışmaya çekenler için sadece “geçerli sonuçlar” vardır. Meselâ hiç kimse demez ki “ Aga! Bebek katillerinin sözcülüğünü yapan insansıların koskoca Türk Milleti’nin en mukaddes mekânında ne işi var? Bunların buraya girmesi nasıl mümkün olmuştur?”
Sebep–sonuç ilişkisi diye bir şeyin var olduğunu düşünmemek, “reel politik” denen şeyin tek şartıdır.
Reel politik denen şey, uygulayıcıları için “sorumsuz bir yetkililik” anlamına gelirken yetkisiz vatandaşlar için de bu, olduğu gibi kabul edilen bir siyasi eylem sahasıdır.
Türkçeleştirelim: Reel politik diye “Faizleri düşürürken size mi soracağız?” ile “Herkesin cebinde cep telefonu yok mu? Neden şikâyet ediyorsun nankör?” oyuncuları arasında gerçekleşen tek kale maça denir. Bu maçın özelliği, bu iki sorunun sahibinin de aynı takımda olması ve okuryazar gibi birkaç “saf insanı” kaleye alıp üstüne yağmur gibi şut yağdırmalarıdır.
Hadi daha Türkçeleştirelim… Okuryazar adam için “Bugün yediğin hurmalar yarın bir yerini tırmalar.” diyen o çarpıcı ve birazda edepsiz atasözümüz her daim (Nasıl sevdik bu kalıbı, ne zaman söylesem kendimi Kanunî gibi hissediyorum…) bir uyarıcıdır.
Reel politikçiler için hurma yedikten sonra vukuu bulan olaylar, asla kendilerinin suçu değildir. “Tırmalanmaktan” mütevellit tahrişin tek suçlusu ancak hainler, düşmanlar falandır. Bir reel politikçi tahriş için doktora gittiğinde, doktor ona “Hurma yediğiniz için hassas yeriniz tahriş olmuş.” dediğinde, reel politikçi “Bırak yahu hurmayı murmayı! Sen bir ilaç ver de geçsin!” deyiverir. Oysa bundan sonra hurma yerse ne olacağına dair bir fikir edinmek yerine “o an için” duyduğu rahatsızlığı gidermeye çalışır.
Dolayısıyla mesela denetimsiz kamu harcamalarının kaynağını, sonuçlarını anlamaya çalışan okuryazarla “Bak ayağında ayakkabı var!” ya da “PKK ile mücadele etmiyor muyuz?” diyen bir reel politikçinin, konuşma denen şeyin, üstünde yürüdüğü “mantık” zemininde buluşmaları mümkün olamaz.
Bir reel politikçi zaten yapılması gereken terörle mücadeleye bakarak bu sonuçla her şeyin halledildiğini sanır; oysa TBMM’de savunma bütçesi görüşmelerini bölücü terör örgütüne aktarma ihtimalleri yüksek insanların bulunmasının, bu mücadeleyle nasıl bağdaştırılabileceğini düşünmeye zahmet etmez.
Kabul ediyorum. Çok sıkıcı bir yazı oldu. Buraya kadar gelebilen varsa onu yürekten kutluyorum.
Demem o ki… Bir işin sebeplerini ve muhtemel sonuçlarını düşünmeden, sadece ortadaki sonuçlara bakarak konuşmak, karşımızdakinin aklıyla dalga geçmek olduğu kadar kendi aklımızı da rafa kaldırmaktır. O çok sevdiğimiz reel politik de bundan ibarettir (En azından Türkiye’deki uygulanışı budur…). Şimdi gelip birileri “Ama İngilizler böyle yapmıyor!” falan derse -ki keşke dese- ben de ona “Demek ki İngilizler reel-politiği, olması gerektiği gibi uyguluyormuş.” derdim. “Yani askerlerini bir yere gönderirken oradaki eski politikalarını, bu politikaların yarattığı sonuçları ve bundan sonrasında olabilecekleri hesaba katarak bir gerçeklik oluşturuyorlar.” derdim. Bu da sürekli düşünmeyi gerektirir. Bu daha da önemlisi “sürekli ulus için düşünmeyi” gerektirir.
Eğer birileri, Türk vatanının mukadderatını ilgilendiren politikalar üretiyorsa; ona bugün yediklerinin yarın kime nasıl zarar vereceğini hatırlatmak da bu yüzden aslında Türk milliyetçilerine düşer.
Başkaları okey masasında hükümet kursa da ya da kısıtlı bir doktorayla her şeyin teorisini bildiğini iddia etse de işin gerçeğinin ne olması, nasıl olması gerektiğine dair bir şeyler düşünmek, asıl, milliyetçilerin görevidir. Çünkü bugün doğrusunu bizim belirlemediğimiz gerçekler, yarın karşımıza tabi olmamız gereken gerçekler olarak çıkacaktır (“Reel politikte etkinlik” diye ayrı bir konu açmamız artık farz oldu.).
Hadi bir kez daha Türkçeleştirelim: Sırf keyfimizce yediğimiz her hurma yarın muhakkak bir yerimizi tırmalar…
Ben böyle dedim diye hurma yemekten vazgeçmeyin. Ölçüyü kaçırmayın yeter.