Yükleniyor...
Bir kişinin ismi ve karakteri birbiriyle uyuşuyor ise ismi ile müsemmâ denir. Hayati Özkaya’nın Ateşi Yeniden Yakmak romanı da fikri, içeriği ve isminin uyuşmasıyla âdeta ismi ile müsemmâ olmuş.
Hepimiz Türk hikâyeciliği deyince Ömer Seyfettin’i mutlaka anımsarız. Kaşağı, Diyet, Pembe İncili Kaftan’ı neredeyse okumayanımız yoktur. Ancak edebiyat eğitimi almamış ya da özel bir merakımız yoksa, çoğumuz için Ömer Seyfettin ismi bundan öteye geçmez
Oysa yazarlar ve şairler bütün dünyada olduğu gibi bizim dünyamızda da dil tarlasının emekçileridir. Onların sayesinde dillerin zenginliği nesilden nesile aktarılır. Aslında dillerin korunmaya ihtiyacı yoktur, kullanılmaya ihtiyacı vardır. Dil kullanıldıkça korunur. Bu işin sırrına eren Özkaya, Ateşi Yeniden Yakmak belge-romanında Ömer Seyfettin gibi bir dil kuyumcusunun, Türkçeyi kullanarak Türkçeyi, dolayısı ile Türk milletini koruma mücadelesini bize en çarpıcı hâliyle anlatır… Bence romanın en şaşırtıcı olan kısmı da bu aktarımı edebiyat alanının çizgisinden, insani bir çerçeveye taşıyarak sunuyor olmasıdır.
Türk dilinin kullanıcısı olan mihenk taşı isimler, Türk romanlarının sıklıkla gördüğümüz bir öznesi olmaz. Olan örnek de çok azdır. Bu açıdan bu yapıt, bu önemli eksikliğimizi giderme noktasında bir öncülük edebilecek derecede titiz bir çalışmanın ürünüdür.
1980 travmatik darbe dönemine dair yaşanılan acılardan bir örneklem ile romanı kurgulayıp, bunu siyasetten ideolojiden uzak tutup, insani boyutta kalmasını sağlamak özel bir yeti gerektiriyor. Bunu başaramadığınız takdirde eseriniz bütünü kapsamaktan uzak, dar bir çerçevedeki ideolojik bir kesime hitap etme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Ülkücü sözcüğünün bazı kesimlerde yarattığı rahatsızlığı göz önüne alınca, esere önyargı ile yaklaşılması ihtimâline rağmen, buradaki hassas dengeyi sağlayarak bir dönemi yansıtıp, siyasete bulaşmadan betimlemek de, M. Hayati Özkaya’nın başarısı olarak okurdan gerekli ilgiyi görecektir.
Üslûp son derece samimi ve akıcı, dil kullanımı okuru yormayacak ve sıkmayacak şekilde devrik cümlelerden uzak. Cümleler kısa, açık ve anlaşılır betimlemelerle ifade edilmiş. Ana karakter üzerinden yüz yıllık bir zaman dilimi, ağırlıklı olarak geriye dönüş tekniği ile ele alınmış. Bu anlatım tekniği romanın gerçekliğine önemli ölçüde etki etmesinin yanı sıra, olayların arka perdesiyle veya altyapısıyla ilgili bilgiler verdiği için, geçmiş şimdiki an ve gelecek kurgusunda oluşabilecek karışıklığı başarıyla bertaraf etmiş. Hikâyeci anlatım tekniği, ana karakter Ayas üzerinden genele uygulanmış. Sahneleyici anlatım tekniği de diğer ana karakter Yusuf üzerinde başarı ile uygulanmış. Karakterlerin iç konuşmalarının, detaya boğmadan ana fikri vermesi de yazarın kaleminin gücünü ortaya koymaktadır.
Ana konu olarak Ömer Seyfettin’in seçilmiş olması okur adına büyük bir kazanım. Hepimizin âşina olduğu Ömer Seyfettin’i, hiç tanımamış olduğumuz gerçeği ile yüzleştirmesi bizi, kitabın amacının da başarıya ulaştığının göstergesi aslında. Kendi kültür, anane, tarih ve edebiyatımıza ait olmayan sanal kahramanları neredeyse ezberlediğimiz kültür dünyamızda, Ömer Seyfettin’i sadece, Kaşağı, Diyet ve Pembe İncili Kaftan’ın yazarı olarak bilmek ne kadar büyük bir kayıp imiş, tüm çıplaklığıyla hakikat olarak karşımıza çıkıyor. Ete kemiğe bürünüp soruyor Ömer Seyfettin, beni tanımak sizce nedir?
Bu sorunun cevabı için önce şu cümleleri anlamak gerekiyor;
“Evet İtalya Muharebesi… Ben Yanya Kalesinde esir oldum. Yunanistan’da bir seneden ziyade esirlik… İstanbul’a gelip kendimi toplamaya başlayacağım zaman annemin ölümü… Sonra Cihan Harbi… İşte dört senedir bu felaketli harbin buhranı içindeyiz. Yarım okka ekmek otuz kuruşa satılırken kim edebiyatla uğraşabilir? Ama ben uğraştım.”
1903’te piyade üsteğmen olarak mezun olan Ömer Seyfettin, askerlik vesilesiyle birçok yeri gezmek mecburiyetinde kalır.
1910’da Makedonya ‘da görev yaparken, Genç Kalemler dergisini çıkaran Ali Canip’e yazdığı mektubunda “Geliniz Canip Bey, edebiyatta ve lisanda bir ihtilâl vücuda getirelim.” diye yazar. Genç Kalemler Dergisi; kadrosuna Ziya Gökalp’i de alarak yeni bir harekete başlar. Edebiyat tarihçilerinin, Türkçe adına büyük önem atfettiği “Yeni Lisan” makalesi imzasız olarak sonunda koca bir soru işareti ile yayımlanır. Bu da büyük merak uyandırır.
Ömer Seyfettin’in imzasız bu makalesi, aslında bir milletin uyanışının işaret fişeği gibidir.
“(…) Uyanınız, galebe için düşmanlarımızı tanımak lâzımdır ve biliniz ki bu asırda muharebeyi(savaşı) ordular yaparsa da muzafferiyeti asla kazanamaz. Muzafferiyet intizam (düzen) ve terakkinindir (ilerleme)… İşkodra’dan Bağdat’a kadar bu kıtayı bu Osmanlı memleketini işgâl eden Turanî ailesi, Türkler ancak kuvvetli ve ciddi bir terakki ile hâkimiyetlerinin mevcudiyetlerini muhafaza edebilirler. Terakkî ise, ilmin, fennin, edebiyatın hepimizin arasında intişarına (yayılmasına) vabestedir (bağlıdır). Ve bunları neşr (yaymak) için evvelâ lâzım olan millî ve umumî bir lisandır. Millî ve tabii bir lisan olmazsa ilim, fen, edebiyat gene bugünkü gibi bir muamma hâlinde kalacaktır. Asrımız terakki asrı, mücadele ve rekabet asrıdır.”
Bugün dahi itiraz edemeyeceğimiz duruşun, mücadelenin, öngörünün adı ise, Ömer Seyfettin’dir.
Kavramların adını koyan dünyayı yönetir. Maalesef bizim ülkemizde de kasıtlı olarak; milliyetçilik, millî benlik, Türkçe ve dolayısı ile Türk kimliğine saldırılar var. Ne yazık ki bu kavramların içini boşaltmak için son derece sistemli bir çalışma yapılıyor. Türk milleti dememek için kullanılan Türkiye halkları kavramı, bu çalışmaya güzel bir örnek. Üstelik bu sorun günümüze has da değil. Ömer Seyfettin’e “Çerkez”, Ziya Gökalp’e “Kürt” diye saldırılması, aynı sorunların geçmişte de var olduğunu gösteriyor. Onun şu cümleleri ne kadar da tanıdık değil mi?
“Meşrutiyetten sonra büyük adamlarımızın çoğu ile görüşmüştüm. Hepsinin fikri, aşağı – yukarı, şu neticede toplanıyordu. ‘Osmanlılık, müşterek bir milliyettir. Osmanlılık ne yalnız Türklük ne de yalnız Müslümanlık demektir. Osmanlı Devleti idaresinde yaşayan her bir fert bilâ tefrik-i cins ü mezhep ( hiçbir ırk ve mezhep ayırmaksızın) Osmanlı milletine mensuptur.’ (…) Halbuki (…) ‘Osmanlılık’ hakikatte devletimizin namından başka bir şey miydi? Avusturya’da yaşayan Almanlara ‘Habsburg milleti, Avusturya milleti’ denemezdi. Alman nerede olursa olsun, her yerde Alman’dı. Türkçe konuşan bizler de beş binlerce senelik bir tarihin, hatta pek eski bir mitoloji sahibi olan millettik.”
Adını ezbere bildiğimiz, eserlerini okuduğumuz ama hiç anlamadığımız, anlatmadığımız Ömer Seyfettin… Bu yapıtın ana fikrindeki gibi, satırlardan bizimle konuşarak kendini anlatan şu cümlelerine kulak verelim.
“Bütün edebiyatçılar beni bir hikâye planına hapsedeceklerine, hikâyelerimi okusaydılar ve okutsaydılar; anlattıklarımı iyi anlasaydılar, hikâyelerimin dışında yazdıklarımı da okuyup, inceleseydiler, daha çok bu memlekete faydalı olurlardı. Ne yazık ki yıllardır Türk kültür ve sanatına hizmet ettiklerini söyleyen, bundan da gurur duyan birçok yazar birçok dergi benden doğru dürüst bahsetmedi bile. Bu, beni bilmediklerinden, tanımadıklarından değil, millî benliğimize gereken değeri vermediklerinden kaynaklanıyor. Yoksa bu arkadaşlar, şu gerçeğin farkında değiller mi? Milliyet muhabbetinden vatan muhabbeti, vatan muhabbetinden de lisan muhabbeti doğar. Bu değerleri unutan milletler ise ayakta duramaz.”
Bu belge-romanın sonuna geldiğinizde Ömer Seyfettin’e veda etmek hiç kolay olmayacak. Aynı yolda beraber başlayıp, yolun sonuna geldiğinizde, kitabın kapağını kapatıp hayata kaldığınız yerden devam etmek kolay olmuyor. Çünkü bir kitap boyunca yol arkadaşınız Ömer Seyfettin idi. Kitabı kitaplığa yerleştirmeden önce, uzun bir süre istemsizce düşünüyorsunuz. Sahi Ömer Seyfettin’le yol arkadaşlığı yapan biri olarak Türk’üm diyen, Türk’çe diyen, Türkçe diyen, sorumluluklarının farkında mı?
En az beklenti ile okumaya başladığım ve beni bambaşka bir dünyaya sürükleyen ender eserlerden biri oldu. Yusuf Ziya Ortaç’ın Ömer Seyfettin için dediği gibi; “Onun tek derdi var kalemiyle yaşamak.”
Emeğinize, yüreğinize, kaleminize sağlık;
Kalemiyle yaşamak isteyen M. Hayati Özkaya…
Teşekkürler…
Yayınevi: Çoban Yayınları
Basım Yılı: 2019
Sayfa: 206
1 Yorum