İlk Göktürk, Kırk Göktürk, Son Göktürk! Bir Tarihin Yeniden Doğuşu.

Tarihin derinliklerinden seslenen o yakıcı çığlık. On yıl öncesi bir mücadele ile 1500 yıl öncesi bir savaş. Korkmadık, savaştık diyenlerin hikayesi.


Güç ve sorumluluk

Ne iş yaptığımız bizi kısmen tanımlasa da aslında bizden sadece belli izler taşır. Adımızın başına veya sonuna kimi sıfatlar ekleyebilir, toplum içerisinde saygın bir yer edinebilir, bununla da gurur duyabiliriz. Peki, bize gurur ve statü kazandıran meslekleri yaparken sadece yeteneğimiz doğrultusunda mı görevimizi yapmalıyız? Bu bizi işimizde başarılı yapsa da her zaman bu kural geçerli olmayabilir. Örneklendirelim. Mesela işimiz ayakkabı boyamaksa, boyadığımız ayakkabı karşılığında ücretimizi alabilir, bir sonraki işe koyulabiliriz. Esnafsak ürün satabilir, karşılığını isteyebiliriz. Mesela önemli olan sadece işimizi yapmaksa; bir baltaya sap olabilir, her gördüğümüzü kırılacak odun sanabiliriz. Çarkımız bu sayede dönmeye devam edebilir. Peki, görevimiz ya doktorluksa? İşimiz sadece rapor yazmak veya şöyle bir laf olsun diye bakmak olabilir mi? Peki, ya avukat isek? Ya hâkim? Peki ya savcı isek? Yine sadece işimizi yapabilir miyiz? Şayet işimiz gereği sorumluluk alanımız iki kişinin dışına çıkıyor ve koca bir ülkeyi ilgilendiriyor ise yapamayız. Büyük güç, büyük sorumluluk istiyor. Bu sorumluluğun altında ezilmemek de sadece görev bilinci taşımakla olmuyor. Bunun yanında onur, erdem, vicdan, vatana ve millete bağlılık bir de tecrübe istiyor. Birinden birisi olmazsa sonucu felaket olabiliyor. Bu vasıfları taşımayan sözde savcı ve hâkimlerin ülkemize verdikleri zararlar ortadır. Milletimizin sinesinde açtıkları yaranın derin izlerini hep beraber yaşadık. Balyoz, Ergenekon ve isimli davalarda; şerefi ile taşıdıkları şanlı üniformaya atılan iftiralar ile milletimizin nice kahramanı zindanlara atıldı. Sesleri kısıldı, avazları örtüldü; yok sayıldılar. Dara düştüler; buna rağmen kendilerini unuttular, bu iftiralar bize değil milletimize atılıyor, duyun bizi dediler. Seslerini duyuramadılar. Çıkan sese de pek bakan olmadı. İşte bu travmayı herkes susarken, bir şekilde sindirilirken kameralar önüne seren birinden bahsedeceğiz. İşi sadece kamera kadrajı yönlendirmek olmayan, sahip olduğu yeteneklerini onurlu ve erdemli bir şekilde bu milletin hizmetine vakfeden; herkesin sustuğu zamanlarda bize tercüman olan, bizi bilen, bizden olan bir adamdan ve onun eserlerinden bahsedeceğiz. Yönetmen ve senaristimiz: Alper Çağlar’dan

Sinemaya can suyu

Alper Çağlar. Çekeceği her film öncesi, filmin geçeceği zorlu coğrafyayı gezerek, ruhumuza işleyecek sahnelerin yerlerini keşfediyor.

Peki, kimdir bu Alper Çağlar? Ne farkı var? Neden onun çalışmaları bu kadar önem taşıyor? Konumuza bu soruları irdeleyerek başlayalım. Önceki yazılarımızı okuyanlarca malumdur. Sanat ve sanatın yönlendirme; farkındalık yaratma konusundaki etkisinden bahsettik. Parçadan bütüne nasıl götürdüğünü anlatmaya çalıştık. Alper Çağlar da bunu yapıyor. Ancak bir farkla. Yaşayarak ve yaşatarak. Türk sinema ve dizi sektöründe peş peşe filmler çekiliyor ve çekilen bu yapımlar özgünleri de olmakla birlikte genelde birbirini tekrar eden veya ısmarlama yapımlar olarak hayata geçiyor. Vizyon tarihi belli olmasına rağmen henüz isimleri bile belli olmayan sipariş filmler çekiliyor, o tarihe alelacele yetiştiriliyor. İnsanlar da bu yapımlara biraz neşelenmek, keyifli vakit geçirmek için gidiyorlar. Sevilirse, kısa süre sonra ikincisi, sonra üçüncüsü, sonra kabak tadı veren son serisi geliyor. Yani salon doldukça, bir sonraki film için de aslında ön sipariş verilmiş olunuyor. Ancak bu filmlerin salonundan çıktıktan sonra hayat, bir değişime uğramadan kaldığı yerden devam ediyor. Çünkü amacı seyirciye sadece gişe olarak ulaşmak olan bu tarz filmlerin tek derdi bir sonraki film için talep oluşturmak oluyor. Çıktıkları beyaz perdede zihinleri aydınlatmak, bakış açısı kazandırmak, yeni bir hayat yaşatmak gibi bir dertleri olmuyor. Sonra bir bakıyorsunuz, bu insanlar ve filmleri sektörü öldürmeye başlıyor ve lokomotifin bacasından duman çıkmaz oluyor. İnsanlar verdikleri paranın hakkını alamamaya, salonlara küsmeye, farklı dünyaların masal diyarından mahrum kalmaya başlıyor. İşte tam da burada “Karamurat ölmedi!” edasıyla bir adam çıkageliyor. Sektöre ve vizyon tarihi belirleyen tekel sahiplerine meydan okuyor. Kendi özgün görüşünü dikte ediyor. Üstelik bunu da öyle parayla, şanla-şöhretle değil salonlara küsen ama hep bir umut ile iyi işler bekleyen, kalite yapımları hak eden sinemaseverlere güvenerek yapıyor.

Fısıltı Gazetesi

Daha öncesinde bir iki yapımı olsa da asıl çıkışını 2012’de yapıyor. Dağ 1’i çekiyor. Salonlarda film pek ilgi görmüyor. Bir hafta kalıyor ve vizyondan kalkıyor. Tıpkı Esaretin Bedeli gibi! Esaretin Bedeli de vizyonda hiç kıymet görmemesine rağmen sonradan değeri anlaşılıyor. Bugün hâlâ üzerine film çekilebilmiş değil. Dağ 1 de internette yayımlanmaya başlayınca herkes izlemeye başlıyor. Kulaktan kulağa anlatılıyor. İzleyen hemen bir diğer arkadaşına tavsiye etmeye başlıyor. Vizyondaki izlenme sayısını, filmi yayınlayan her site kat be kat geçiyor. İnsanlar izledikçe şaşırıyor. Beklenmedik bir oyuncu performansı ve kurgu ile karşılaşıyor. Benzeri birçok film çekilmesine rağmen bu film izleyicisinin gönlünde yer ediyor. Peki, bu filmdeki farkı ne yaratıyor? Bu soruya doğru cevabı bulmak sektörü de aslında canlandıracak ana kıvılcımı taşıyabilir: Gerçeklik ve kurguyu iç içe sokmak. Sırası ile paylaşılan videolardan biri hayatın kendi. Kahraman komutanlarımızdan Engin Alan’ın kumpas davalar infilak ederken ki yaptığı tahliye konuşması. İkincisi ise Börü’de Özel Harekâtın üç kurucusundan birini canlandıran İrfan başkanın kumpas davalar sonrası tahliye sırasında yaptığı konuşma. Gerçek ve kurgunun iç içe geçmesi.

Alper Çağlar, çektiği her filme kendi hayatından izler ekliyor. Bizzat yaşadığı duyguları filmlerinde işliyor. Yaşanan anılar gerçek olunca, seyirci de bunu alıyor. İçine işlemesine izin veriyor. Mesela askerken yediği tadelle çikolatasını unutamıyor. Bunun onda yaşattığı hissi çok iyi biliyor. Hemen hemen her yapımına da bunu koyuyor. Dağ 1 ve 2’de, Börü’de. O an o duygunun gerçekliği ile filmdeki kahramanlar da birden figür olmaktan çıkıp ete kemiğe bürünüyor. Mesela Dağ 1’i izleyip; Dağ 2’ye koşa koşa giden milyonlarca seyirci buna en güzel örnek. Katlanarak artan seyirci ile arasındaki duygusal bağ da Dağ 3’ün beklentisini artırıyor. Yalnız bu seri sipariş üzerine değil kurgu üzerine yapılıyor. En başından itibaren herkesin “Sen çek, biz izleriz.” demesine rağmen Dağ 3 serininin son filmi olacak. Çünkü bazı duygular suistimale gelmez. Dağ 2’nin gişe başarısından sonra, yapımcılar bunun kokusunu aldı. Bütün büyük teve(TV) kanallarında askerî diziler mantar gibi çıkmaya başladı. Yavaş çekimler, duygu sömürüleri ile seyirci kazanılmaya çalışıldı. Milliyetçi duygular ile bu yapımları izleyenler bir yerden sonra izlemeyi bıraktı. Bir sezon çekilip sonra unutuldu. Bunlara bir de sinema filmleri eklendi. Bunlardan biri de askerliğini bedelli yapmasına rağmen Özel Kuvvet askerini canlandıran Burak Özçivit’in filmi Can Feda oldu. Adı ne kadar güzel ve anlamlı değil mi? Prodüksiyon da bir o kadar öyleydi. Peki ya izleyicisi sayısı, seyirci ile arasındaki bağ ona ne oldu? Gişede çakıldı. Unutuldu gitti. Çünkü seyirci inanmadı. Kabul etmek istemedi. Samimi gelmediği için filme gitmedi. Bunlara rağmen Alper Çağlar’ın derdi gişe olmadı. O gişe yapmayı, seyircisinin gönlüne tercih etmedi. O öyle yapmadıkça seyircisi ve gişesi arttı.

Hendek Operasyonları ve Börü

Börü. Yalnız kurtların hikayesi.

Kitlelere ulaşabilen insanların sorumlulukları yüksek oluyor dedik. O da bunun bilinci ile milletine ve devletine bağlı olan Polis Özel Harekât’ın( PÖH) gözünden ülkenin yaşadığı felaketleri anlattı. Yeni teknolojiler, blu ray çekimler, dublörsüz sahneler. Neyse o. Yer yerinden oynadı. Orada izlediğimiz kahramanlar aslında hendek operasyonlarının kahramanlarını ve çektikleri sıkıntıları gösterdi bize. Aileleri, dertleri, huzursuzluklarını anlattı. Ayı Murat’ın şehit olduğu sahnede hepimiz kahrolduk. Çöken binada Bordo Bereli Enes Üsteğmen ve kahraman silah arkadaşları ile beraber biz de göçük altında kaldık. O gün o binada günlerce kalan kahramanlarımız oldu. 3 şehit verdik. Metropollerde yaşayan büyük çoğunluk haber olarak bile duymadı. Sonra Alper Çağlar “Çirkin olsan bile” diye bir bölüm çekti. Bütün o kahramanları izletti bize. Yüreğimiz yandı. Gerçekten beslenen kurgu birçok insanda farkındalık yarattı. Ne oldu dedirtti. Hendek operasyonlarında verdiğimiz şehitleri bir kez daha andık. Onların da bizim gibi bir hayatı, eşi dostu olduğunu hatırladık. Daha bir detaylı inceledik o dönemleri. Türk’e kefen biçmeye kalkan olur ise daha diri, daha dinç kalmamız gerektiğini hatırladık. Yine… Konuyla ilgili görev ve sorumluluğu sadece işini yapmak olmayan bir başka isim ile devam edelim. Nazlı Çelik. Onun konuşmasından bir kesit bırakıyorum buraya. İzleyiniz. Bitiriyoruz birazdan.

Göktürk Üçlemesi

Şimdi o taşın altına tekrar elini sokuyor. Türk film tarihinin en kapsamlı film serisini yapmaya girişiyor. Bunu da tarihine olan bağlılıkla, milletine olan sevgisiyle , işine olan tutkusuyla, tarihine ve seyircisine saygısıyla, yapıyor. O saygıdan ki Börü’nün sinema filmi vizyondayken, seyirci eleştirileri sonrası filmde değişiklik yapıp ek bir maliyet ile filmi tekrar sinema salonlarına gönderiyor. Tek gaye kalite isteyen seyirci bunu elde etsin. İzlerken iç geçirdiğimiz, adamlar yapmış bee dediğimiz yabancı aksiyon ve savaş filmlerini biz de yapabiliriz, daha da iyisini yapabiliriz diyor. Yaptıkları ise yapacaklarının kanıtıdır.

Yakın zamanda vizyona girecek üçleme ile Türk sinema tarihi yeni bir döneme girecek. İlk Göktürk, Kırk Göktürk, Son Göktürk. Merak ve heyecan ile bekliyoruz. Tutkun hiç eksilmesin Alper Çağlar. Herkesin sustuğu, sesini çıkarmadığı dönemde sen ihanet sürecini gözler önüne serdin. Eğilmedin, bükülmedin. Atsız’ın da dediği gibi; Bir gün bir yazıcı gelecek. Bütün bu hikâyeyi anlatacak. O anlattı, sen de çekiyorsun.

Yazar

Mehmet Onur Karadayı

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar