Yükleniyor...
Yazarın Notu: Bu yazı Ağustos 2006’da yazılmış, yayımlanmak için bugün yüzüncü yılını kutlayan dergiye gönderilmiş ancak derginin idaresince yayımlanmaya değer bulunmamıştı. Konunun güncelliği düşüncesi ile ve sadece birkaç küçük ifade düzenlemesi yapılmıştır.(H.P)
Durum Muhakemesine Hasımdan Başlanmaz.
Dündar TAŞER
Son yıllarda Türk milleti çok hızlı bir dönüşüm yaşamaktadır. Bu dönüşümü yaşatanlar yaptıklarının; daha güzele, daha iyiye ulaşmış, daha medeni, daha müreffeh, hayat standardında daha yükseği yakalamış, daha demokratik toplum adına olduğunu söylemektedirler.
Aylardır ülkede kimlik tartışmaları yapılmakta, Türk ve Türk milleti farklı tariflere oturtulmaya çalışılmaktadır. Geçenlerde e-posta kutuma düşen bir mektupta, 1977 yılı Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu mezuniyet yıllığında yer aldığı belirtilen ve “Haksızlık yapmayan ve haksızlığa boyun eğmeyen, yalan, hile, iki yüzlülük gibi davranışlara benliğinde yer vermeyen, vatanı, milleti, namusu, şan ve şerefi için hayatını fedadan çekinmeyen, zulmetmeyen ve zalimi kahreden, yolundan ve sözünden dönmeyen, en yüce Dine iman eden, öfkesi kadar merhameti de olan, vatan yaptığı her yerde ilim ve kültür meşalesini tutuşturan, dürüstlükten ayrılmayan, beşeriyete örnek olmakla görevli asaleti, ahlakı, mertliği, fazileti, kahramanlığı, vakar ve haysiyeti temsil eden insan ve millet TÜRK’tür.” diyerek Türk’ü mükemmel bir şekilde anlatan bir tarif yer almaktaydı. Bu cümlelerde yer alanlara, “sosyolojik temeli yoktur, duygusaldır, duygusal olan da bilimsel değildir” demek mümkün aynı zamanda da ilk bakışta doğru gibi gelmektedir. Ancak, bir insanın doğuştan var olan yeteneklerine küçük yaşta kattıkları ile oluşan ve belli bir yaştan sonra “sabırla” tanışarak olgunlaşan karakterini yaşaması ve diğer insanlarla bir arada yaşama iradelerini ortaya koyduklarında ortak karakteri, ortak kabulleri oluşturdukları da bilinen bir gerçektir. Ortaya konulan bu kabuller yarınlara taşınmış ve zamanla oluşturulan milletin toplumsal değişmezleri olarak neredeyse genetik kod haline gelmişlerdir*. Buradan hareketle yukarıdaki tarif duygusal olduğu kadar da gerçekliğin ta kendisidir. Bu tarifte öne çıkan, Türklerin oluşturduğu ortak akıl, ortak seciye (milli karakter), ortak yaşama duygusu (milletine bağlılık) ve en önemlisi de vazgeçilmez adalet duygusu ile insanın merkeze alınmasıdır.
Adalet duygusunun öne çıkarılması ve insanın merkeze alınması bu tarifle sınırlı değildir. Sosyal hayatın her safhasında ortaya konulmuştur. Orhun Yazıtlarında Kül Tigin “Aç halkı doyurdum, fakir halkı bey kıldım, az halkı çok yaptım[1]” demektedir. Nihal Atsız’a göre dünyanın en uzun yaşayan tek aile egemenliği olan Osmanlı (Türk) İmparatorluğu’nun kuruluşunda emek sahibi olan Şeyh Edebali’nin, “Ey Oğul, insanı yaşat ki devlet yaşasın.” sözleri birçoğumuzun duvarlarını süslemektedir.
Ümmi olan Kâinatın Efendisi’nin Veda Hutbesinde vazettiklerini bir araya getirebilecek dünya üzerinde birini daha göstermek mümkün müdür? Sevgili Peygamberimiz, vasiyeti niteliğindeki bu hutbesinde, insanların kardeşliği ve insan olma bakımından eşitliğini bütün insanlığa ilan etmemiş midir?
Hz. Peygamber’in bu sözlerini yaşama biçimi haline getirerek hayatını Allah’ın rızasına uygun bir şekilde düzenleyen, İslam ümmeti içinde başka bir millet var mıdır?
İşte bütün bunlar “Kendimizin” tarifidir. Türk millet ve devlet hayatının hiçbir döneminde “ben sendenim” diyene “hayır benden değilsin” dememiş, onu dışlamamış, hasım veya düşman olarak görmemiş bir millettir. Ancak iki yüz yılı aşkın bir zamandır sihirli ve telaffuz edildiği anda insanları (toplumu) hipnotize eden “değişim” sözcüğü -Atatürk dönemi hariç- kesintisiz kullanılarak bu yüce Milleti “kendisi” olmanın dışına doğru sürüklemektedir.
Değişimi, gelişmenin unsurlarından birisi olarak anlamak ve ele almak mümkün ve doğrudur. Elbette gelişmeyenler sadece ölülerle aptallardır (Türkler, hiç mi hiç aptal da değildirler) ama kimlik tartışmalarının yüksek hararetle ve hiç kesilmeden devam etmesi değişimin değil “başkalaşımın” varlığının en büyük delilidir.
Özellikle Atatürk’ün ölümünden sonra, geçirilen savaşların da tecrübesi (veya yılgınlığı) ile içe kapanma veya karşıya almak istememe duygusundan olsa gerek, “batı ile beraber olma” hedefi çok sıkı tutulmuş ve “her şeye rağmen” halini almıştır. Özellikle 12 Eylül sonrasında Özal’la beraber, başka amacı olmayan bir milletin devlet politikası olmuştur.
Benim burada değinmek istediğim bu devlet politikası değildir. Batı’nın oluşmasında planlı bir şekilde ciddi katkısının olduğu bu toplumsal histeri ile Türk milletinin “kendisi” olmaktan çıkarılarak, biraz daha insan hakları, daha fazla demokrasi kandırmacaları ile başkalaştırılmasıdır.
Burada, liberal ve enternasyonalci aydınlarla eski tüfek solculara bir diyeceğim yoktur. Onlar kendi çizgilerinde istikrar sahibidirler. Benim üzerinde durmak istediğim özellikle Türk milliyetçisi aydınlar ile siyasetçileridir.
Bir takım Türk milliyetçisi bilim adamları veya siyasetçiler, gerek üniversitelerin gerek kamuoyunun ve gerekse başka faktörlerin veya özellikle de değişim rüzgârının etkisi ile bilimsel olmayı batılı olmakla eşdeğer tutan aksi takdirde bilimsel olunamayacağı anlamına gelebilecek ifadeleri kullanabilmekte; bazen ise değişim adına geçmişten bu güne düşünülen, yazılan, üzerinde tefekkür edilen, hatta zaman zaman iman derecesinde kabul edilen doğruların tam tersine fikirler üretebilmektedirler. Hatta değerlendirmelerin önündeki zorluğun öncelikle, “toplumda var olan önyargıları kırarak ve zihni zeminin milli kimlikle, etnisite, ırk ayrımcılığı veya ırkçılık gibi kavramları birbirinden ayırt edecek kadar gelişmemişlik veya düşünce bulanıklığı[2]” olduğunu söyleyebilmektedirler. Toplumun “tarihi inşa süreci içinde Milli kimliği oluşturduğunu belirterek, tarihselliğin temel eksen olarak altı çizilmekte, devamında dil, din, soy v.s. birliği gibi ifadeler hem toplumsal gerçekliği bir takım şeylerin toplamı olarak algılama yanlışını sürdüren ifadelerdir, hem de bu faktörlerin bütün tarihsel farklılıklarda aynı şekilde yer aldığını iddia edecek kadar tarih dışıdır[3]” diye fikir öne sürülmektedir. Daha sonra “Milli kimliğin herhangi bir etnisitenin içinde değil, etnisitelerin aşıldığı yerde ortaya çıkar dedikten sonra son zamanlarda milli kimlik tartışmalarının etnik ayrımcılık veya ırkçılık zemininde yapıldığını yazmaktadır[4]”. Fikirlerini “Türk adının bir etnisite olmadığını, Anadolu toprağında bin yıllık sentezin sonucu olduğunu, Türk etnisitesinin Türk milleti yerine kullanılmasının fevkalade gerçek dışı, tarih dışı bir anlayışın ifadesi olduğunu bunun sosyal bilimlere aykırı, hayali bir tarih anlayışının sonucu olduğunu, bunu yapanların ırkçılığa kayacağı[5]” şeklinde çok keskin ifadelerle belirtmektedir.
Türk adı elbette bir etnisite değildir. Bu toprakları vatan yapan milletin hâkim unsurunun genele verdiği addır. Tarihi geçmişi de bin yılla ve bugünkü coğrafyayla sınırlı değildir. Türk milliyetçiliği, millet telakkisini insanı merkeze alarak yapmıştır ve hiçbir zaman üstün ırk anlayışı içinde olmamıştır. Sanırım yapılan tariflerde batının ölçülerinin etkileri hissedildiğinden dolayı itirazlar ortaya çıkmaktadır. Çünkü batının geçmişinde insanla problemler vardır ve zamanla bu problemler büyümüş insanlığın başına dert açtıktan sonra çözüm aranmıştır.
Oskar ödüllü Cesur Yürek filminin başında, bütün olanların altında yatan sebep olarak derebeyinin ilk gece hakkının kullanmak için William Wallace’tan, karısını kendisine göndermesini istemesi vardır. Bu kadar gayri ahlaki bir kural ve benzerleri, yönetilenleri insan olarak kabul etmeyen batının geçmişinde vardır. Televizyonlarımızda dizi olarak da oynayan Shogun filminde, İngiliz John Blackthorne kendisini kurtaran Japonlara banyo yaptırdıkları için şeytanla işbirliği yaptırdıklarını düşünerek çok kızmıştır. Yenilerde anne-baba yatak odalarına konan, adını da duşakabin koyan bir topluma Beypazarı ve Safranbolu evlerindeki odalardaki kişiye özel “çimeceklerle” ev halkına hizmet eden “hamamlıkları” hatırlatmak yetecektir sanırım.
Suyla barışık olmayan, yıkanmanın insan sağlığı için ne kadar önemli olduğunu, helânın varlığını doğudan öğrenen, cadı olduğu için insanları yakan, sonradan geldikleri topraklarda yaşayanları soykırıma uğratan batının medeniyet temellerini iyi değerlendirmek gerekir. Böylesi temeller üzerine inşa edilen medeniyette ruh aranmamalıdır. Oysa bizim medeniyet anlayışımızda sevgi hâkimdir, adalet hâkimdir, haklı vardır, zayıfın korunması vardır. Dolayısıyla yapılacak tarif ve tasnifleri batının yaklaşımı dışında yapılmalı duygularımız incitilmemelidir. Aksi takdirde bugün zaten sarsılmakta olan özgüvenimiz hepten ortadan kalkabilecektir.
Bir başka Türk aydının: “Milliyetçi tezlerin Türklük tartışmalarının daha başta soy ve dil gibi şecereci (geneolojik) bir çerçeveye hapsedilerek hali hazırda yaşanan gerçeklik içinde böyle bir anlayışın geçerli olmadığını, hem de bunun zihni bir kilitlenme olacağının bir türlü idrak edilemeyişini[6]” belirtmesi, Türk milliyetçisi aydınların bir kısmının yaşananlar karşısında içinde bulunduğu fikri ve zihni savrulmanın boyutlarına örnek teşkil etmektedir.
Aynı makalede “Türk soyu ve Türkçenin ana dili olarak belirleyici olmadığı bir Türklük tanımı sahih midir?” diye sorulan bir soruya; “ Hangi insan, iki bin yıl evvelki büyük dedelerinin ve büyük analarının konuştuğu dille ilkokuldan mezun olabilir?” diye başka bir soruyla cevap vermektedir. Bunun devamında dilin ortaya çıktığından bugüne kadar değişerek geldiğini ve bunun göz ardı edilemeyeceğini yazmakta, Nihal Atsız ve onun tesirindeki Türkçü aydınların bunu göz ardı ettiğini söylemektedir[7].
Atsız ile Gökalp karşılaştırılarak, Atsız’ın Gökalp devrinin çok gerisinde kaldığı, etnik Türklük telakkisinin Türkiye ve Türklüğün felaketi için uğraşanların işine yarayacağını belirtip ardından da “Atsız’ın milliyetçilik söylemine** itibar etmek, milliyetçiler içinde millet içinde doğru bir tercih değildir[8]” denilmektedir. Türk milliyetçilerinin tamamının, yazarın “Atsız’ın söylemi” dediği tarifi kabul ettiklerini düşünmek doğru değildir. Ama makalede bahsedilmeyen Atsız’ın “Türk soyundan gelenlerle Türk soyundan gelenler kadar kendini Türk hissedenlerin meydana getirdiği topluluğa Türk milleti denir[9]” tarifi mükemmel bir yaklaşım ve problemlerimizi çözebilecek bir formül olduğu da ortaya konulmalıdır. Bu bir hakkın teslimi olacaktır. Hem ayrıca Türk fikir hayatının iki güzide insanını bu şekilde karşılaştırmak doğrusu çok anlamlı gelmemektedir.
Türk milliyetçiliği camiasının önemli isimlerinden birisi “Cumhuriyetimizin kuruluş konseptinde Türk demekle Türkiyeli demek arasında hiçbir fark yoktur[10]” diyerek kimlik tartışmalarına referans olabilecek katkılar yapmaktadır.
Bunun yanında Türk milliyetçiliğinin çok önemli ve ağırlıklı bir dergisinde, 12 Eylül öncesi yaptıkları bir yana çok değil birkaç yıl önce Bekaa Vadisinde bölücübaşı ile beraber askeri birlik denetler gibi eşkıya denetleyen geçmişin Maocusunun, milliyetçilik ile ilgili görüşlerini istemelerini ve yayınlamalarını demokratlıkla izah etmek çok da mümkün görünmemektedir. Sanki özellikle son yıllarda çok hızlı gelişen olaylar karşısında bir şeyler yapma arzu ve çabaları ile dağınık çalışmaların neticesi olarak ortaya çıkmaktadır.
Bütün bunların yanında gerek yazan gerek düşünen ve gerekse sadece konuşanlar arasında referans alınan üç özel isimle camianın ilişkilerinin irdelenmesinin doğru olacağı kanaatindeyim. Bu üç kişi, yakın zamanda kaybettiğimiz Attila İLHAN ile İsmet ÖZEL ve Alev ALATLI’dır. Üçünün de ortak özellikleri, 1980 öncesi Marksist görüşe mensup olmaları ve bu gün söyledikleri Türkçü veya İslamcı olmaları veya “kendi medeniyet hamlemizi yapmalıyız” teklifleri ile kamuoyunda bir hayli popülerdirler.
Öncelikle her üç fikir insanının da toplum için çok önemli referans olduklarının hakkını teslim etmek gerekmektedir. Numaralı cumhuriyetçiler, müzakere/mütareke basını eski marksist yeni liberal yazarçizer takımına karşı söyledikleriyle Türk milletinin savunma mevzilerini güçlendirmektedirler (kalanlara Allah sağlıklı ömür ve kalemlerine güç versin). Burada sözüm onlara değil, onları-neredeyse- huşu içinde dinleyen, okuyan ve … diyor ki diyerek referans alan Türk milliyetçilerinedir.
Bu camia iyi hatırlar… Bizim 14–16 yaşlarımızdayken sahip çıktığımız “Mustafa CEMİLOĞLU’nun” şahsında “Esir Türklere İstiklal” yürüyüşlerinde atılan sloganlar onların o gün oturdukları sırça köşklerine atılan, her biri mermi etkisinde haykırışlar değil miydi?
“Türk; asildir, medenidir, zayıfı, fakiri, yetimi, öksüzü, mazlumu korur, zalimi kahreder, gittiği yere adalet götürür. Biz çok çalışarak eski muhteşem günlerimize geri dönüp âleme nizam vermeliyiz” derken hepimizde daha çocuk denecek yaşta değil miydik? Yaşıtlarımızın yaşlarının tadını çıkarttığı hatta bugün büyüğümüz olmaya talip olanların rahatına baktığı yıllarda, bizler önce fikrimize olan inancımızla daha sonraları okuyarak, gözlemleyerek ve sonra da analiz ederek, yani önce “İmanımız ve Ülkücü İrfanımızla” sonra bilgiyle yüklenip sahip çıktıklarımıza, şimdi yeni sahiplenenlere hayran hayran ve “vay be… Ne güzel konuşuyor/ne güzel yazıyor***” diye bakmak nasıl izah edilecektir.
Bence bugünkü dağınıklığın ve kafa karışıklığının ardında bu başkalaşma süreci vardır. Bu süreç baskısını arttırarak devam etmektedir.
Bütün bu yazılanların “Medeniyetler Çatışmasına” zemin oluşturacağı söylenebilir. Böyle düşünebileceklerin büyük çoğunluğu zaten milliyetçiliğin ayrıştırıcı ve parçalayıcı yönlerini öne sürerek milliyetçiliğin karşısında olduklarını söylemektedirler. Bu yaklaşımın, milliyetçiliği batının yaklaşımları ile tarif ettiğinizde doğru olacağı kesin gibidir. Avusturya’daki Haider vakası buna tam bir örnek teşkil etmektedir.
Başkalarına özenenler hem özendiklerinin taklidi olmaktan öteye geçemezler hem de asılların taklitlerini muhatap kabul ederken küçümsemesine engel olamazlar. Ancak, asıl olarak özgün milliyetçilik kabul ve yaklaşımları “Medeniyetler Çatışmasının” önüne geçecek ve dünya barışının tesisine yardımcı olacaktır. Şurası bir gerçektir ki dünya barışı Türkler olmadan hem de Türkiye Türkleri olmadan olamaz.
Türkler “küresel düşünüp küresel davranan” ama idaresi altındaki her milletin/topluluğun “kendisi” olarak kalmasına izin veren hatta destekleyen insanlardır. Dolayısıyla Türklerin de “kendisi” olarak kalmaları da hem kendilerinin hem de insanlığın hayrınadır. Öncelikle Türk milletinin lokomotif gücü olan Türk milliyetçileri yeni bir silkiniş hamlesi ile ayağa kalkmalı, bu yüce Milletin milli harsına, töresine kavuşup yaşamasını sağlayacak zemini oluşturmalı, borçlarını temizleyecek ekonomik tedbirlerin alınması için Türk milletini ikna etmeli ve topyekûn bir kalkınma savaşı vermelidir.
Bu savaşın sonunda var olmak vardır. Bu var oluş insanlığın hayrınadır ve umarım Allah’ın da(C.C) hoşuna gidecektir.
Ve bu başarılacaktır.
——————————————————————————–
* Uluslar arası Göç Örgütü Türkiye temsilcisi Bayan Marielle SANDER-LİNDSTRÖM “Türk erkeği kadının zorla fuhuşa zorlandığını anlayınca kurtarmak için her türlü yardımı yapıyor. BATIDA GÖRMEDİĞİMİZ AHLAKİ TEPKİ BU” demektedir. Tercüman Gazetesi, 26 Şubat 2006, sh.7, röportaj: Sevil KÜÇÜKKOŞUM (Haramda bile böyle bir yaklaşımdaki asaletin başka nasıl bir izahı olabilir?)
[1] Türk adının, Türk milletinin isminin geçtiği ilk Türkçe metin… İlk Türk tarihi… Türk nizamının, Türk töresinin, Türk medeniyetinin, yüksek Türk kültürünün büyük vesikası… Türk gururunun ilâhî yüksekliği.. Türk feragat ve faziletinin büyük örneği… Türk edebiyatının ilk şaheseri… Türk hitabet sanatının erişilmez şaheseri… (Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, Ön Söz’den) www.orhunyazitlari.8k.com
[2] Doç. Dr. Vedat BİLGİN; Etnisite, Milli Kimlik, Tarih ve Toplum, Türkiye Günlüğü, sayı 80, Bahar 2005, sh.81
[3] Doç. Dr. Vedat BİLGİN, a.g. m., sh.83
[4] Doç. Dr. Vedat BİLGİN, a.g. m., sh.84–85
[5] Doç. Dr. Vedat BİLGİN, a.g.m., sh.85
[6] Mustafa ÇALIK, Hangi Milliyetçilikle Nereye Kadar? Türkiye Günlüğü, sayı 80, Bahar 2005, sh. 126
[7] Mustafa ÇALIK, a.g.m 126–128
** Bu söylemin ne olduğu makalede belirtilmemiş, karşı çıkılanı herkesin bildiği kabul edilmektedir.
[8] Mustafa ÇALIK, a.g.m 128–129
[9] H. Nihal ATSIZ, Türk Ülküsü, 1990, sh. 50–51
[10] Nevzat KÖSOĞLU, Müslüman’ın Türkçe Konuşanına Türk Derler, Türk Yurdu, sayı221, sh. 89
*** Bu yazdıklarımın hiç birisi adı geçen düşünürlerin söyledikleri veya yazdıklarının değerini küçümsemek adına değildir.