ANADOLU’DAKİ ERGENEKON: SAKARYA ZAFERİ

Sakarya’dan Dumlupınar’a Rum Sındığı Şu kopan fırtına Türk Ordusudur ya Rabbi! Senin uğrunda ölen ordu budur ya Rabbi! Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyed namın Galip et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın… Yahya Kemal BEYATLI Sakarya Zaferi, Türk’ün yüce şahlanışının, üstün bir başarı ile sonuçlanan, keskin askeri hamlesinin, can alıcı bir vuruşudur! 1699 Karlofça Antlaşmasından itibaren […]


Paylaşın:

Sakarya’dan Dumlupınar’a Rum Sındığı

Şu kopan fırtına Türk Ordusudur ya Rabbi!

Senin uğrunda ölen ordu budur ya Rabbi!

Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyed namın

Galip et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın…

Yahya Kemal BEYATLI


Sakarya Zaferi, Türk’ün yüce şahlanışının, üstün bir başarı ile sonuçlanan, keskin askeri hamlesinin, can alıcı bir vuruşudur! 1699 Karlofça Antlaşmasından itibaren yaklaşık 300 yıldır toprak kaybeden ve geri çekilen Türkler, bu zaferle artık hücuma geçmiştir. Bu savaş, Sakarya Irmağı boylarında 23 AĞUSTOS – 13 EYLÜL 1921 tarihleri arasında kopan kıyamette, 22 gün, 22 gece devam etmiştir. Bu ölüm-kalım savaşı, şanlı Türk Ordusu’nun destanlara konu olan zaferiyle sonuçlanmıştır.

Sakarya Zaferini Türk Milletine armağan eden, başta savaşın muzaffer Başkomutanı Ulu Önder ATATÜRK olmak üzere, bütün şehit ve gazilerimizi rahmetle anıyoruz. Türk Milletinin bağrından çıkan, varlığıyla övünç duyduğumuz Kahraman Türk Ordusu’na ebedi minnet ve şükran duygularımızı sunuyoruz. Sakarya Zaferi’nin 92.yıldönümü Türk Milleti ve O’nun yüksek seciyesini temsil eden Türk Ordusu’na kutlu olsun!

Aziz Türk vatanını işgal etmek cüretkârlığı gösteren, Birinci Dünya Savaşının gâlibi emperyalist devletler, Türk süngüsü önünde, İnönü’den başlayarak, Sakarya Savaşıyla devam eden, yaklaşık üç yıllık bir hesaplaşma sonunda, Türk’ün son hamlesi olan Büyük Taarruzla başı ezilerek, tamamen imha edilmiş ve geriye kalan artıkları da İZMİR’de denize dökülmüştür.

ATATÜRK, Mondros mütarekesini takiben, sarayın çağrısı üzerine, 13 Kasım 1918 tarihinde İSTANBUL’a gelmiştir. Büyük kahraman, Haydarpaşa’dan köhne bir motöre binerek Sirkeci rıhtımına yanaştığı zaman, renk renk bayraklarla süslenmiş düşman gemilerini görünce, zırhlılardan saraya çevrilmiş toplara karşı öfkeli bir bakıştan sonra, ama tam bir özgüven içinde “Geldikleri gibi giderler!” sözünü haykırmak suretiyle geleceğe matûf kararlılığını göstermiştir…

 

KUTLU YÜRÜYÜŞ

SAMSUN’dan başlayan bu kutlu yürüyüş, AMASYA’da “Türkün istiklâlini yine Türkün azim ve kararı kurtaracaktır” ilânı ile bütün cihâna duyuruluyordu… ERZURUM ve SİVAS Kongreleri, istiklâl ateşini vatan sathına dalga dalga yayıyordu… Bu toplantılardan varılan sonuca göre, karar merkezinin yeri ANKARA olarak belirlenmişti. Şehir umutlu bir bekleyiş içine girmiş, günler önce Sivas’tan yola çıkan Heyet’in Ankara’ya yaklaşmakta olduğu haber verilmişti. Ankara semaları bir gece önce, yıldızlardan yansıyan ışık desenleriyle bezenmişti… Türk Milletinin Ülker yıldızı gökyüzünde parıldamış, zulmet yarılarak, nura doğru bir beşâret/müjde velvelesi bütün muhiti sarmaya başlamıştı…

Ali Fuat Paşa komutasındaki 20.Kolordu şehre yerleşerek, gerekli hazırlıkları aylar öncesinden tamamlamıştı. Kolordu Komutanının Karargâh binası ve makam odası da, Romalılara ait hamamın harabelerinin karşısına düşen, Sultan Alaattin Keykubat’ın Ankara Emîri, Selçuklu ailesine mensup KIZILBEY’in adıyla anılan yapının bulunduğu yere tanzim edilmişti. ANKARA, bu kutlu gecenin sabahında bir vuslata otağ olmaya hazırlanıyordu…

Tarihte birçok keder ve kıvanca ev sahipliği yapmış olan güngörmüş bu Âhi şehri, ismini, Türklerin ulvî bir mefkûre uğrunda insiyakî olarak ayrıldıkları anavatanı Asya’da, Baykal Gölünden doğarak kuzeye doğru akan Angara ırmağından alıyordu. Anadolu’yu ebedî vatan yapan atalarımız, Uluğ Türkistan’da yaşadıkları yerlerin, ırmakların, boylarının isimlerini, yeni vatanlarındaki çevreye de ad olarak vermişlerdi…

 

ANKARA ERGENEKON

Şimdi bu bahtiyar şehrin minarelerinden, Namazgâh’tan, Dikmen sırtlarından, çevre tepelerden, zirvelerden… Ezan ve salâ sesleri, dualarla birleşip arşa yükseliyordu… ANKARA KALESİ’ne sancak çekilmiş, bayraklar, tuğlar göğe kaldırılmış, iman dolu sineler heyecan içinde aziz misafirlerini karşılamaya hazırlanıyordu… Keklik Pınarı’nda bülbüller ötüşmeye, keklikler şakımaya, kurnalardan akan sular ezgi dolu şakırtılarıyla billur renkli yalaklara dökülmeye başlamıştı… Aralık ayının bu 27. günü; Kepekli Boğazı, Ahlatlıbel, Dikmen Tepeleri… Seğmen Alayı’nın gümbürtüsüyle yankılanıyordu… ANKARA galeyana gelmiş, adeta yeni bir ERGENEKON’da toplanmaya ve günü gelince de çıkışa hazırlanıyordu!.. Merhum Destan Şairimiz Niyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU’nun Türklerin tarihteki hatırasını kelimenin yüreğine yüklediği gibi…

Bir ulu seldir akan,

Teğin, İlteriş, Tarkan,

Gök Tuğlu yüce Hakan

Börteçine yoldadır!

(Destanlar Burcu, S. 226)

 

Başta Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa, Ankara Müftüsü ve Müdâfâ-i Hukuk Reisi Börekçizâde Mehmet Rıfat Efendi, Ankara halkının Hakan olarak andıkları Vali Yardımcısı Defterdar Yahya Gâlip Bey, Ankara Şehremini Kütükçüzâde Ali, Ulemâ ve eşraftan zevâtın da bulunduğu, üç bin atlı, yedi yüz yaya’dan oluşan Seğmen Alayı Müfrezeleri ve Halk Bölükleri; erkek, kadın; yaşlı, genç aynı gayede birleşmişti. Aralarında omuzlarına çapraz fişeklik kuşanmış eli mavzerli, atlı, Türk Amazon’u Karaşar Bacıları olduğu halde, Dikmen sırtlarını doldurmuştu…

 

SON TÜRK HAKANI

Ufuklar, yer ile gök arasında gerilmiş bir yay gibi duruyordu!.. Yanık sineler, yürekler, çehreler ve nazarlar bu bekleyişin ince ve muştulu gerilimi içinde; uzaklara, derinlere yönelmişti… Son Türk Hakanı’ bekleyen gözler, sevinç çağlayanı halinde gürleyecek Keklik Pınarı’nın ardına bakıyordu… Birden, etrafta bir çalkalanma ve heyecan dalgası işitildi. Nihayet, beklenen konuklar uzaktan görünmüştü. Kızıl Yokuş’un üstündeki düzlükte; şırıl şırıl akan Keklik Pınarı’nın bulunduğu mevkiden hareket eden öncü Âhi Bölüğü ve atlı Seğmen Kıtası, kutlu misafirleri alarak, karşılama heyetinin yanına doğru getiriyordu.

 

ESKİ BİR OĞUZ GELENEĞİ

Ankara sâkini KIZIL OĞUZLAR bu KIZILCA GÜN’de, evvelce Rumeli’nin fethi için Balkanlar’a yerleştirilen Kızıl Oğuzlar’ın bir kolu olan KOCACIK OYMAĞI’na mensup, Evlâd-ı Fâtihan nesli LİDER‘ine kavuşmuştu. Eski bir Türk Töresi gereği, kısa, fakat gönüller dolusu bir selâmlaşma ve tanışma töreninden sonra, Büyük Başbuğ‘un önünde, O‘nun Liderliğine, vatanın düşmandan temizlenmesine ve Türk Milleti’nin İstiklâli uğrunda seve seve canlarını feda edeceklerine AND içtiler! Bu yiğit ve mert insanlar, aralarına aldıkları Ulu Önder’i bir sevgi kozası halinde sarmışlardı!…

 

KIZIL ELMA

İstanbul’dan başlayarak; Samsun, Amasya, Erzurum ve Sivas yoluyla devam eden zorlu ve kutsî yolculuk, şâhâne bir buluşmayla neticeleniyordu. Bir ferd-i mücâhit olarak, sine-î Millet’e dönen Atatürk, kendisine yapılan bu karşılamanın huzurunu, Cezayir menekşesi maviliğindeki gözlerinin ışıltısına yansıtmıştı. Büyük Önder ve Temsil Heyeti, Seğmen Alayı’nın refakatinde, bu mübarek şehrin kalbine doğru akmaya başladı… Davul ve zurnaların eşliğinde, kılıç ve teke palaların ışık saçan şakırtıları; tüfeklerin, tabancaların patlayışlarıyla Seğmen Zeybeği’nin coşkulu ahengi içinde gürleyen sesler, Ankara vadisinde, yamaçlarda gök gürültüsü gibi yankılanıyordu… Ankara’nın Misket Elma’sı, bu büyük günün coşkusuyla “Kızıl Elma” ya dönüşmüştü!

 

MİLLÎ HÂFIZA

Göktürk Atalarımızın Ötüken tarihinde yaşadığı gibi, şimdi de bu Âhi şehrinden başlamak üzere bütün bir vatan, Türklerin ikinci ERGENEKON’u oluyordu! Kale surlarıyla çevrili şehir,   tarihte varlığı bilinen, Ankara Âhi Cumhuriyeti Devleti’nin mirasını hâlâ mîllî hafızasında saklıyordu. Türkler, tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren, güneş koç burcuna girince, her yıl bu günü, Ergenekon’dan Çıkış Bayramı olarak kutluyordu… Şairler, ozanlar, tarih fışkıran duygularını kelimelerin yüreğine indiriyordu!

 

Adımız Türk verildi Ötüken durağında,

Bozkurt öncümüz oldu Ergenekon dağında!

(Destanlar Burcu, S.237)

 

ATATÜRK VE ERGENEKON BAYRAMI

 

Ankaralılar, bu Türk Bayramını, Büyük Taarruz’dan önce Atatürk ile birlikte, 21 Mart 1922 tarihinde kutlamışlardır… O gün Ankara halkı büyük bir coşku içinde, Keçiören’in girişindeki tepede, Genelkurmay Karargâhı olarak kullanılan Ziraat Mektebi’nin biraz aşağısından akan, Çubuk Çayı’nın geçtiği düzlükte bir araya gelmiştiler.

 

Atatürk ve misafirleri, özel olarak kurulan siyah renkli önü açık kıl çadırda ağırlanmıştı. Büyük Önder bu bayramı, Milli Mücadele’ye destek için Ankara’da bulunan, Libya savaşlarında birlikte olduğu Senûsîlerin lideri Şeyh Ahmet SENÛSÎ’yi yanına alarak kutlamıştır. Demir dövülüp, meydana yakılan ateş etrafında sinsinler oynanmıştır. Türklerin yüzlerce yıldır kutladıkları bu bayram, Atalarımızın Ergenekon’dan çıkarak yeryüzüne yayıldıkları günün hatırasıdır… Demire hükmetmenin, ateşle konuşmanın, sel ile boğuşmanın, yeryüzünde var olmanın, tabiatla canlanmanın, fışkırmanın, çağıldamanın coşkusu içinde gürlemek, gürleşmektir…

 

Temelidir Türkün yüce harsında…

Tanrıdağlı demircinin örsünde

Ham demire sindirilen tavdılar.

( Destanlar Burcu, S.206)

 

HİCRÂN

İ’lâ-yı Kelîmetûllâh, Cihan Hâkimiyeti ve Nizâm-ı Âlem Mefkûresinin menşei bu fıtrattan gelmektedir..Türk Milleti’nde bu hasletler inkıraz edince; ruh iklimine, soylu gönlüne, hassas yüreğine hüzün düşer, melal çöker!.. Merhum Arif Nihat ASYA’nın, bu hicrânı mısralarında dile getirdiği gibi:

 

Ben ki, ateşle konuşurdum, selle konuşurdum.

İtil’le, Tuna’yla, Nil’le konuşurdum.

“Sangaryos”u  “Sakarya”  yapan,

İkonyom”u  “Konya” yapan

Dille konuşurdum.

(Şiirler l, Ağıt,S.13)

 

SEVK-Î İLÂHİ

Türkler, bir sevk-i ilâhî olarak bu toprakları vatan yapmıştır… Peygamber Efendimiz ve O’na inananların, MEKKE’de birçok sıkıntı ve eziyet görmesi üzerine, Allah, Sevgili Peygamberimize, müminlerle birlikte MEDÎNE’ye hicret etmesine izin vermiştir. Medine, Resülûllâh’ın yüksek fetânet, asalet, adalet ve şerefiyle donanıp, İslâm Dini ve Müminler için bir sığınma/toparlanma yeri olmuştu. Medine, bu bahtiyar şehir, Müslümanların ERGENEKON Yurdu haline dönüşmüştü! İslâmiyet, bu melce/sığınma, güçlenme mahallinden, Peygamber Efendimiz ve sâdık arkadaşlarıyla yükseliş hamlesine geçerek, tutsak ve kederli gönülleri fethe yönelmişti…

 

İSLÂMIN SON ORDUSU

Ankara, işte bu yüksek tarih ve devlet şuuruyla, kutlu günlerin şafağına ulaşmıştı! Peygamberimizin övgüsüne nâil olan şanlı Türk Ordusu, Sakarya’da şahlanışa geçmeye hazırlanıyordu! Bir yıldır varını yoğunu ordusunu düzenlemek için sarf eden Türk Milleti, zaferin fecrini  istiklâl güneşinin doğuşuyla taçlandıracağı sabaha uyanıyordu!..

 

ANKARA’ DA SABAH EZANLARI

Gece, gökyüzü yıldızların ışıltılı deseninden, seher bülbüllerinin ötüşleriyle şenlenecek zamana doğru akıyordu… Ankara’da sabah ezanları okunmaya başlamıştı… Hacı Bayram’dan, Âhi Tûra‘dan, Tabakhâne’den, Zincirli’den, Kurşunlu‘dan, Âhi Elvan’dan, Sultan Alaattin’den, Aslanhane’den,  Karacabey’den, Tâcettin Sultan’dan, Koca Sinan’ın himmet ettiği Ulu Cami’den müezzinlerin yanık sesi gök yüzünü çınlatırken, sabâhî makamın latif sedası bir iksir gibi bütün ruhları ve hilkâti kuşatıyordu… Bu mestânelik içinde, dudaklardan dökülen Itrî’nin segâh tekbîrî, Ezân-ı Muhammedi ile birleşerek, bir niyâz halinde Allah’a yükseliyordu… Tanyeri ağarmak üzereydi… Ak ile kara birbirinden ayrılıyordu… Türk Milleti umudun, inancın, azmin kılıçla keskinleşen zaferini, fecrin ilk alevleriyle bir akkor halinde Sakarya’ya indirmeye hazırlanıyordu… Hüseyin Gâzi Dağı’nın ardından tûlu eden güneş, şavkını Ankara’ya, Polatlı Ovasına, Mehmetçiğin siperlerinin bulunduğu dağlara, tepelere, süngüsünün ucuna, okşayıcı bir el gibi uzatıyordu..

 

KURT KAPANI

23 Ağustos’tan itibaren, Bursa, Eskişehir hattından Ankara’ya doğru ilerleyişe geçen düşman; iğrenç emelleriyle temiz topraklarımızı kirletip, geçtiği yerleri yakarak, yıkarak harabeye çeviriyordu… Mehmetçik bu safhada eski bir Türk savaş yöntemi olan kısa vadeli vur-kaç uygulamalarıyla dövüşe dövüşe, düşmanı Anadolu’nun içlerine doğru çekiyordu… Toplu güç ve ikmal noktalarından gittikçe uzaklaştırılıp yıpratılan düşman, daha sonraki hedefte “Kurt Kapanı’r içine çekilerek imha ediliyordu. Tarihte, boz börklü, uzun saçlı Türk savaşçılarının, rüzgârla yarışırcasına koşan, boynu yeleli atlarının üzerinde uyguladıkları bir yöntemdi.

 

İlk vuruşta Rum ordusu,

Orta yerden yarılmalı!

Bozkır cengi töresince

İki yandan sarılmalı!

(Destanlar B.,S.242)

 

Orduların büyük kitlesinin karşılıklı hücumu sırasında Türkler, düşmana karşı genel kapsamlı olarak Turan Harekâtını uygulardı. Bu tarz savaş şekli, Türklerin bilinen tarihinde, METE ile başlayarak devam etmiştir. Talaş Savaşında, Malazgirt’te, Kosova’da, Niğbolu’da, Varna’da, Mohaç’ta Türkler, Turan Harekâtıyla zafere ulaşmıştı. Günlerdir şaşkınlık içinde ve âkibetinden habersiz olan düşman, kurt kapanına doğru ilerleyişini sürdürüyordu.Türklerin bu çekilişlerinin son safhasında, sarsılmaz bir dirençle karşılaşan düşman, Sakarya boylarında çakılıp kalmıştı.Türk Ordusu’nun hedefi; düşmanı Sakarya’da boğmaktı!…


POLATLI, ALAGÖZ KARARGÂHI

Polatlı’nın Alagöz Köyü’nden Türkoğlu Ali Ağa’nın tahsis ettiği iki katlı konağında, Türkün talihini değiştirecek harekâtta, düşmana vurulacak son ölümcül darbenin sessizliği hâkimdi. Cephe karargâhı görevini yapan bu konak, Başkomutan nezdinde açıklanacak kararın heyecanını barındırıyordu… Soğukkanlı kurmay heyeti, Başkomutan’ın çevresinde asil ve vâkûr duruşuyla, zafere inanmış çelik bir iradenin, yüzlerine akseden heybetinin görüntüsünü yansıtıyordu… Bu mübarek topraklar, mâzide bahtın kör düğüm olmuş bağını çözen birçok hatırayı koynunda saklıyordu…

 

GÂZİ BAŞBUĞ

ATATÜRK, 12 Ağustos günü cepheyi teftişe çıkmıştı. Polatlı’nın İnler Katrancı mevkiinde bulunan tepede, atının ürkmesiyle üstünden düşerek, yerde bulunan kaya parçasına çarpması sonucunda kaburgası kırılmıştır. Türk Ordusu’nun, Sakarya’nın doğusundan, düşmanın bulunduğu batı yönündeki mevzilerine doğru saldırıya geçeceği bir sırada meydana gelen bu talihsiz kaza, askerin maneviyâtının bozulmaması için açıklanmamıştır. Büyük Millet Meclisi zaferden sonra aldığı bir kararla 19 Eylül 1921 tarihinde Ulu Önder’e Gâzi unvanı ve Mareşâl rütbesini vermiştir.

 

TURAN HAREKÂTI

Türk Askeri’nin cephedeki durumu, mevzilerdeki yönü, düşmanın hareket şekli, yeniden tahlil edildi. Gelişecek şartlara göre alınacak hâl tarzı ve mevcut imkânlar görüşülüp karara bağlandı.  Dua Tepe, heybetini, Gâzi Başkomutan’ın  ve Mehmetçiğin yüreğinden aldığı tazyikle Polatlı ovasına aksettiriyordu!.. Sessizliğin örtüsü, çelik ve alev kasırgası halinde havaya kalktı! Düşman ateş kusarak, Sakarya’nın batısından Türk mevzilerinin üstüne saldırıya geçti. Dağlar, tepeler, dereler ve bütün ova bir volkan gibi patladı! Türk Askeri, düşmanın ateş ve demir yığını üzerine kahramanca hücum etti…Sakarya’da kıyamet kopuyordu!…Türk Ordusu, alevin üzerine uçan pervaneler gibi, düşmanın ateş püsküren ocağına dalmış,  bir kâbus gibi can evine çökmüştü! İstiklâl Şairi Mehmet Âkif’in:

Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz!  “

mısraındaki haykırışı, Mehmetçiğin cesaretinde yankısını buluyordu… Top mermileri, zemini ve dağları yerinden söküyordu! Yer ve gök; çelik ve ateş; insan ve toprak; kan ve köpük; cesaret ve çığlık; birbirine karışmıştı… Sakarya, tarihin ender gördüğü bir hesaplaşmanın dehşetini yaşıyordu! Türk Ordusu’nun sağ ve sol kanatları, düşmanı çembere alma darbelerinin vuruşlarına geçmişti. Merkezden uzaklaştırılan düşmanın ön hatları, yan taraf birlikleriyle irtibat kuramaz hale getiriliyordu. Komuta merkezi her an biraz daha kopuş çizgisine yaklaşmaktaydı… Çarpışma sırasında savunma hatları el değiştiriyor, Mehmetçik kaybettiği mevzileri tekrar geri alıyordu… Düşman, son bir manevrayla yön değiştirip, güneyden Haymana açıklarından Ankara’ya yönelmişti. Türk Ordusu, Turan Harekâtının son hamlesini yapmak üzeredir. Düşman, Türk Hilâli’nin yok edici çemberi içine çekiliyordu… Dünya Harp Tarihinde hiç görülmeyen, Atatürk’ün ilk defa bu savaşta uyguladığı harekât tarzı ile ordusuna hitâben: “ Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. Bu satıh bütün vatandır! “emri, Türk tarihinin ışık saçan sayfalarına altın harflerle yazılıyordu…

 

RUM SINDIĞI

Gâzi Başbuğ’un üstün yeteneği, çelik irâdesi, ferâseti, cesâreti; Mehmetçiğin savaş kâbiliyeti ve kahramanlığıyla birleşince,  müstevlilerin demir ve ateş çemberi paramparça olmuştu!  Düşman tam bir şaşkınlık içine düşmüş; korkunun, hezimetin ve ölümün, yok edici girdâbına  tutulmuştu!..Türk süngüsü her iniş ve kalkışında kızıl bir renkle parlıyordu! Türk Ordusu; topun, ateşin ve çeliğin üzerine hiç tereddüt etmeden atılıyordu… Düşman’dan çıkan her nefes, bir ölüm uğultusunun son soluklarıydı!

Türkler, tarihte birçok defa yaptıkları gibi, sındığın keskin ağızlı, sivri uçlarını düşmana daldırarak, gövdesini ikiye ayırıyordu!

Yazar

Hicabi Koçak

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar