Yükleniyor...
21.05.2011
12 Eylül 1980… Dönüşüm Hazırlığı ve Gerçekleşme…
12 Eylül İhtilalini izleyen yıllarda demokrasiye geçişe kadar yaşananlar çok önemlidir. Hukukun askıya alındığı, bir yanda 11 Eylül’e gelen kadro ve fikirlerin tutuklandığı dolayısıyla yönetime yeni kadroların geçtiği, yeni yönetim anlayışının tohumlarının atıldığı dönemdir. Özellikle ilk iki yılda “24 Ocak Kararlarının devamı” şeklindeki meşruiyet zemininde, Türk milletinin (ve de Müslüman’ın) bilmediği, alışık olmadığı bir süreç toplumun tüm kesimlerini girdap gibi içine çekmiş, faiz çılgınlığı salgın bir hastalık gibi yayılmış ve tefecilik yasallaşmıştır.
Çılgınca bir hızla yaşanan bu süreç; sonunda, intiharlar, cinayetler, boşanmalar, akıl ve ruh sağlığını kaybetmeler ya da cezaevlerine düşmeler şeklinde gerçekleşen trajedilerle bitmiştir.
Bu trajedi; toplumun o iki yıllık süreçte 12 Eylül öncesine ait hiçbir şeyi hatırlamaz hale getirilişini de sağlamış, daha sonra yapılacaklara zemin hazırlamıştır. Hakkı olmayanı isteyen, faizin haram olduğuna inancına da rağmen yıldırım hızıyla yön değiştirenlerin sorumluluğu bir yana, aslında, Türk milletinin irfanına indirilmiş en büyük darbelerden birisidir.
Makyavel büyük eseri Hükümdar’da kralına: “idare ederken birisinin parasını almayı mı, babasını öldürmeyi mi tercih edersiniz?” şeklindeki sorusuna: ”babasını öldürmeyi” diye cevap verir. Açıklaması cevaptan daha ağırdır. Çünkü “insanoğlu babasının ölümünü unutur ama cebinden alınanı unutmaz”. Türk toplumu da yaşadığı bu dönemi unutmadı ve demokrasiye geçişte verdiği parayı geri alabileceğini umdu galiba, hem de banker faciasını yaşatanlar sayesinde…
Bu trajedinin senaryo yazarları daha doğrusu yönetmenleri veya en doğrusu başrol oyuncuları önce istifa edip sonra parti kurdular ve 6 Kasım 1983 seçimlerinde %45,14 oy alarak iktidar oldular.
Artık her şey –özellikle ekonomik alanda- yeniden kurgulanmaktadır, Türkiye çok kısa süre içinde sisteminde çok önemli değişiklikler yapılmaktadır. Ve hiçbir şey eskisi gibi değildir, hayat değişmektedir.
Her şey yenidir, “Değişim” kaçınılmazdır ya değişiliyordur.
Öyle güzel işler yapılmıştır(!) ki, ama her ne hikmetse bu güzellikler birkaç yıl sonra yeniden “reform”a tabi tutulacak, yeni yapılanların da adı “reform” olacaktır. Fakat bütün bu yapılanlar yüksek enflasyon ve ekonomik krizlerden sonra gelmekte, küresel mecburiyetler de(!) olan bitenin zoraki mazeretleridir.
Özellikle mali düzenlemeler “hantal olan Devletin” yüzünden yapılmıştır. “zaten orada da düzenlemeye ihtiyaç vardır, aksi takdirde küresel yarışta geç kalınacaktır” tehdidi(!) Devlet’in “değişimini” kaçınılmaz hale getirmektedir. Ama her ne hikmetse hiç kimse bu tehdit karşısında Devleti tahkim etmeyi ya da “surda onarım yapmayı” düşünmez de yıkıp, yeniden yapmak gündemdedir.
Bu arada “birkaç çapulcu”nun işi olan 1984 Eruh baskını bu yalancı bahar içinde kaybolup gider. Çünkü artık Milletin ve siyasetin öncelikleri değişmektedir. Para, ekonomi öne çıkartılmakta bu da “ekmek”in arkasına saklanılarak gerçekleştirilmektedir..
Bu süreç aynı zamanda, devletin imkânlarının -ama her kademede- siyasette birlikte olunanlara nasıl aktarılacağı ya da kullandırılacağına dair oldukça hızlı bir öğrenme süreci de olmuştur.
“Yiyor, hırsız falan ama çalışıyor kardeşim”, “benim memurum işini bilir”, “Anayasa’yı bir kere delmekle ne olur”, gibi özdeyişler de; “tüyü bitmedik yetimin malı”, “beyt-ül mal” gibi anlayışların yerini ikame etmeye başlamıştır.
1877’de başlamış 1922’de bitmiş olan 45 yıllık savaşların sonunda savaş yetimleri için kurulan Emlak ve Eytam (yetimler) Bankasının bu dönemde içi boşaltılmış, Bankanın Genel Müdürü bu dönemde, mahkemede, “rüşvetin belgesi mi olur ulan p…nk” hitabına muhatap olup mahkûm olmuştur.
Bütün bunlar olup biterken Türk milliyetçileri ya cezaevlerinde ya da ayakta durma mücadelesindedir. Amansız bir süreç yaşanmaktadır. Bu süreç de ayrı bir can pazarıdır. 1985’den sonra cezaevi yaşantısı oldukça azalarak devam etmiş, etki yoğunluğunu kaybetmeye başlamıştır.
Paradigma Değişikliği mi? Yoksa…
Denetimsiz ve kontrol altına alınmamış olan bu hızlı dönüşüm, toplumun yüzyıllar içinde yoğrularak gelen toplumsal alışkanlıklarını etkilemişti. Tıpkı viraja çok hızlı giren araba gibi, savrulmayı da beraberinde getirdi.
Bu dönüşümün en önemli araçlarından hatta en etkililerinden birincisi siyasetin yapılış biçimiydi. Özellikle güç –gerek bürokratik gerekse ekonomik- siyaset sayesinde çok kolay ve zahmetsiz elde edilmeye başlanmıştı. Dolayısıyla siyaset yapmak çok önemli hatta elzem hale gelmişti.
Siyaset yapmanın, hem de her ne şekilde olursa olsun, özellikle “İçeride’ki –sonradan İçeri’den yeni çıkmış- arkadaşlarımıza yardım için” önemi öne çıkarılıyordu. Böyle bir mazerete kim karşı çıkabilirdi?
Elbette, siyaset daha sonra “ben” duygusunu öne çıkaracak, doğasında olan kıyıcı rekabet kendisini gösterecek ve “her şeye rağmen” haline gelecekti. Hiç kimse elindeki gücü kaybetmek istemiyor, muhafaza etmek için de elinden geleni yapıyordu.
Özellikle Başkentin insanı mevcut iktidar partisinde önemli dostları ya da ekibiyle beraber stratejik siyasi ve bürokratik mevkilerde yer almayı başarıyor, bu arada gelecek seçimlerde iktidar olma ihtimali olan partiyi de hiç ihmal etmiyordu. Zaten “eski Ülkücüydüler ya”, orası da “baba ocağıydı”. Siyasetle ilgisi ideolojik zeminlerde olmayanlar için normal gibi görülebilecek bu durum Türk milliyetçileri tarafından “milliyetçilik her zeminde yapılır” yaklaşımıyla meşruiyet buluyordu.
Bu arada en önemlisi siyasetin ve toplumsal yaşamın öncelikleri değişmeye başlamış, başarı için “muhafazakâr”lık kavramı öne çıkarılmaya başlanılmıştı. İnsanlar; “görmüyor musunuz kardeşim, millet böyle istiyor, siyasetin gereklerini yerine getirin” ile başlayan cümlelerle kendilerine yeni bir yön çizmeye başladılar.
Toplum bu tarafa yönlenirken Türk milliyetçileri (Türkçüler) için de; “Tanrı Türk’ü Korusun ve Yüceltsin” değişti, önce “Allah Türk’ü Korusun ve Yüceltsin” oldu, ardından hiç kullanılmaması tercih edildi. Bir dakikalık saygı duruşları, “bir Fatiha süresi” saygı duruşuna dönüştü. Örtünmek farzdı ancak bizimkiler anaları gibi (Türk gibi) örtüneceklerine nereden geldiği belli olmayan “türban” şeklini tercih ettiler.
“Militarizm ve oportünizm” suçlaması ile ilk ayrılık geldi. Artık camia tek parça da değildi.
Çok iyi hatırlıyorum, Rusya’nın şehit ettiği Cahar Dudayev için kılınan gıyabi cenaze namazından sonra ilk atılan slogan “Kahrolsun İsrail”di ve hemen ardından İsrail Bayrağı yakılmıştı. Yani husumet önceliğimiz de farklılaşmış, hasım tespitinde bile “muhafazakarlaş”mıştık.
Bir parça farklı düşünmeye, düşündüklerini konuşmaya çalışanlar bir şekilde susturuluyordu.
Ben tam burada İskender Öksüz Hoca’mın “paradigma değişikliği” diye tanımladığına bir yaklaşımda bulunmak istiyorum. Hoca’mın dediği gibi paradigma değişikliğinde bilim vardır, akıl vardır, olumluluk arayışı vardır. İrade kullanımı söz konusudur ve genellikle değişen şartlara karşı strateji ya da taktik değiştirme olarak algılanan bir tanımlamadır. Dolayısıyla, ben, yaşananların “eksen kayması” ile daha uygun bir şekilde anlatılabileceğini düşünüyorum.
Mesela, bu yıl yüzüncü kuruluş yılını kutlayan, camianın önde gelen kuruluşu internet sayfasında kendisini “liberal muhafazakâr” olarak tanımlamaktadır. Hâlbuki kıymeti ölümünden sonra her gün biraz daha artan merhum Galip Ağabey (Erdem) “Türk milliyetçiliğinin ne önüne bir sıfata, ne arkasına bir kuyruğa ihtiyacı yoktur” demiyor muydu?
2002’den bu yana eskisinden daha baş döndürücü bir değişim ve dönüşüm süreci yaşanmakta, Eksen’de ikinci bir faz kayması olmaktadır.
1984’den beri süre gelen bölücü terör ve destekçileri; “ayrı bir millet, ayrı bir bayrak, ayrı bir başbakan” ister hale gelmiş, olmazsa “iç savaş çıkar” tehdidini savurmaktadır.
Devlet inkâr politikalarını terk ettiğini söylemektedir. Yeni bir anayasa yapılarak “ileri demokrasiye geçilecek” ve terör konusu halledilecektir.
Bütün bunlarla birlikte; “Ufka Bakmak”la “Türk tarihinin sarkacı yükselişe geçtiği, bunu göremeyenlerin kıblesini milletinkine çevirmesi gerektiği” hükümleri verilmektedir. Bugün yüzyıl öncesinden ayrıldığı algılamaları yoğunlaşan liberal muhafazakâr Türkçüler tarafından “Millet’in tanımını, kimsenin kendisini dışında tutamayacağı bir şekilde yeniden yapmalıyız” denilmekte, kurumsal kimlikle kamuoyuna ilan edilen bu görüşe, yine camiadan ya da o kurumsal yapıdan hiç kimse sesini bile çıkarmamaktadır.
80 sonrasından bu yana hep iktidarla beraber hareket etmenin dayanılmaz cazibesini yaşayanlar ellerindeki gücü hiç kaptırmadan bugüne gelmişlerdir.
Bütün bunlar İskender Hoca’mın enfes tabiri ile “kaba fırça darbeleri”, detay bilim insanlarının işi. Eksiklik mutlaka vardır, ciltler dolusu yaşanmışlıklardan bahsediyoruz ve anlatmaya çalıştığımız da insandır.
Son bir fırça darbem daha var. Bence eski ile yeni arasındaki en büyük fark; eskiden güçle ilişkilerimizde inandıkları fikrin ölçü taşları, değişmezlerimiz vardı, terazimiz hep doğru tartardı. Hiçbir şekilde, hiçbir güç karşısında ve hiçbir iktidarla “kırmızı çizgiler” silinmemiş, eksen kayması olmamıştı. Ama şimdi… Eksen kaymasına uğramayanlar pek ortada görünmüyorlar.
İnandığı gibi duruş sergilemeyenler durdukları yere inanmaya başlamışlardır.
Eric Hoffer Kesin İnançlılar isimli kitabında “”üstünlük duygusu taklitçiliği önler” demektedir. İnsanlık tarihini yöneten Türk milleti ve Türk milliyetçileri, eskiden Ülkücülüğünü “Arşimet’in Kaldıracı” olarak hisseden ve dünyayı yerinden oynatacak gücü kendisinde bulanların, yeniden “kendisi olmaktan” başka çareleri yoktur.