Yükleniyor...
Sadi SOMUNCUOĞLU – Nisan 2004
Anan Planı Kıbrıs’ta yapılacak olan 24 Nisan 2004 Referandumunda kabul edilirse, sıra Türk ve Yunan Meclislerinde yapılacak oylamaya gelecek. Bu ihtimali dikkate alarak TBM üyesi milletvekillerine gönderilmek üzere hazırlanan bilgi notu aşağıya alınmıştır.
“TARİH BÖYLE BİR OLAY KAYDETMEMİŞTİR
İnsan olmam için; mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi, birtakım zihniyetler ortaya çıktı. Oysa hangi istikbal vardır ki, yabancıların nasihatlarıyla, planlarıyla yükselsin? Tarih, böyle bir olay kaydetmemiştir.
Mustafa Kemal Atatürk
6 Mart 1922, TBMM
AB’NİN “YÜCE”’LİĞİNE(!) İSYANIMIZDIR
Dünya dediğimiz ‘‘yüce” ülkelerin Kıbrıs’ta 34 yıldır Kıbrıs Türklerine reva gördükleri haksızlık ve adaletsizlik “bu dünyada tarafsız Uluslararası Adalet Divanı olsa” mahkemelik suç teşkil ederdi. 34 yıldır katlanıyoruz. Bunlar Rum-Yunan ikilisinin Girit oyununun suflörleri oldular. Zorla veya Kandırılarak Kıbrıs’ı Rum’a, Yunan’a peşkeş çekiyorlar. Oyunun son perdesindeyiz. AB yolu ile perdeyi indirip bizi mahkum edecekler.
Rauf Denktaş – KKTC Cumhurbaşkanı
4 Eylül 1997
_________________________________________
TBMM DE “EVET” DERSE… ÖZETLE
*Rum Cumhuriyeti’nin sadece adı değişecek, KKTC’nin, kurulan üniter devlete montesi yapılacaktır.
*1960 Garanti Antlaşmasına göre müdahale yetkisi Türkiye’deydi. Şimdi ise müdahale yetkisi BM iznine bağlanmıştır. 1960 Garanti Antlaşmasına göre Türk askerinin Ada’da kalışı sürekliydi. Şimdi ise Ada’dan tamamen çıkartılması en geç 2010 yılından itibaren her 3 yılda bir gözden geçirilip(AB ve BM’de ayrı ayrı), karara bağlanacaktır.
*Koruyucu sınırlamalar AB birincil hukuku yapılmadığı için, AB mahkemeleri yoluyla hükümsüz hale gelecektir. Ayrıca Louzidou benzeri binlerce davanın ve tazminatın muhatabı yine Türkiye olmaya devam edecektir.
*Kıbrıs Anayasasının 48.maddesine göre, Türkleri koruduğu öne sürülen tüm düzenlemeler 2 yıl içinde Anayasa ve AB müktesebatına aykırılık gerekçesiyle ortadan kaldırılabilecektir.
*Kuzeydeki Türk sayısı Türkiye’ye göçler sebebiyle 150 bin civarına inecek, kuzeye gelecek Rum sayısı 120 bine ulaşacaktır. Böylece iki bölgelilik fiilen ortadan kalkacaktır.
*Türkiye ve KKTC için çok önemli Karpaz, tümüyle Rum hakimiyetine geçecektir.
*KKTC’de büyük bir iç ve dış göç dalgası yaşanacaktır.
*Türk kurucu devletinin vatandaşı olan Rumlar, seçme ve seçilme haklarına sahip olacağından hem seçimli organlarda, hem de yönetim birimlerinde(hakim,savcı, memur gibi) görev alabileceklerdir. Böylece bu devlet Türk-Rum karma devleti olacaktır.
*Rumlar en geç 5 yıl sonra Türk kesiminde istedikleri kadar mal-mülk alabilecektir.
*KKTC’nin 1974’den bu yana verdiği tapular ve vatandaşlık belgeleri geçersiz olacak, Türk ekonomisinin 4 misli gelişmiş olan Rum ekonomisi, Kuzey’deki mülkleri tamamen ele geçirecektir.
*Yunanistan başta olmak üzere AB üyesi diğer ülkelere ilişkin herhangi bir sınırlama olmadığından, bu ülke vatandaşları da istedikleri kadar mal-mülk sahibi olabilecektir.
*Merkezi devlet organlarında Türk-Rum dengesi, azınlıkların Türk kotası içinde yer alması sebebiyle daha ilk anda bozulacaktır.
*Anlaşmazlıklara bakmak üzere kurulacak tüm birimlerde 1-3 yabancı üye bulunacağı için Kıbrıs adeta bir manda rejimine tabi tutulacaktır.
*Kuzey’deki verimli topraklar ve su kaynaklarının Rumların eline geçmesi, ayrıca terk edilecek topraklardaki çok sayıda işyerinin Rumlara bırakılacak olması sebebiyle kısa sürede büyük bir ekonomik çöküş yaşanacaktır.
*Yeni düzenlemelerden etkilenecek Türklerin hayatlarını sürdürebilmeleri için milyonlarca dolara ihtiyaç varken, verileceği söylenen uluslararası yardım vaatleri fos çıkmıştır. Türkiye’nin de bundan sonra hem devletin yapısı, hem de AB müktesebatı sebebiyle yardımda bulunma imkanı kalmayacaktır.
*1974 öncesi Türklerin imhası suretiyle ele geçirilemeyen Kıbrıs, bu kez Annan Planının yol açacağı “açlığa mahkumiyetle” ele geçirilecektir. KKTC doğrudan AB üyeliği imkanlarından yararlanamayacak, uzun süre aday statüsünde kalacaktır.
*30 yıldır huzur ve güven içinde yaşayan Türkler, büyük bir kaos ortamına düşürülecek, Türkiye ise altından kalkamayacağı bir bedel ödemeyle karşı karşıya kalacaktır.
*Türkiye-Kıbrıs arasında kıta sahanlığı sorunu çıkacak, Türk gemileri izinsiz geçiş yapamayacaktır. Doğu Akdeniz ve Ada’daki Türk-Yunan dengesi tümüyle Türkiye aleyhine bozulacak, Türkiye Akdeniz’den tamamen çıkarılacaktır.
*Lozan’dan sonra ilk defa vatan bilinen topraklar terk edilecektir.
Enosise geçiş
Türkiye’nin 40 yıllık milli davası Kıbrıs’a ilişkin politikasının esaslarını hatırlayalım. İki kesimliliğin korunması, Türkiye’nin etkin ve sürekli garantörlüğünün devam etmesi, eşitlik ve egemenliğin sağlanması, toplu mal-mülk mübadelesi…TBMM ve MGK kararları ile iki ülke cumhurbaşkanlığı arasında imzalanan protokoller çerçevesinde kesinleştirilen milli politikamız buydu. Son 1.5 yıl içinde ise “çözümsüzlük çözüm değildir” sloganı ile meselenin özü ortadan kaldırılmış, bu da milli politikamızın dış baskı ve yönlendirmelerin güdümüne girmesine yol açmıştır.
Öncelikle ‘çözümün’ ne olduğunu doğru anlamak için tarafların niyetlerine bakmak gerekmektedir. Ada’nın üçte ikisine sahip olan Rumlar, en kısa zamanda Türklerin elindeki torakları da ele geçirerek, Helenizm’e ulaşmanın adına “çözüm” demektedirler. Türk tarafının çözümden anladığı ise, asırlardır vatan bildiği bu yerlerde, yok edilmeden, güvenlik içinde, hür ve egemen bir şekilde yaşamalarına imkan veren düzenlemedir. Kısacası bir taraf saldırganlığın ve yayılmacılığın(enosis’in), diğer taraf ise kutsal olan yaşama hakkının garantisinin peşindedir. BM Genel Sekreteri’nin, yetkisini aşarak hazırlayıp, ABD ve AB’nin de desteğiyle, tam bir dayatma anlayışıyla önümüze koyduğu Annan Planı incelenirken, öncelikli ve temel bakış açısı bu olmalıdır. İşte Annan Planı’nın bazı temel konularda getirdikleri ve götürdükleri:
GARANTİ VE İTTİFAK ANLAŞMALARI GEÇERLİ Mİ?
Garanti ve İttifak anlaşmaları ile ilgili yeni düzenlemeler sadece “ek protokol” niteliğindedir. Anayasa Mahkemesi ve Federal Parlamento’nun da denetimine açık tutulmuştur. Yani zaten yetersiz olan bu protokoller, Anayasa’ya aykırı olduğu iddiasıyla iptal edilebilecektir.
Kuruluş anlaşması ve Anayasa’da “askersizleştirme” özel başlığı altında doğrudan Garanti ve İttifak antlaşmalarından bahsedilmektedir. Bunlar, kurucu anlaşma ve Anayasa’ya uyarlanacağından Garanti Antlaşması’nın nihai hedefi de “askersizleştirme” olacaktır.
İttifak Antlaşması protokolünde de, “Kıbrıs’ın askersizleştirileceğinin akılda tutulacağı” hatırlatılmaktadır. Birliklerin sayısında büyük çaplı indirim yapılmakla kalınmıyor, “adadan tümüyle çekilmesinin en geç 2010 yılından sonra 3 yıllık sürelerle gözden geçirileceği” kaydedilmektedir.
Soydaşlarımızı koruma amaçlı olduğu söylenen ve geçici derogasyonları düzenleyen AB uyum senedinde de, Ada’nın askersizleştirileceği ilkesi yer almaktadır. Bu, konuyla ilgili görüşmelere BM’nin yanı sıra AB’de taraf olacaktır. Çünkü artık Kıbrıs AB toprağı sayılacaktır. Askersizleştirme ilkesi ve Avrupa Parlamentosu’nun, Türk askeri ile ilgili olarak aldığı sayısız “işgalci” kararı hatırlandığında, AB’nin bu konudaki tavrı şimdiden bellidir. Kısacası Ada’daki askeri varlığımız en geç 2013 yılında sona erdirilecektir. Genelkurmay Başkanı Sn. Özkök’ün söylediği gibi Türkiye istemedikçe askerlerimizin Ada’dan çıkmayacağı görüşü de doğru değildir. Çünkü anlaşmada tarafların görüşünün dikkate alınacağına ilişkin bir kayıt bulunmamaktadır.
Garanti ve ittifak antlaşmaları ile Türkiye’ye verilen görev, halkı değil, devleti korumaktır. Genelkurmay Başkanı Sn.Özkök, yeni düzenlemenin 1960’tan ileri olduğunu ifade ederken, sadece birleşik değil, kurucu devletleri de koruyacağımızı söylemiştir ancak 1960’ta kurucu devletler diye bir yapılanma bulunmadığı hatırlanmalıdır. Dışişleri Bakanı Sn. Gül de, Güney’e bile müdahale hakkı aldığımızı iddia etmektedir. Bu şartlarda değil Güney, Kuzey’e müdahale hakkımız olduğundan söz edebilir miyiz?
Annan Planı eklerinde yer alan deniz yetki alanlarına ilişkin yasaya göre, Türk gemilerinin Kıbrıs karasularından geçmek için izin alacağı ortaya çıkmış, Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin bu konudaki itirazının BM’ye iletildiğini açıklamıştır. Bu itirazın dikkate alınıp, alınmayacağı meçhuldür. Oysa İngiltere Ada’daki üsleriyle ilgili bir harita çizmiş, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin burada belirtilen sular üzerinde hak iddia edemeyeceğini Kurucu Antlaşmaya ek bir protokolle güvence altına almıştır. Aynı protokolle İngiltere’nin “tam ve engelsiz ulaşım hakkı” ile “enerji kabloları veya boru hatlarına ulaşma hakkı” da detaylı şekilde belirlenmiştir. İngiltere, bu konularla ilgili olarak, “Bu Protokol’ün yorumlanması veya uygulanması ile ilgili herhangi bir uyuşmazlık, istişare ile halledilecek ve herhangi bir uluslararası mahkeme veya üçüncü tarafa başvurulmayacaktır.” şeklinde kesin şart koydurmayı da ihmal etmemiştir.
TÜRKİYE’NİN DOĞRUDAN MÜDAHALE HAKKI VAR MI?
Hayır, çünkü 1960 Garanti Antlaşması’nın 4.maddesi, garantör ülkelerin teşebbüs ve tedbir için istişaresini öngörmüş, “Ortaklaşa harekete geçmek mümkün olmuyorsa, garanti eden devletten her birisi, bu antlaşma ile yaratılan düzeni yeniden kurmak münhasır amacı ile harekete geçme, müdahale etme hakkını saklı tutarlar.” demiştir. Annan Planı ile yapılan ve yukarıda izah edilen düzenlemeler bu hükmü tümüyle geçersiz kılmıştır. Müdahale ancak BM Barış Gücü’ne müracaat, konunun BM Güvenlik Konseyi’ne götürülmesi ve buradan karar çıkması ile mümkün olabilecektir. Kısacası 1960’da bizde olan müdahaleye karar verme yetkisi BM’ye devredilmiştir. Bu durumda Türklere herhangi bir saldırı olduğunda ve devlet yönetiminden, 1963’te olduğu gibi dışlandıklarında, birleşik devletten ayrılma ya da Türkiye ile bütünleşme yoluna gidecek olurlarsa, buna öncelikle Türk askeri mani olacaktır. Çünkü garantörlük yetkisi bu amaç için verilmiştir. Buna rağmen, Türkiye ve Kıbrıs Türkleri için hayati önemde olan derogasyonlar konusunda hiçbir adım atılmaz ve AB’nin sözlü teminatlarına bel bağlanırken, Rum kesiminde AKEL Partisi, Ada’da kalacak Türk askeri için ABD ile pazarlığa girişmiş, bunun sonucunda referandumdan sonraya bırakılan BM Güvenlik Konseyi kararının daha önce çıkarılmasını talep etmiştir. Şimdilik kabul edilmese de AKEL’in isteklerinden birisi, anlaşmanın ihlal edilmesi halinde BM Sözleşmesi’nin 7. bölümünün 41. ve 42. maddelerinin işletilmesi olmuştur. Bu maddelere göre BM, anlaşmayı ihlal eden ülkeyle ilk aşamada diplomatik ve ekonomik ilişkilerini kesiyor, ikinci aşamada da hava, deniz ve karadan ablukaya alıyor. Bu yaptırımlardan sonuç alınmazsa BM, ihlal eden ülkeye karşı askeri müdahaleyi öngörüyor. Tüm bu gelişmeler, Ada’daki askeri varlığımızın ve zaten yetersiz olan düzenlemelerin ne kadar pamuk ipliğine bağlı olduğunu ortaya koymaktadır.
ADA’DAKİ ASKERİMİZ TÜRKLERİ KORUYABİLECEK Mİ ?
Anlaşma’ya göre, Ada’daki askerin fonksiyonu; “kamp içi ve askeri bölgelerde eğitim, silah ve teçhizat bakımı, tören ve resmi geçitler ve belirlenen alanlarda eğitimlerini içeren rutin barış dönemi faaliyetleri” olacaktır. Polis de sadece asayişten sorumludur. Güvenliği sağlama yetkisi ise tümüyle, olağanüstü güçlerle donatılmış, adeta işgal ordusu statüsünde çalışacak BM Barış Gücü’ne devredilmiştir. Kısacası antlaşmalar aynen muhafaza edilmemekte, aksine tam ve etkin garantörlüğümüz engellenmektedir. Yani Genelkurmay Başkanı Sn. Özkök’ün dediği gibi, “Soydaşlarımızı Türk askeri, polisi ve BM Barış gücü” değil sadece BM Gücü koruyacaktır. Sn. Özkök, Ada’da bulundurulacak silahların tonajının artırıldığını belirtmiştir ancak sadece tankların tonajı 50’den 55 tona kadar çıkarılmış, tankların veya diğer silahların sayı ve kapasitelerinde herhangi bir değişikliğe gidilmemiştir. Oysa Ada’dan çıkarılması istenen silahların listesinin tümüyle Türk askerinin elindeki silahlara göre ayarlandığı bilinmektedir.
TÜRKİYE EN ZİYADE MÜSAADEYE MAZHAR ÜLKE Mİ?
1960 antlaşmalarına göre, Kıbrıs’ta Türk-Yunan dengesini korumak için her iki ülkenin “en ziyade müsaadeye mazhar ülke” oldukları belirtilmiş, bu sebeple Kıbrıs’ın her iki ülkenin üye olmadığı herhangi uluslararası bir birliğe katılması yasaklanmıştır. Ancak Genelkurmay Başkanı Sn. Özkök’ün de vurguladığı gibi Garanti Antlaşması’nın bu hükmüne rağmen AB, Kıbrıs’ı üyeliğe almıştır. İşte bunun neticesindedir ki, Türkiye Kıbrıs konusunda bugünkü büyük kapana kıstırılmıştır. Böylesine sağlam uluslararası antlaşmaları ayaklar altına alanların, ek protokoller veya uyum senetlerine bağlı kalıp, Yunanistan ve Kıbrıs’ın üye olduğu AB içinde Türkiye’ye “en ziyade müsaadeye mazhar ülke” muamelesinde bulunmalarını beklemek aşırı iyimserlik değil midir? Nitekim, Türk kurucu devletinin Türkiye ile ilişkilerinin aynen devam edeceği söylense de Annan Planı’na göre, Türk kesimi dış ilişkilerinde tümüyle Federal Devlete bağlı olacak, buranın onayı ve iznini almadan herhangi bir anlaşma yapamayacaktır. Ticari ve kültürel anlaşmalar yapabileceği öne sürülüyor ancak yine Federal Dışişleri üzerinden ve AB’nin şartlarına uyması kaydıyla buna izin verilecektir. Buna karşılık Rum devleti, AB içerisinde Yunanistan’la istediği siyasi veya ticari birlikteliği sağlayacaktır. Planın ilk sonucu da Yunan vatandaşları Kıbrıs’a vizesiz gidebilirken, milletvekilleri de dahil Türklere bundan sonra vize uygulanacak olmasıdır. Bu gerçekler ortadayken, Türkiye’nin çıkarlarının korunduğunu ve Türk-Yunan dengesine dikkat edildiğini söylemek mümkün müdür?
ANTLAŞMALARIN ÖMRÜ KAÇ YIL?
Annan Planındaki hükümlerin, anlaşmaların ve yapılan protokollerin kalıcı ve bağlayıcı olduğu söylenmektedir. Burada Türkiye açısından en önemli husus Garanti ve İttifak anlaşmaları ile geçici istisnaları düzenleyen AB uyum senedidir. Ancak planda dikkatlerden kaçmaması gereken ve belki de tüm anlaşmaları geçersiz kılacak önemde bir düzenleme yer almaktadır.
Kıbrıs Anayasasının, kuruluş anlaşmasına ek antlaşmaların nasıl değiştirileceğini düzenleyen 48. maddesine göre, anlaşmanın yürürlüğe girmesinden sonra ilk iki yıl içinde Rum veya Türk devleti herhangi bir anlaşmanın tümüne ya da bunlara konan çekince veya beyana, Kuruluş Anlaşmasına aykırılığı sebebiyle itiraz edebilecektir. Kuruluş anlaşmasına aykırılığın izahı ise bir dip notla, “Avrupa Birliğine üyelikten doğabilecek zorunluluklar” şeklinde açıklanmıştır. Rum devletinin böylesi geniş kapsamlı bir gerekçeyi dayanak yaparak, öncelikle Garanti ve İttifak Antlaşmaları ile AB uyum senedine itiraz edeceği kesindir. Böyle bir itiraz karşısında nasıl bir prosedür izleneceğine bakarsak; İtiraz Bakanlar Kurulu veya Başkanlık Konseyi’ne yapılacak, iki hafta içinde da karar bağlanacak. Karar alınamaması halinde ise konu Yüksek Mahkemeye sevkedilecek. Anlaşmanın tümü kuruluş anlaşmasına aykırı bulunursa, Kıbrıs Devleti bunu hemen feshedecek veya sona erdirecektir. Bazı maddelerinin aykırı görülmesi durumunda yine Kıbrıs Devleti bunu tek taraflı değiştirebilecek, muhatap devlet veya devletlerin karşı çıkması halinde de tümüyle feshi yoluna gidebilecektir.
Plan ekinde yer alan “Kıbrıs’ın Türkiye ve Yunanistan’la yaptığı diğer anlaşmalar” başlığı altındaki bir diğer düzenleme ile ise “Kıbrıs Cumhuriyeti’ne, devleti bağlayan antlaşmalardan birinin değiştirilerek, sadece bir kurucu devletin topraklarında uygulanmasını” isteme hakkı verilmiştir. Böyle bir talep karşısında “Yunanistan ve Türkiye’nin, Anayasa’da yer alan (talepleri geri çevirme haklarını kullanmamayı) kabul ettikleri” de hüküm altına alınmıştır.
Bu ek ve Anayasa’nın kuruluş anlaşmalarının değiştirilmesini düzenleyen maddesi birlikte düşünüldüğünde, Kıbrıs Federal Devletine, tüm antlaşmaları en geç 2 yıl içinde tek taraflı değiştirme veya feshetme, Türk kurucu devletine ilişkin özel düzenlemeler yapma gibi sınırsız ve çok tehlikeli yetkiler verildiği, Türkiye’nin bunlara itiraz hakkının da ortadan kaldırıldığı görülecektir.
Garanti ve İttifak Antlaşmaları Geçerli mi başlıklı bölümde, İngiltere’nin Ada’daki üsleri ile ilgili düzenlemeyi ve bazı haklarını nasıl kesin kayıt altına aldığını ve şerh koyduğunu belirtmiştik. Bunun, bu anlattığımız tehlikeye karşı bir tedbir olduğu anlaşılmaktadır.
Rum Hükümet ortağı AKEL, son dakika atağı ile BM’den güvence istemiştir. Sözkonusu güvence talebi, planının içeriğinin tam anlamıyla korunarak, uygulanmasının garanti altına alınmasını amaçlamaktadır. Bu da aslında Rumların plandan memnun olduklarını ancak uygulamada Türkiye ve Türk tarafının kabul edemeyeceği düzenlemelere geçildiğinde gösterilecek muhtemel tepkilerden endişe duyduklarını ve böylesi bir tepkiyi şimdiden etkisiz kılmak istediklerini göstermektedir.
ANNAN PLANI 1974 BARIŞ HAREKATI’NA NASIL BAKIYOR?
Gerek kurucu anlaşma, gerekse de yeni devletin Anayasasında köy ve belediyelerin sınırları, mal-mülk iadesi vs. düzenlemelerinin tümü 1964-1974 dönemi esas alınarak yapılmıştır. Bu 1974 Barış Harekatı ve sonrasının tümüyle reddi anlamına geldiği gibi sözkonusu metinlerin birçok yerinde “işgal” ifadesi kullanılmıştır. En önemlisi de bu anlaşmaya göre Türkiye, Kıbrıs sebebiyle uluslararası anlaşmalara yaptığı deklarasyon veya şerhleri geri çekecektir. Bu başta TBMM deklarasyonları olmak üzere Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili tüm politikalarının reddinden başka bir şey değildir. Anlaşma ve Anayasa’nın tümüyle “askersizleştirme” temeline oturtulması ve Türk askeri varlığı alabildiğine azaltılmasına rağmen, Rum kesiminin, gösterdiği tahammülsüzlük 1974 hesaplaşmasının yapılmak istendiğinin en açık delilidir. Burada en acı olan ise sanki 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Türkler yıkmış, tüm katliamları Türkler ve Türk askeri yapmış gibi, Rum tarafının Türkiye’den güvence istemesi, Dışişleri Bakanı Sn.Abdullah Gül’ün de, “Biz tüm vaatlerimizi yerine getireceğiz. Bir şey imzalarsan, uygulamak zorundasın. Türkiye de, Yunanistan da İngiltere de, garantör ülkeler. Hiç askeri bir ihtilal olabilir mi? O dönemler kapanmıştır” diyerek, bu güvenceyi vermesidir. Böylesi bir yaklaşım, 1974 Barış Harekatı’nın “işgal” olduğu iddialarının fiili kabulü değil midir?
AB UYUM SENEDİ’NİN BAĞLAYICILIĞI VAR MI?
Kıbrıs Türklerini korumak için Kuzey’e dönecek Rumların mal-mülk alımı, yerleşim, seçme ve seçilme haklarına bazı sınırlamalar getirildiği ve bunların teminat altına alındığı söylenmektedir. Halbuki bu sınırlamalar AB mevzuatına aykırıdır, bu sebeple değiştirilemez hukuk kuralı haline getirilmesi için “birincil hukuk” yapılması gerekmektedir. Bunun yolu ise AB ülkesi parlamentolarında tek tek kabul edilmesidir. Aksi halde Rumlar, Adalet Divanı ve AİHM’e başvurarak, anlaşmanın sözkonusu hükümlerini iptal ettirebilecekler, böylece anlaşma neredeyse yürürlüğe girmeden ortadan kalkacaktır. Ancak AB’nin böyle bir yola gitmeyeceği ortaya çıkmıştır. Bu şartlar altında uyum senedi üçüncül hukuk niteliğindedir ve hiçbir bağlayıcılığı yoktur. Kaldı ki, verildiği iddia edilen istisnalar, sözkonusu senedin bir başka maddesinde geri alınmaktadır. Örneğin daha önceki plana eklenen uyum senedinde, Türk kesiminde en az üç yıl ikamet etmemiş olanların taşınmaz mal alımı kesinlikle yasaklanmışken, İsviçre’de kabul edilen planın ekindeki uyum senedine göre 20 yıl veya Türk kesimindeki gayri safi yerli hasıla Rum kesimindeki gayri safi yerli hasılanın %85’ine ulaşana kadar mal alım yasaklanacaktır. Ancak referanduma 3 gün kala, Avrupa Birliği Konseyi’ne sunulmak üzere hazırlanan uyum senedinde bu süre 15 seneye indirilmiştir. Tüm bunlardan önemlisi AB Komisyonu’nun taşınmaz mal alımı ile ilgili hükümlerinin uygulanması konusunda her 5 yılda bir Avrupa Parlamentosu ve Konseyine rapor vermesinin kararlaştırılmasıdır. Komisyon, o tarihte durumun uygun olduğuna kanaat getirirse bu kısıtlamaların tümü veya bir bölümünün kaldırmasını tavsiye edebilecek. Yani 15 yıl veya yüzde 85 gayrı safi milli hasıla dahi göstermeliktir. Kısıtlamaların ömrü topu topu 5 yıldır. AB uyum senedinde diğer AB üyesi ülkelerin vatandaşlarının bu kısıtlamalara tabi olup, olmadıklarına ilişkin bir hüküm bulunmamaktadır. Bu durumda özellikle de Yunanlıların Kuzey Kıbrıs’ta mal-mülk edinmeleri nasıl engellenecektir?
KUZEY’E GELECEK RUMLARIN SAYISI NEDİR?
Eski planda Kuzeye geçecek Rumların oranı, Türk nüfusunun yüzde 21’i iken, oran 18’e indirilmiş, sayı olarak da 42 binden, 36 bine çekilmiştir. Ancak 65 yaşını geçen Rumlara birer refakatçi ile birlikte Kuzeye yerleşme hakkı verilmektedir. Bu da ortalama 40 bin kişi demektir. Karpaz’a gelecek 20 bin Rum’la, genel toplam, 100 bine yaklaşmaktadır. Klerides ve İngiliz raporlarına göre, bu rakam 120 bindir. Anavatana dönecek olan Türkiye kökenlilerin sayısını da düşecek olursak, Kuzey’deki Türk ve Rum sayısı birbirine çok yaklaşacaktır. Böylece iki kesimlilik fiilen ve tamamen ortadan kalkacaktır. Bu rakamlara, Maronitler, kuzeye yerleşme hakkı verilen kilise ve vakıfların personeli de eklendiğinde gerçek tablo daha da netleşecektir.
TÜRK KESİMİNİN EGEMENLİĞİ VE SİYASİ EŞİTLİĞİ SAĞLANMIŞ MIDIR?
Bu konuda Mart 2003’de Lahey’de reddettiğimiz 3. plan ile referanduma sunulan plan arasında bir fark yoktur yani hiçbir iyileştirme yapılmamıştır. Rum Cumhuriyeti’nin Anayasası ve yasaları ile yaptığı bütün anlaşmalar, yeni Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’ne ait sayılarak üniter devlet yapısı oluşturulmaktadır. KKTC de bu yapıya monte edilmektedir. Merkezi devlette, Bakan müsteşarlarının tamamı, veto yetkisine haiz Rumlardan atanacaktır. Kuzeye yerleşen Rumlar, seçme ve seçilme hakkına sahip olacaklarından, Türk iç devletinin bütün organlarında görev alabilmekte ve yönetime ortak yapılmaktadır. Ayrıca Temsilciler Meclisi’ne Türk tarafının milletvekili olarak seçilebilmektedirler. Azınlık olarak kabul edilen Maronitler, Ermeniler ve Latinler’e Senato, Temsilciler Meclisi ve iç devletin Meclisinde birer temsilci verilmektedir. Türk kesiminde bulunan Maronitlerin yanısıra diğer azınlık temsilcilerinin de Türk kotası içinde yer alması halinde Senato’daki 24-24 dengesinin Türk tarafı aleyhine bozulacağı açıktır. Bunun neticesinde ise hem merkezi devlette, hem de Türk iç devletinde hakimiyet tümüyle Rumlar+azınlıkların eline geçecektir.
1960 Anayasasında yer alan veto hakkının verilmemiş olması ve kararların basit çoğunlukla alınabilmesi sebebiyle, Federal Parlamento’da da Rum kesiminin istemediği hiçbir kanun çıkamayacak, kararların alınması için Türk kesiminden bir temsilcinin onay vermesi yeterli olacaktır. KKTC toplumunda bugün yaşanan büyük bölünme dikkate alındığında, Rumların yandaş bulmakta zorlanmayacakları ortadadır. Rumların ağırlıkta olduğu Federal Birleşik Kıbrıs Devleti, Adanın bütün karasularına, kıta sahanlığına hava sahasına,(İngiliz üsleri hariç) ve su kaynaklarına egemen olmaktadır. Tarım ve balıkçılık alanı ise ortak kullanıma bırakılmaktadır. Türk kurucu devletinin yetkisi asayiş ve adli işlerden öteye gitmemektedir. Üstelik bu organların tamamında, kuzeyde vatandaşlık hakkı kazanan Rumlar da görev alacağından seçimli organlarda olduğu gibi idari yapıda da karma bir yönetim ortaya çıkacaktır. Bu şartlarda Kıbrıs’ın siyasi ve idari fotoğrafı, kuzeyde Türk-Rum devleti, güneyde saf Rum devleti, merkezde ise Rum hakimiyetinde Federal Devlet şeklinde olacaktır.
SINIRLAR NASIL BELİRLENMİŞTİR?
Sınırlar öylesine girintili-çıkıntılı çizilmiştir ki Klerides, Rum Devletinin sınırlarının Türk kesiminin sonuna kadar uzandığını söylemektedir. Başbakan Sn. Erdoğan ise, “Bizden önce verilmiş, biz bir gram toprak vermedik.” demektedir ki, bu Bektaşi’nin cümlenin bir bölümünü söyleyip, devamını getirmemesi gibidir. Türkiye’nin başından beri sınırların düz bir çizgi halinde belirlenmesini, Rumların Türklerin içine girmesinin engellenerek iki kesimliliğin tam olarak sağlanmasını, verimli toprakların korunmasını, geçmişte Makarios-Denktaş ve Kipriyanu-Denktaş arasında yapılan anlaşmalar temelinde iki bölgelilik ile toplu mal-mülk takasının esas alınmasını savunduğu bilinmektedir. Bu şartlarda verilen toprakla, şimdi yapılan düzenleme ile verilen toprağın miktarının aynı olduğunu söylemenin bir anlamı var mıdır? Eski oranların korunduğu doğrudur ancak su kaynakları ve en verimli topraklar Rumlara verilmiş, kuzeydeki Rumların sayısı Türklerle başa baş gelecek kadar iki kesimlilik ortadan kaldırılmış, bunun sonucunda da adeta sınır kalmamıştır. Kaldı ki, bu sembolik sınırlar bile kesin değildir. Plana göre mevcut çizgiler, topoğrafik, mezarlıklar ve önceden varolan patikalar gibi nedenlerden değiştirilebilecektir.
Daha önce beğenmediğimiz ve düzelttirdiğimizi iddia ettiğimiz planda Rumlara verilecek yerlerin idaresinin 3 yıl Türklerde kalması, devrin 90 gün içinde başlaması öngörülmüştü. Şimdi ise devredilecek toprakların mülkiyeti referandumdan hemen sonra Rumlara geçecektir. Yine önceki planlarda Rumlara verilecek köy sayısı 52 iken,bu 65’e çıkarılmıştır. Böylece ilk etapta 48 bin 950 Türk göçmen durumuna düşecektir. Üstelik de Türklerin buraları terk etmesi hızlandırılmıştır. Bunların lehimize olduğunu ve 1 gram toprak vermediğimizi söylemek mümkün müdür?
KARPAZ’IN STATÜSÜ NEDİR?
KKTC ve Türkiye için büyük önem taşıyan Karpaz, özel statülü bir konuma getirilmiştir. Hükümetin Annan Planı’nı övmek için hazırladığı kitapçıkta da itiraf edildiği gibi “Türk tarafının muhalefetine rağmen Karpaz Rumlarının mülkiyet hakkı tam olarak” tanınmıştır. Ancak sadece mülkiyet değil, sınırsız geri dönüş ve ikamet hakkı da verilmiştir. Görüldüğü gibi Karpaz’daki durum, hükümetin hazırladığı kitapçıktaki yetersiz ifadeyi dahi unutan Dışişleri Bakanı Sn. Gül’ün söylediği gibi “Bir kilise veya Hıristiyanlar için önemli olan yerleri Rumlara bırakmaktan” ibaret değildir. Oysa Başbakan Sn. Erdoğan da, Annan Planı’nın ilk versiyonunda, Karpaz’ın özel statüde olması üzerine, “Karpaz burnunda Rum kantonu öngörüyorlar. Bu olacak iş değil. Bir kere Karpaz’ın güneyle ne ilgisi var? Öte yandan Kuzey Kıbrıs, Türkiye ve Türkiye’nin güvenliği için de çok önemli, stratejik değer taşıyor. Ben bu haritalar olmaz diye açık biçimde söyledim. (Milliyet 18 Aralık 2002)” demişti. Planda hiçbir ciddi değişiklik yapılmadığının bir başka göstergesi de işte budur. Başbakan Sn. Erdoğan’ın İsviçre Zirvesi’nde, derogasyonların kalıcı olması karşılığında Karpaz’ı teklif ettiği de hatırlanmalıdır. Türkiye’nin güvenliği için çok önemli ve stratejik değerde olduğu halde pazarlık konusu yapılabilen Karpaz, sonuçta özel statülü bir konuma getirilmiş, karşılığında derogasyonların kalıcılığı dahi sağlanamamıştır. Üstelik İsviçre Zirvesi’nde sunulan AB Uyum Senedi’nde yer almamasına rağmen, AB Konseyi’ne sunulmak için daha sonra hazırlanan uyum senedinde, “Derogasyonların kalıcı olmadığı” özellikle vurgulanmıştır. Karpaz benzeri bir statü Maronit’lerin oturduğu köyler için de geçerli kılınmıştır.
MAL-MÜLK İADESİ NASIL OLACAKTIR?
Türk kesiminde malı olan Rumlar için daha önceki planlarda, tüm Türk devleti toplamının yüzde 10’u, belediye ve köy alanlarının ise yüzde 20’sinden fazla iade yapılmaması, öncelikle ikametgahlar, sonra arazi taleplerinin ele alınması, en yaşlı Rum’dan başlayarak, belirtilen orana varana kadar iadenin yapılması kararlaştırılmıştı. Şimdi ise herkesin malının üçte biri verilecek, kalanlar da tazminat, bono vs ile ödenecektir. Planın daha önceki versiyonlarında iadeye tabi malların şimdiki kullanıcılarına yani Türklere satılması, takas edilmesi veya kiralanması imkanı verilmiş ve bunun için mal sahiplerine geniş teşvikler öngörülmüşken, yeni planda sadece o da 100 dönümden fazla olan malların kiraya verilmesine izin verilmiştir. Bu, malların ne olursa olsun Türklerden alınıp, Rumların eline geçmesini sağlamaktan başka bir şey değildir.
AHİM’DEKİ DAVALAR İPTAL EDİLECEK Mİ?
Rumların, Kuzey’deki mal-mülklerine dönemedikleri için uğradıkları zararın karşılanması talebiyle geçmişte (Louzidu gibi) Türkiye aleyhine AİHM’e açtığı davaların geri çekileceği, bunun için Avrupa Konseyi’ne mektup yazılacağı açıklanmıştır. Ancak Kurucu Anlaşma’da, iç hukuk yollarının bundan sonraki davalarda sözkonusu olacağı açıkça belirtilmiştir. Buradan da açıkça görülmektedir ki, bundan önce açılan davaların muhatabı yine Türkiye olacaktır. Kaldı ki, yeni kurulan bir devletin geçmişteki davalardan sorumlu tutulması mümkün olmadığından, davaların geri çekileceği ve Türkiye’nin milyonlarca dolarlık tazminattan kurtulacağı iddiaları büyük bir aldatmacadır.
HALA SULTAN TEKKESİ MESELESİ NEDİR?
Dışişleri Bakanı Sn. Gül, Karpaz’da Hıristiyanlar için önemli olan yerleri Rumlara bıraktıklarını, buna karşılık Hala Sultan Türbesi ve 44 dönüm araziyi aldıklarını, bunun için de KKTC Başbakanı Mehmet Ali Talat’ın çok bastırdığını söylüyor. Gerçek şudur; Planın ilk versiyonlarında da bu türbe ile karşılığı olarak gösterilen Manastır zaten yer almıştı. Bugün kabul edilen anlaşma ile sadece sınırları belirlenmiştir. Hala Sultan Türbesi için (cami,mescit, bahçe alanı ve bitişiğindeki Müslüman mezarlığı sebebiyle) 45 dönümlük bir alan tespit edilmiştir. Buna karşılık Apostolos Andreas Manastırı için (bina komplekslerini çevreleyen eşekler için yapılan tel örgü alanı dahil) 165 dönüm verilmiştir.
KKTC EKONOMİSİ NASIL ETKİLENECEK?
Mevcut şartlarda KKTC’nin AB’ye uyumu için 7 yıla ihtiyaç olduğu söylenmektedir. Annan Planı ile kurulacak yeni düzen, bu tablonun dahi aranmasına yol açacaktır. Yapılan hesaplamalara göre, su kaynaklarının yüzde 79’u, verimli toprakların yüzde 72’si Rumlara bırakılacaktır. Bunun sonucunda, narenciye üretiminin yüzde 67’si, patates üretiminin yüzde 75’i kaybedilecektir. Kamu sektöründe çalışanların 10’da 7’si işten çıkarılacak, 1500’e yakın işyeri kapatılacak ve çalışan nüfusun yüzde 17’si işsiz kalacak, mali müesseseler, inşaat, sağlık, eğitim, ulaştırma ve diğer sektörlerden 600 civarında işyeri Rumlara terk edilecektir. Yine 442 ticarethane, 188 otel ve lokanta Rumlara bırakılacaktır. Tüm bunların milli gelirde yol açacağı kaybın toplamı ise yaklaşık 400 milyon doları bulacaktır. KKTC’nin gayrı safi milli hasılasının 750 milyon dolar olduğu düşünülürse, ekonominin nasıl bir yok oluşa sürükleneceği ortadadır.
KKTC’nin, 1974 sonrasında mal-mülk veya bağ-bahçe için vatandaşlara verdiği koçanların (tapu)tümünün iptal edileceği de düşünüldüğünde Ada’da yaşama imkanlarının neredeyse tümüyle ortadan kalkacağı görülecektir. Böyle bir tablonun da, Türkiye’den gidenler dahil, halkın kitleler halinde göçüne yol açacağı açıktır. Planın ana amacının da bu olduğunu düşünmek mümkündür.
Tüm bunlara karşılık AB’nin KKTC’ye ekonomik yardımda bulunacağı söylenmektedir. Bahse konu rakam 2004-2006 yılları için 206 milyon euro olarak açıklanmıştı. Bu rakam, İsviçre’deki görüşmelerde sunulan AB uyum senedinde de yer almıştı. Ancak AB Konseyi’ne sunulacak uyum senedinde bu yardımdan hiç söz edilmemiştir.
ÖNCEKİ BORÇLARI KİM ÜSTLENECEK?
KKTC’nin Türkiye’ye borçları dışında dış borcu hiç yoktur. Ancak Rum kesiminin 15 milyar dolarlık dış borcu olduğundan söz edilmektedir. Plana göre, silahlanma ve anavatanlara olan borçlar hariç tüm borçlar Ortak Devlet tarafından üstlenilecektir ki, Türkler yüklü miktarda borç altına girmek zorunda kalacaktır. Ayrıca Rum kesimi, AB’ye tek başına üye olduğu takdirde ekonomik durumunun iyi olması sebebiyle Birliğe katkı payı ödeyecektir. Türk kesimiyle birlikte üyelik gerçekleştiği takdirde ise Kuzey’in ekonomik durumu sebebiyle Rum kesimi bu katkı payını ödemekten kurtulacak, üstelik ortak devlet AB’den milyonlarca Euro fon alacaktır. Bu fonlardan Kuzey’in tam anlamıyla yararlanıp, yararlanamayacağı meçhuldür. Çünkü Annan Planı’nda yer alan hükme göre, bir parça devlet AB ile ilgili olarak kendi yetki alanına giren mükellefiyetlerini yerine getirmediği takdirde yetki ortak devlete geçecektir. Ortak devlette eşitliğin zamanla nasıl bozulacağı dikkate alındığında, ayrıca AB’nin Türkiye’ye fonları kullandırmamak için nasıl engeller çıkardığı hatırlandığında, Kıbrıs Türklerini nelerin beklediği daha iyi görülecektir. Bu arada 23 yıllık AB üyesi Yunanistan’ın AB’nin fon ve kaynaklarından aldığı yardımlardan, 23 yıl boyunca Batı Trakya Türkleri için kullandığı miktarın 1 yıllık hisseleri kadar bile olmadığı gerçeği Kıbrıs Türkleri için en somut örnektir.
BU SİSTEM YÜRÜR MÜ?
Annan Planı ile öngörülen düzen öylesine teknik, karmaşık ve zorlama yöntemlere dayandırılmıştır ki, bu sistemin başarılı olması mümkün değildir. Bundan da önemlisi tüm kilit noktalarda ve kararlarda, Kıbrıslılar dışındakilerin belirleyici konuma gelmesidir. Kıbrıs adeta bir manda rejimine tabi tutulmaktadır. Bunun en somut göstergesi de çok sayıda komisyon, kurul veya komite oluşturulması ve bunların her birinde kararlarda son sözü söyleyecek olan Kıbrıs dışından en az bir üyenin bulunmasıdır. En temel meselelere bakacak olacak Merkez Bankası, Uzlaşma Komisyonu, Sınır Komitesi, Yeniden Yerleştirme Kurulu, Tazminat Bürosu, Mülkiyet Kurulu, Gayrimenkul Mahkemesi ve Yüksek Mahkeme başta olmak üzere tüm kuruluşlar aynı şekilde yapılandırılmıştır. Söz konusu kurulların tamamında kararlar oy çokluğu ile alınacaktır. Bu durumda, geçmişte yaşananlar da dikkate alındığında Türkler lehine kararı çıkmasını beklemek ne derece gerçekçi olacaktır? Özellikle Gayrımenkul Mahkemesi ile ilgili düzenleme çok dikkat çekicidir. Mülkiyet Kurulu bünyesinde bulunan Talep Paneli’nin kararlarını denetleyecek olan Gayrimenkul Mahkemesinin kararları Yüksek Mahkeme hariç hiçbir şekilde temyize veya itiraza konu olamayacaktır. Bu kaydı, Türklerin AİHM veya Adalet Divanı’na müracaatlarının engellenmesi şeklinde yorumlamak mümkündür.
KİM KAZANDI, KİM KAYBETTİ?
Hükümet “zaferden” bahsetmektedir. Gerçekten böyle midir? Önce şu gerçekleri hatırlayalım; Rum kesimi 1990 yılında AB’ye üyelik başvurusunu yaptığında Klerides, “AB’ye girildiğinde, 1960 Garanti Antlaşmasının bir Avrupa ülkesine karşı pratikte işlemeyeceğini, iki kesimlilik ve global mal, mülk değişimi dahil Kıbrıs Türklerinin muhtemel bir anlaşma ile elde edecekleri hak ve güvencelerin AB normlarına göre geçersiz addedileceğini, tüm Rum göçmenlerin kuzeye geri döneceklerini, bu sayede Yunanlılığın Kıbrıs’ta son hedefine ulaşmış olacağını” söylemiştir. Bugün dayatılan plan kapsamında “istisnai hükümlerin geçirsizliğini, Garanti Antlaşması’nın içinin boşaltılmasını” tartışmıyor muyuz? Yunanistan Başbakanı Karamanlis’in, referanduma 9 gün kala Rum halkına yaptığı “Plan içindeki zorluklar, Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin üyesi olacağı AB normları çerçevesinde giderilecek.” şeklindeki çağrı, Klerides’in 1990’daki sözlerinden farklı mıdır?
Rum Ulusal Konseyi’nin 1989’da aldığı, bağlayıcı ve hala geçerli olan karara göre, çözüm için şartlar, “Tek egemenlik, tek devlet, tüm Rum göçmenlerinin mallarına geri dönmesi, tüm Türk askerlerinin ve tüm Türk yerleşiklerin geri gönderilmesi, Türkiye’nin garantörlüğünün kaldırılması.” olarak belirlenmiştir. Annan Planı ilk ortaya çıktığında Rum Liderlerden Klerides, “Türk askerinin adadan çekilmesini ve Rum göçmenlerin eski yerlerine dönüş hakkının tanınmasını istiyorduk. Annan planı bize bunları veriyor”, Vasiliyu da “Annan planı bize istediğimiz her şeyi veriyor” demişlerdir. Klerides’in, “Türk kesiminin egemenliği, eşitliği tanınmıyor, biz yeni bir ortaklık kurmuyoruz. Yeni bir Kıbrıs da yaratmıyoruz. Sadece Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Anayasasının yenilenmesi söz konusudur.” değerlendirmesi de unutulmamalıdır. İsviçre Zirvesi’nden sonra da Rum Lider Papadopulos da, “Haklarımızı feda etmeme teminatını yerine getirdim.” açıklamasını yapmıştır. Rumların en ünlü hukukçularından, Annan Planı’nın hazırlanmasında görev aldığı bilinen Alekos Markidis,”..Annan Planından çok daha iyi bir çözümün gelmesi mümkün değildir.” dedikten sonra, “Rumlar lehine daha fazla değişikliklerin yapıldığını, Denktaş’ın eş başkanlığının ortadan kaldırıldığını, yerlerine dönen Rumların daha fazla mülk alabileceklerini, Türk askerinin büyük çapta Adayı terk edeceğini, Merkez Bankası ve ekonominin yönetiminin Rumlara geçtiğini, yerleşim hakkının 14. yılda yüzde 21’den yüzde 18’e düşmekle birlikte 19. yılda yüzde 33.5’a yükseldiğini” söylemiş ve Rumların plana evet demelerini istemiştir. Rum Politis Gazetesi ise, “Tüm Rum siyasilerin inanmadan da olsa 1974’ten beri söylediği bütün göçmenler evlerine sloganı, Annan planının uygulamaya konulmasıyla 3 yıl içinde gerçek olacak. İsteyen Rum geri dönüp Kıbrıs Türk devletçiğinde daimi ikamet edebilecek.” diye yazmıştır. İngilizlerin hazırladığı raporda da, “Rum göçmenlerinin yarıdan fazlası (120 bin) geri dönüyor, tazminatlar konusu iyileştirildi, Türkiye’den göçe etkin koruma getirildi, toprak yüzde 64’ten yüzde 72’ye yükseldi, Türk askerinin sayısı azaltılacak, toprak alımlarındaki sınırlamanın bitiş tarihi var, hemen hemen tüm federal yasalar Kıbrıs Rum tarafınca hazırlandı.” denmiştir. Bu gerçekler kimin kazandığını tüm açıklığı ile ortaya koymuyor mu?
RUM KESİMİNDEKİ “HAYIR”CILARIN GEREKÇESİ NEDİR?
Öncelikle daha fazla taviz için taktik bir oyun sergilenmiştir. Nitekim, son dakikada Türk askerine karşı yeni yeni güvenceler istedikleri, ABD Dışişleri Bakanı Powell’ın, “1974 benzeri bir işgalin gerçekleşmeyeceği” sözü verdiği, BM Genel Sekreteri Annan’ın konuyla ilgili olarak bir karar tasarısını apar topar Güvenlik Konseyi’ne sunduğu bilinmektedir. Ancak Rum kesiminde samimi “hayır”cılar da vardır. Annan Planı’nı destekleyenlerle, bu samimi “hayır”cılar arasındaki yegane fark, ilk grupta yer alanların “Enosis’in 10-15 yılda gerçekleşmesine” razı olmaları, ikinci gruptakilerin ise “hemen enosis” demeleridir. Annan Planı’nın en büyük destekçilerinden Klerides’in, “Helenizmin zaferi ve Helenizmin sınırları” sözlerini ağzından düşürmemesi bunun en somut delili değil midir?
ANNAN PLANI KİMİN?
Plan, Rum-Yunan-İngiliz planıdır. Bu sebeple Rumların hazırlıklarına bizzat katıldıkları bu planı reddetmesi mümkün değildir. İtirazların sebeplerinden birisi de, bu işbirliğinin açığa çıkmaması çabasıdır. Planın hazırlıkları, ortaya çıkışı, izlenen strateji ve kullanılan argümanların birebir benzerliği bu işbirliğinin açık delilidir. Bilindiği gibi İngiltere’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Lord David Hannay’ın Rumların AB Heyeti Başkanı Vasiliu’nun şirketlerine ortak edildiği ortaya çıkmıştır. Vasilu’nun, şirketlerinin hisselerini Hannay’a devrederek ortak yaptığı ve Annan planının bu şartlarda, Rum Başsavcı Markides’in de katkılarıyla hazırlandığının anlaşılmasından sonra Hannay, görevden alınmıştır. Bundan önce de eski liderlerinden Lissarides, Annan Planı’nın, Klerides’in bilgisi dahilinde Rum Başsavcı Markides, Vasiliu, Hannay ve ABD Kıbrıs Özel Temsilcisi Thomas Weston tarafından hazırlandığını açıklamıştı. Lassarides, Rum Ulusal Konseyi toplantısında Markidis’in, “Annan planı Klerides ve Yorgo Vasiliu’nun katkılarıyla hazırlandı.” şeklindeki şok itiraflarının kendisini hayrete düşürdüğünü açıklamış ve “Annan Planı Annan’a ait değil, çünkü bunda Klerides ve Vasiliu hükümetlerinin de katkısı var.” demiştir. Bu iddiaları doğrulayan Vasiliu, bunun Rum ulusal politikasına ters düşmediğini belirtmiş, Annan Planı temelinde çözüme gidilmesi durumunda Rum tarafına yaklaşık bin km. arazi iade edileceğini, sadece bunun bile çok büyük bir başarı olduğunu söylemiştir.
AB TÜRKLERE GÜVENLİK VE REFAH GETİRECEK Mİ?
Tüm bu şartlar altında AB, soydaşlarımız için gerçekten güvenliğin ve insan haklarının sağlandığı bir şemsiye olabilecek midir? Öncelikle hatırlamamız gereken nokta, AB’nin ülkelerin içişlerine, güvenlik sorunlarına müdahale mekanizmasının bulunmadığı gerçeğidir. Mesela terör; İşte İspanya’da Eta, Fransa’da Korsika, İngiltere’de İRA veya İtalya’da mafya… AB açısından bunlar sözkonusu ülkelerin iç meselesidir. Kıbrıs’ta Rumların, kuzeyi de Rumlaştırma emeli sona ermediğine göre, Türkleri sindirmek ve Ada’yı terke zorlamak için, İngiliz Parlamenter Michael Stephen’ın da dikkat çektiği “kurumsal ırkçılık” ya da “potansiyel sabotaj, terörizm ve huzursuzluk” harekete geçtiğinde AB’nin ne diyeceği bellidir. Nitekim Kıbrıs Rum kesiminde ilk kez 2002’de “Yeni Ufuklar” isimli bir örgütün ortaya çıktığı ve örgütün bugün adaya hakim olması tehlikesinin belirdiği de Atina Pandion Üniversitesi Öğretim Üyesi Alekis İraklidis tarafından duyurulmuştur. İraklidis, örgüt için, “Kıbrıslı Türkleri değil görmek, duymak bile istemiyor.” demektedir. Daha yakın zamanda Rum kesiminde bir camii yıkılıp, otopark yapılmış, eski Türk mezarlığı yol genişletme çalışması gerekçesiyle yerle bir edilmiştir. Kendi Ombudsman’ı (kamu denetçisi) Nikolau’ya göre, Rum kesiminde yabancılara ikinci sınıf muamelesi ve ırkçılık yapılmakta, insan hakları ciddi şekilde ihlal edilmektedir. İşte Rum kesimindeki insan hakları ve Türklere yaklaşım, işte 23 yıllık AB üyesi Yunanistan’ın sicili ve Batı Trakya Türklerinin durumu. Burada en önemli fark Batı Trakya’daki soydaşlarımızın, Lozan Antlaşması’nın sağladığı haklar ve garantilere rağmen bu şartlar altında olmalarıdır. Vatandaşlık hukuku açısından Yunanla eşit olmadıkları gibi, azınlık haklarından da yararlanamamaktadırlar. Batı Trakya Türkleri, uluslararası antlaşmalarla garanti altına alınan bir statüye sahip olmalarına rağmen bu haldedirler. Annan Planı’na göre, Kıbrıs Türklerinin hiçbir statüsü veya güvencesi bulunmamaktadır. İşte bunun için, ikinci Batı Trakya, hatta daha kötüsü olacak diyor ve soydaşlarımız korumasız bırakılmasın istiyoruz.
Anlaşma yürürlüğe girer girmez Türklerin de AB üyesi ülke vatandaşları gibi her hakka sahip olacağı, bunun da özgürlük ve refah getireceği zannedilmektedir. Bu doğru değildir. Çünkü Rum kesimi AB ile doğrudan üyelik ilişkisine girerken, Türk kesimi adaylık statüsünde kalacaktır. Bu statü Türk kurucu devletinin yapısı, hukuku, ekonomi ve tarımı başta olmak üzere tüm alanlarda Kopenhag kriterleri karşılanana kadar devam edecektir. Bunların ise kaç yılda yerine yerine getirileceği belli değildir.
GERÇEK ÇÖZÜM VE KIBRIS’I KORUMAK KİMİN ELİNDE?
Ortadoğu ve Kıbrıs uzmanı, 1963 olaylarını bizzat yaşamış İngiliz Gazeteci Harry Scott Gibbsons, “Sakın ola, Türkiye AB’ye girmeden, Kıbrıs’ta bir anlaşma imzalanmasına müsaade etmeyin. Bu konuda, 24 saat farkı bile kabul etmeyin. 24 saat içinde bile aldatılırsınız. Türkiye, AB ilişkilerinde centilmence davranmaktan artık vazgeçmelidir. Yetmiş milyonluk bu kadar güçlü bir devletin buna ihtiyacı yoktur.” demiştir. İngiliz hukukçu ve eski parlamenter Michael Stephen da, Annan Planı’nın ilk tartışılmaya başlandığı günlerde, “Batı’nın vaatlerine güvenerek beklemek yanlış. ABD istese Rum kesiminin AB’ye üye olmasını engelleyebilir. Türkiye savaş alanlarında değil, kelimelerle yürütülen mücadelelerde kaybediyor. Rum kesiminin AB’ye üye olması durumunda Türkiye-AB ilişkilerinde sürekli sürtüşme yaşanacak. Bu, Türkiye, Kıbrıs’tan vazgeçene kadar sürecek. Denktaş, Klerides’e harcadığı zamandan daha fazlasını kendi halkına harcayarak, davasını anlatmalıdır. Bunlar yapılmazsa 20 yıl içinde Kıbrıs Rum adası haline gelecek ve 1974’de hayatını kaybedenler de boşuna ölmüş olacak” uyarısını yapmıştır. İşte bugün “çözüm” diye sunulan Annan Planı, sonu Girit gibi bitecek ve Girit’in boyutlarını da aşarak, insanlık aleminde büyük facialara yol açacak, bir halkın yok edilmesi ve kendisine tarih boyunca düşmanca duygular besleyen, ırkçı ve saldırgan bir başka halka teslim edilmesinden başka bir şey değildir. Bunu aklı başında ve tarih şuuru olan hiçbir insanın kabul etmesi mümkün değildir.
Annan Planı’nı destekleyen ve finanse eden Rum Lider Vasiliu, “Kıbrıs’ta gelinen noktada Erdoğan’ın çok büyük payı var. Erdoğan’ın orada olması herkesin şansı” demektedir. Erdoğan, 3 Kasım seçiminden hemen sonra, daha Başbakan bile olmadan dönemin Yunan Başbakanı Simitis’le başbaşa görüşmüş, bundan 1 hafta sonra da Alman Başbakanı Scröder’den, “Türkiye’de yeni kurulan hükümetten Kıbrıs konusunda Yunanistan Başbakanı Simitis ile yaptığı görüşmede verdiği sözlerde durmasını bekliyoruz.” açıklamasını yapmıştır. Acaba bugün geldiğimiz noktada, Kıbrıs milli politikamızın parçalanması, devletin hiçbir kurumu dikkate alınmadan, plana dört elle sahip çıkılması bu sözlerin bir gereği midir? Türk milletinin ve TBMM’nin sağlıklı bir karar vermesi için en azından bunu öğrenmeye hakkı yok mudur?
Referandum sonucunun “evet” olması halinde, Kıbrıs Türklüğünün yok edilmeden, hür ve egemen olarak varlığını sürdürebilmesini sağlayacak yegane çözüm mercii artık TBMM olacak ve tarihi bir misyonla karşı karşıya kalacaktır. Annan Planı’nın “birincil hukuk” yapılması dahi yeterli değilken, “uyum senetleri” ve geçersiz teminatlarla, KKTC’nin ve Türkiye’nin geleceğini tehlikeye atacak, “Türk’’ün Anadolu’ya hapsine” yol açacak bu gidişi durduracak son mevzii olan TBMM’nin, karar verirken 1’inci TBMM’yi hatırlaması gerekmektedir. Türk’ün Anadolu’ya hapsedilmesi projesini daha iyi görebilmek için, AB raporlarındaki, güneyde Kıbrıs, batıda Ege Denizi ve Fener Patrikhanesi, doğuda Ermenistan ve güneydoğuda otonomiyle ilgili istekler bir bütün halinde düşünülmelidir. Kıbrıs kaybedilmezse çember kırılacak ve kuşatma tamamlanamayacaktır. Kıbrıs’ı bir yük veya Türkiye’nin ayağında pranga olarak görenler, Kıbrıs kaybedildiği takdirde altından kalkamayacakları daha büyük yüklerle karşı karşıya kalacaklardır. İşte tüm bu oyunları bozacak olan da TBMM’dir. Bunun öncelikli yolu ise Annan Planı’nın tümüyle reddedilmesidir. Bunu yapacak güç yoksa, Türkiye’nin AB üyeliği ile eşzamanlı olarak yürürlüğe girmesi şartının eklenerek, anlaşmanın onaylanmasının sağlanması TBMM’yi, 1. TBMM’nin “şerefi” ile taçlandıracaktır.