Yükleniyor...
Şüphesiz ki demokrasi, demokratik normları tam manasıyla içselleştirebilmiş ve demokrasiyi bir toplumsal mutabakat zeminine oturtabilmiş toplumlar için oldukça kıymetlidir. Bu demokratik normları besleyen kurum ve zihniyetleri inşa etmek, demokrasiyi bir araçtan ziyade yegâne amaç olarak benimsemek ve ne pahasına olursa olsun bu normları korumak, demokratik bir toplum olmanın en önemli kurallarındandır. Türklerin demokrasi macerası kurumsal anlamda Osmanlı’daki Batılılaşma ve modernleşme hareketleri ile başladıysa da çok partili hayat serüvenimiz bu macerayı epey farklı bir yere evriltti. Bu maceranın neticesinde herkes kendisine göre bir demokrasi tanımı yaratmış olsa da toplumun çoğunluğunu yatay kesen fikir, demokrasinin içselleştirildiği takdirde ne kadar önemli ve kıymetli bir cevher olduğudur.
Peki demokrasi nedir? Biz neden demokrasiyi bu kadar kutsama ihtiyacı hissediyoruz? Halk bu demokrasinin neresinde? Yüz yıllık cumhuriyet serüvenimizde, iktidara sivil ya askerî yollarla geçen tüm parti ve yapıların temel meşruiyeti cumhuriyet değerlerine ve demokratik normlara bağlı olduklarını iddia etmelerinden geliyordu. Burada esas tartışılması gereken nokta, demokrasinin tabandan tavana bir yapıcı baskı unsuru olmasından ziyade, tavanın tabanı manipüle etmek için kullandığı çok güçlü bir illüzyon aracı olmasıdır. Tarihsel sürece fazla takılı kalmamak adına, zaman ölçeğimizi biraz daha daraltarak çok daha yakın bir döneme odaklanmak istiyorum. Son yıllarda kurumsal siyasetin neredeyse her üyesi, kendisine yakın bir akademisyen, sivil toplum, enstitü, sermaye ve medya ağı yaratarak savunduğu fikirleri çok daha geniş bir propaganda havuzu ile halka empoze etmeye çalıştı.
Her siyasi mahalle – bu mahalle kendi içerisinde sokaklara da bölünebiliyor tabii – bir akademisyen ağı yarattı, üniversitelerde ve kamusal alanlarda bu mahallenin ne kadar entelektüel ve münevver kişiler yetiştirdiğini kanıtlamaya çalıştı, fikirlerinin ne kadar bilimsel ve rasyonel bir altyapıya dayandığını ispatlamak için mücadele verdi.
Bir sivil toplum ayağı inşa etti, güncel sorunlara ve hak mücadelelerine ilişkin ne kadar duyarlı olduklarını göstermek için uğraştı. Toplumun farklı kesimleriyle bir araya gelme konusunda samimiyetlerini kanıtlamaya çalıştı.
Bir enstitü kurdu, bu enstitü vesilesiyle hangi fikrin/ideolojinin mücadelesi veriliyorsa şayet onun kurumsallaşması ve bir kuram hâline getirilerek ciddiye alınması için uğraştı. Keza akademisyen ağının çıkış ya da kesişim noktası da biraz burasıdır.
Bir sermaye grubu oluşturdu, bu sermaye grubu vesilesiyle hem savunulan siyasi mahallenin ayaklarını daha sağlam yere basmasını sağlamaya çalıştı hem de yapılacak olan tüm siyasi faaliyetlerin finansmanını karşıladı.
Ve bir medya var etti, var ettiği medya platformları sayesinde de hem toplum mühendisliğine soyundu hem algılara hükmetmeye yeltendi hem de mahallesini görünür kılmaya çalıştı.
Elbette kağıt üzerinde bir problem gözükmüyor, sonuç itibarıyla burada görünürde anti-demokratik bir eylem ya da düşünce yok fakat bu iş pratiğe nasıl dökülüyor? İşte yazının başlığında lafını geçirdiğim o “elitler” burada sahneye çıkıyor. Her siyasi mahallenin iki elin parmaklarını belki zorlasak geçecek kadar eliti, siyasi kariyer ya da maddi çıkar için tüm bu yapıları yontarak kendi ajandalarını tüm mahallenin “ortak kaygısı” şiarıyla geniş halk kitlelerine empoze etmeye çalışıyor. Bu “ortak kaygı” manipülasyonu, “ahlakçılık” retoriğiyle daha da güçlendirilerek karşı konulamaz bir hâle geliyor. Öyle ki, aynı siyasi mahalleden olup konjonktüre çok farklı bir pencereden bakan insanlar, halkın da bu manipülasyona ortak edilmesinden sonra çok kolay bir şekilde linç edilebiliyor. Üstüne üstlük bu manipülasyon ve ahlakçılık propagandası öyle bir hâle geliyor ki mevcut konjonktürün tek ve yegâne doğrusuymuş gibi hareket ediliyor. Arkasına, yukarıda saydığım yapılardan herhangi birisini alıp bunu rahatlıkla finanse eden grup ya da kişiler, bir başka grubun ya da kişinin üzerinde çok rahatlıkla tahakküm kurabiliyor. Bu, doğrudan demokratik kültüre savaş açıp siyaseti algı, korku ve manipülasyonlarla yönetmeye çalışmaktır. Bugün ana akım medya, tamamen “post-truth” üzerine kurulu ve esas görevi de halkı bu siyasi elitlerin istekleri doğrultusunda manipüle etmek. Dünün zalimi, aynı pozisyonda olmasına karşın bugünün alimi olabiliyor. Aynı şekilde dün alim denilen, bugün zalim diye anılıyor. Bu söylem değişikliğine uyum sağlamayanlar da denklem dışı kalıyor, ötekileştiriliyor. Böylelikle siyasi elitler kendi kaderlerini, savunduklarını iddia ettikleri seçmen grubuna ipotekleyerek kariyer yolculuklarına devam edebiliyorlar. Seçimler geçiyor, toplumsal meseleler bitiyor. Halk lehine bir şey değişmese de siyasi elitler makam ve mevki sahibi olarak aynı şekilde parmak sallamaya devam edebiliyorlar.
Burada esas can sıkıcı nokta, halkın maalesef bu manipülasyonu oldukça istekli bir şekilde satın alması ve siyasi elitler tarafından şekillendirilen konjonktürel politik tarifeleri cansiperane savunur pozisyona geçmesidir. Hâlbuki demokratik bilinç tam da burada devreye girer. Kendi fikri ve bilinciyle hareket eden bireyler neyin kendisi için doğru olacağını iyi bir şekilde tahlil ederek, gerekirse de akıntıya karşı yüzerek siyasi elitlerin kaderini kendisinden ayırarak farklı bir yön tayin etmelidir. Demokrasi budur, “truth”un “post”unu sıyırarak esas olana ulaşabilmektir. Diğer türlüsünün sonu bellidir, siyasi elitlerin kariyerizm takıntıları yüzünden sinir sinir üstüne bindirilen siyasi mahalleler, bir süre sonra “mahalle” olma özelliğini yitirip kabile refleksi göstermeye başlarlar. Bunun da sonu tahammülsüzlük, hukuksuzluk, cahillik ve çatışmadır.
Eğer hep o düşlediğimiz demokrasiyi içselleştirmek istiyorsak, demokrasinin sandık aracılığıyla yılda sadece bir güne indirgenen bir şeyden çok daha fazlası olduğunu idrak etmemiz ve mahallemizin üzerinde dolaşan akbabalardan kurtulmamız gerektiğini bilmemiz gerekiyor.
Unutmayalım ki demokrasi ve cumhuriyet; üsttekinin alttakine öğüt vermesi değil, alttakinin üsttekine bedel ödetebilmesidir.