Yükleniyor...
Ben Özbekistan coğrafyasının şeklini biraz İtalya’ya benzetirim. İtalyan çizmesine! Gerçi İtalyan çizmesi uzun konçlu, yüksek topuklu, biraz sivrice burunlu basbayağı bir çizmedir. Özbekistan coğrafyasında bir çizme manzarası var gibi ise de topuğu, tabanı, burnu, önü ardı biraz karışıktır. Haritada Özbekistan’a mutlaka kuşbakışı bir bakın, derim. Daha iyi bir benzetme de yapabilirsiniz. Kuzey batıdan güney doğuya doğru eğilmiş ince uzun bir beden, en altta iki ayak, biri yukarı kalkmış… Ülkenin güney doğu ucundaki bu iki ayaklı daracık bölgede bu kadar girinti, çıkıntı, bu kadar zikzak?!… Bir başka “Churchill’in Hıçkırığı” mı diye akla geliyor.
Haritaya dikkat ederseniz Fergana Vadisi ülkenin geri kalanından bir boğazla ayrılır. O boğazdan geçiyor ve kuzey batıya doğru yol alıyoruz, Vadi arkamızda kalıyor. Vadi’ye veda…
Kuru bir coğrafya. Tek tük yeşillikler, ağaç kümeleri. Kayalık dağlar. Yolun iki yanında Tanrı Dağları’nın son uzantıları.
Arada dinlenme, alışveriş, yeme içme tesisleri. Çengellerde asılı kuzuları görmemeye çalışıyorum. Tabaklarda kuzu etinden şaşlıklar…
Sonra Tanrı Dağları’nın son uzantıları da geride kaldı. Taşkent’e yaklaştık.
Şehrin girişinde bir köprü üzerinde bir cümle: Mukaddestir vatan bayrağı. Mavili yeşilli, hilâlli, yıldızlı Özbekistan bayrakları dalgalanmakta.
Buraların bilinen ilk adı Çaç. Arapça’da Şâş olmuş. Kaşgarlı Mahmud’un onbirinci yüzyılda çizdiği, dünyanın merkezi olarak Balasagun’u gösterdiği haritasında Şâş diye geçer. Sonra Taş…. Çaçkend, Şâşkend, Taşkent. Bir de “Terken” adı geçer kaynaklarda. İsim değişikliği bu kadar ama hükümranlık çok el değiştirmiş. Araplar, Çinliler, Moğollar, fakat en ziyade Orta Asya’nın Türk soylu hanedanları arasında gitmiş gelmiş. Derken Ruslar… Çarlığı, Bolşevik’i… En sonunda aslına dönüş!
Taşkent Orta Asya’nın 3 milyona yakın nüfusuyla en kalabalık şehri. Zaten SSCB döneminde de Moskova, Leningrad (şimdiki St. Petersburg) ve Kiev’in ardından dördüncü büyük şehirdi.
Otelimize yerleştikten sonra çok geniş caddelerden, yeni yapılmış bol camlı, yüksek gökdelenlerin, işhanlarının, kamu binalarının, apartman bloklarının, meydanların, parkların arasından geçip eski Taşkent bölgesine geliyoruz. Akşamın pembe ışıkları şehre serinlik serperken Kukeldaş Medresesi’nin kapısındayız. Medresenin kurulduğu yer yüksekçe, taç kapısına merdivenlerle çıkılıyor ve kapı önündeki geniş taraça şehre biraz yukarıdan bakıyor. Caddenin karşısında bir gökdelen inşaatı var. Daha ilerilere gözüm kayınca bir çok firuze kubbe. Orta Asya firuze kubbeler diyarı. Kalabalık bir çarşı bölgesi burası. Medrese iki geniş caddenin kavşağına cepheli. İş dönüşü telâşı… Belediye otobüsleri, trafik… Seyyar satıcılar…. Her çeşit sebze, meyve, kuru yemişler çerezler, bol bol ekmek satıcıları. O süslü Özbek ekmekleri… Tekerlekli bir el arabasının başına oturmuş elma satan yaşlı bir hanım. Kara çerçeveli gözlüklü bir başka yaşlı hanım beş altı bağ taze soğan ve birkaç demet maydanozun başında oturuyor. Bulgaristan’da, Filibe’de kaldırımın kenarına oturmuş, önündeki su dolu plastik kovanın içindeki rezeneleri satmaya çalışan, başörtüsünden akpak saçları fırlamış Anjelika Teyze’yi hatırlıyorum. İnsanlar dünyanın her yerinde birbirine benziyor.
Kukeldaş Medresesi onaltıncı yüzyılda yapılmış. O zaman Buhara Hanlığı toprakları buralar ve Şeybani hanedanı hüküm sürmekte. Aynı isimde bir medrese daha var Özbekistan’da. Bundan önceki gelişimizde Buhara’da Leb-i Havuz’a bakan Kukeldaş Medresesi’ni görmüştük. Zaman içinde tahribatlar olmuş, terkedilmiş, başka maksatlarla kullanılmış, bağımsızlıktan sonra iyi bir restorasyon geçirmiş. Bu arada Kukeldaş kelimesinin “süt kardeş” demek olduğunu öğrendim.
Orta Asya’da bu medrese-cami mimarisine âşinayım artık. Yine de içeriyi görmek için şansımı deneyeyim dedim. Yirmi metre yükseklikteki taç kapının ortasındaki işlemeli ahşap kapının pirinç halkasına dokunup içeri girmeye davrandım. Kapıyı açınca dikdörtgen iç avluyu, birkaç ağacı ve iki kat üzere çepeçevre odaları görmüştüm ki… Kapıya yakın konumlanmış bir görevli bir şeyler diyerek eliyle yasak işareti yaptı. Biliyordum zaten. Ama dedim ya, şansımı deneyeyim dedim. Medreseye kadınların girmesi yasak. Belki bazı vakitler gruplara izin çıkıyordur. Şu anda erkek öğrenciler için ortaokul-lise seviyesinde din eğitimi veren bir kurum.
Medreseye komşu denebilecek kadar yakın Hoca Ahrar Veli Camisi var. Taşkent’in en eski camisi. Dokuzuncu yüzyılda Arapların buraları fethinden sonra yapılmış. Ne var ki depremleri eksik olmayan bu bölgede ilk yapılan cami zaman içinde hemen tamamen tahribolmuş. 1451’de Taşkent doğumlu, tasavvufun ulularından, Nakşibendi şeyhi, Hâce-i Ahrar diye de tanınan Hoca Ubeydullah Ahrar’ın gayretiyle eski temel üzerine yeniden inşa edilmiş ve onun adıyla anılır olmuş. Sonra yine depremler… Harabe halinde geçen yıllar. Derken Özbekistan’ın bağımsızlığından sonra tekrar ayağa kaldırılmış. Şimdi üç firuze kubbesi ile Kukeldaş Medresesi’nin yanında yükseliyor.
Taşkent’in parkları, meydanları, iki yanı ağaçlı geniş kaldırımları, geniş caddeleri hemen dikkati çeker. Sovyetlerin bu topraklara bıraktığı en hayırlı iş şehircilik!
Peki temizlik! O da mı Sovyetlerden kalma bir alışkanlık? Özbek soydaşlarımız şehirlerini çok temiz tutuyor. Yerlerde çöp arıyorum, bulamıyorum!
Ilık sonbahar akşamında Taşkentliler sokaklardaydı. Işıl ışıl parklar, yeme içme yerleri, sokak çalgıcıları, şarkı söyleyenler, masa tenisi oynayan gençler, salıncaklarda çocuklar, hediyelik eşya dükkânları. Karakalem resim yapan sanatçılar… Muzkaymakçıda kıvrak bir türkü: “Diyarbekir yoluna… Bu sevdalar boşuna, delalım delalım….” Muzkaymak dondurma….
Taşkent’in keyfi yerinde diyoruz. Seviniyoruz.
Ve karşımızda Emir Timur Meydanı. Timur’un at üzerinde heybetli bir heykeli. Kaidesinde “Amir Temur” ismi altında üç alfabe ile bir cümle: Kuch adolatdadur. Kril ile, Arap harfleriyle, bir de Latin harfleriyle İngilizce olarak aynı cümle yazılmış. Arap harfleriyle Arapça değil, yine Türkçe yazılmış! “Güç adalettedir.” Heykel İslam Kerimov zamanında dikilmiş. Timur’un yerinde önce kimler yoktu ki?! Çarlık Rusyası’nın ilk Türkistan askerî valisi Kaufmann. Bolşevik ihtilâlinin ardından Stalin; sonra o da kaldırılmış, Karl Marks. Meydana bakan iri bina SSCB devrinden kalma meşhur Hotel Uzbekistan. Otelin öte yakasında Emir Timur müzesi.
Taşkent’in parkları ve yolları kadar dikkat çekici başka bir yapısı metrosu. Taşkent metrosu 1977’te açılmış. Şehir içi ulaşımda mutlaka büyük kolaylık sağlamaktadır, ama sadece üç gün kaldığım şehirde onu tartmak bana düşmez. Fakat istasyonları sanat galerisi gibi! Birkaç tanesini görebildik. Metro istasyonu dediğiniz yer göz kamaştırır mı? Taşkent’te kamaştırıyor! Her bir istasyon farklı mimarisi ve dekorasyonuyla Özbek sanatının sergilendiği mekânlar. Her istasyona Özbek tarihinden bir isim verilmiş: Mirza Uluğ Beğ, Babür, Ali Şir Nevayî, Birunî, Gafur Gulam, Afrasiyab, Büyük İpek Yolu… Duvarlardaki, tavanlardaki, sütunlardaki süslemeleri, âvizeleri, mermerleri seyretmekten bineceğiniz treni kaçırmanız işten bile değil! Nevayî istasyonunda şairin mesnevilerinin kahramanları seramiğe işlenmiş, duvarları süslüyor. İşte Leyla ile Mecnun! İşte Ferhad İle Şirin! Sedd-i İskender! Pahtakor (pamuk kulu) istasyonunda seramiğe işlenmiş pamuk motifleri. Eskiden fotoğraf çekmek yasakmış, sanırım. Ama biz çektik, pek çok kişi de çekiyordu, yasak işareti görmedim, bir şey diyen de olmadı.
Amir Temur Hıyâbânı istasyonundan metroya bindik. Kalabalıktı. Bir kadın gözüme ilişti. Orta yaşlı, zayıf. Üzerinde, Fergana Vadisi’nde iken çok fazla gördüğüm, Taşkent’te daha az görülen geleneksel kadın kıyafeti olan uzun bir elbise. Koyu yeşil. Bir an göz göze geldik. Bir an… Yanı boştu, oturdum. Kucağında bir yaşında var yok bir oğlan çocuğu uyuyordu. Kadının çehresi, bakışları bütün dünyanın yükünü omuzlamış ve altında ezilmiş gibiydi. Dünya başına yıkılmış gibiydi. Hiç kıpırdamıyordu. Gözleri de bir noktada sabit. Bir insanın gözleri bu kadar mı dertli bakar?! Çocuğu kavrayan elleri… Dert insanın derisini böylesine buruşturur, karartır mı? Keder, bir şekle bürünseydi herhalde böyle olurdu.
Kardeşim nedir sıkıntın, diye sormak isterdim. Soramadım.
Bu yavrucuk hasta mıdır, diye sormak isterdim. Soramadım.
Dünyanın çivisi çıkmış diyorlar, haberin var mı, diye sormak isterdim. Soramadım.