Yükleniyor...
Devlet, vatandaşlarının bir arada yaşamalarını düzenleyen ve kurulan nizam sayesinde huzur içinde birlikteliği sağlayan yapılanmadır. Ancak devamlılığının şartları vardır ve bu şartların birincisi hukukun üstünlüğü ve hukuka riayet prensibidir. Dolayısıyla Türk Milletinin yaşadıklarına öncelikle bu açıdan bakmak hayati derecede önem arz etmektedir.
***
Türk Milleti 16 Nisan’da yapılacak olan ve egemenliğini ilgilendiren çok önemli bir halkoylamasına doğru hızla yol alıyor. Sandıkta nelerin oylanacağından daha ziyade kısmen, “benim takımım” yaklaşımının öne çıkmaya başladığı görülmeye başlandı. Böyle olunca da yurt içi ya da yurt dışı fark etmeden sonuca odaklanıldı.
Hollanda’da bakanlarımıza karşı yapılmış olan muamele Türk Milleti için ziyadesiyle inciticiydi, ama tabii ki Devletimizin “Türk Milletine ait” olduğuna iman edenler için. Mesela olayların ilk gününde Bakan’ın ve yöneticilerimizin açıklamaları; “hanım bakanımıza bu yapılır mı?” ya da “bir kadına böyle bir davranış yapılır mı?” şeklindeydi. Hâlbuki orada bir hanım bakan ya da bir kadın değil, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin bir üyesi vardı. Yani bu muameleye maruz kalan bir Türk bakanıydı. Ayrıca muhatap kaldıklarımız, batının yüzünü göstermesi açısından da önemliydi.
Türk devletinin bir bakanına karşı yapılmış olan böyle bir davranışa şiddetle karşı çıkmak elbette her Türk’ün görevidir. Ancak bu görevi yapmaya devam etmekle birlikte olaylara başka pencere(ler)den bakmak da önem arz etmektedir.
***
TBMM, 2008 yılında bir yasa çıkararak yurt dışında siyasi propaganda yapmayı yasaklamıştır. Bu yasanın gereği olarak da Yüksek Seçim Kurulu, 15 Şubat 2017 tarih ve 109 sayılı Kararı ile halkoylaması sürecinde yurt dışında propaganda yapılamayacağını açıklamıştır. Bu yasal duruma rağmen birçok siyasi, Türklerin yaşadığı ülkelerde referandumla ilgili olarak programlar düzenlemektedir. Yani yasanın izin vermemesine rağmen hareket edilmesi söz konusudur.
Türkiye referandum konusu olan anayasa değişikliğini de benzeri bir durumdan ötürü yaşamaktadır. Hatırlanacağı üzere anayasa değişikliği gündeme geldiğindeki ilk açıklamalar, “fiili durumu hukuki hale getirmek için anayasa değişikliği gereklidir.” şeklindeydi.
Bu iki husus Türkiye’de yasa ve kurallara uymamanın artık alışkanlık haline geldiğinin birer göstergesidir. Ama daha da vahim olan, güçlü olanın – hem de kendi koyduğu- kurallara uymamasıdır. Bu şekilde yasalar sadece zayıflar için uygulanır hale gelmiş durumdadır. Bu da –Allah korusun- kargaşa ve kamu düzeninin sonu demektir. Kaldı ki devlet yönetiminde, kanunlar kadar yaptırım gücü olan, yazılı olmayan kurallar da vardır ve Türk devlet felsefesinde bunların adı Kanun-u Kadim ya da Töre olarak geçer. Türklerin insanlık tarihi boyunca hâkimiyetleri de kanun olarak kabul ettiklerine, yani hukuka baş eğmeleri sayesinde mümkün olmuş, Devlet-i Ebed Müddet bu şekilde sağlanmıştır.
Hukukun üstünlüğüne tarihte birçok örnek vardır. Kırk altı yıl hüküm sürmüş Kanuni Sultan Süleyman döneminde yaşanmış tek bir örnek bile, hukukun üstünlüğü yanında, anayasa değişikliği referandumunun temel tartışma konularından birisi olan “tarihimizde tek adam yönetimi anlayışı” hususuna da ışık tutmaya yetecektir.
Kanuni, büyük denizci Barbaros Hayrettin Paşa’yı bir name-i hümayun ile payitahta çağırır ve ona kaptan-ı derya olması teklifini yapar. Paşa da kabul eder. Ancak tayin hemen gerçekleşmez çünkü Kanun-u Kadim’e göre kaptan-ı derya tayini vezir-i azama ait bir yetkidir. Vezir-i Azam İbrahim Paşa ise sefer dolayısıyla Halep’tedir. Hayrettin Paşa atına atladığı gibi neredeyse hiç durmadan yol alarak on günde Halep’e varır ve tayin gerçekleşir.
Bir yanda devlet-i ebed-müddet için şehzadelerine kıyabilen Sultan Süleyman, diğer yanda Kanun-u Kadim… Bir yanda Cihan Padişahı diğer yanda hukuk… Yazılı ya da yazılı olmayan yasalar padişahtan üsttedir ve buna uyduğundan dolayı Sultan Süleyman, “Kanuni ve Muhteşem” Süleyman’dır. Hukuk, hayatın her aşamasında ve devletin her kademesinde üstün olduğu için Devlet-i Aliye cihan devletidir.
Adalet mülkün temelidir. Buradaki mülk devlet anlamındadır. Hukuk ve adalet hâkim olmazsa otorite meşruiyetini kaybeder. Güç haklının olması gerekirken, hak güçlünün eline geçerse mülk yani devlet zarar görecektir.
***
Hollanda’nın Bakanımıza karşı kabul edilemez tutumuna gösterilen tepkiler, daha önce yaşanan bazı olaylarda niçin böyle davranılmadı diye de sordurmaktadır.
Çok değil 1,5 yıl önce gerçekleşmiş ancak hiçbir şekilde basında yer almamış bir olay dış politikada ne durumda olduğumuzun ve bugünlere nasıl geldiğimizin önemli bir karinesidir.
Hatırlanacağı üzere 2015 Ekiminde Suriye sınırımızda önemli olaylar oldu. Rusya, 7 Ekim 2015’de Hazar Denizinden 26 (yirmi altı) uzun menzilli füze fırlattı. Yaklaşık 1500 km menzilden gelen füzelerin; IŞİD’e karşı atıldığı, İran-Irak-Suriye hava sahasından(!) geçtikleri ve hedeflerini bulduğu açıklanmıştı.
Türk kamuoyu bunun üzerinde hiç durmadı hatta durdurulmadı demek de mümkün. Medyada sıradan bir haber olarak yer aldı ve geçti gitti.
Aradan dört ay geçtikten sonra, Cumhurbaşkanı Güney Amerika seyahatindeyken gazetecilerle sohbet ederken; “… Bunun yanı sıra ülkemiz ciddi tehdit altında. Zaman zaman bombalar düşüyor. Mesela Hazar’dan Suriye’ye atılan ve patlamayan bir füze vardı ki, pekâlâ patlayabilirdi de. Bedeli çok da ağır olurdu.” diyecekti (Şili, 2 Şubat 2016 gazeteler). Her nedense bu açıklamalar pek bir karşılık da bulmadı!
Burada hemen akla düşürülen Rus uçağı gelecektir ama “Rusya ile aramızı bozmak isteyenler… Kim emir verdi? Hain FETÖ…” gibi açıklamalar da unutulmamalıdır. Düşürülen Rus uçağı krizinde, sürecin daha sonraki safhası, iki olayın birbirinden bağımsız gibi durduğunu düşündürmektedir. Eğer ilişkiliyse bile diplomasinin, bu kriz(ler)in yönetiminde başarılı olamadığı anlaşılmaktadır.
***
Batı ile yaşanan krizin düşündürdüklerinin ışığında akla gelen sorular cevaba muhtaçtır.
Tercih edilerek tırmandırıldığı intibaı oluşan kriz, niçin bu kadar tırmandırılmaktadır? Niçin gösterilen tepkilerin dozu gitgide artmaktadır?
Hollanda ve diğer batılı ülkelerle yaşanan olaylar, topraklarımıza düşen füzeden daha mı vahim midir de tepki gösterilmemesi bir yana, hatta, neredeyse görmezden gelinmiştir?
“Kurşunun namluya sürüldüğü sesini duydum, gerekirse ölmeyi göze almıştım…” gibi açıklamalar, var olduğu çok sık söylenen beka sorununun ortadan kalkmasına ne kadar hizmet edecek, Türk Milletine ne faydası olacaktır?
Kendi yazılı kurallarına dahi uymayanların devletinin uluslararası ilişkilerde güvenilirliği ve saygınlığı nasıl sağlanacaktır?
Bir gün herkese lazım olabilecek hukukun, hayatın her anına hâkim olması kaçınılmaz bir mecburiyettir. Aksi takdirde…