Yükleniyor...
Son zamanlarda devlet ile millet arasındaki bağın zedelendiğini hepimiz yakından müşahede ediyoruz.
Uzun yıllar süren mücadeleler ve ödenen bedeller neticesinde modern devlet ile yurttaş arasındaki bu bağ, toplum sözleşmesi ile teminat altına alınmıştı. Formül basitti: Vatandaş vergisini verir, kanun koyucunun koyduğu kanunlara uyar, askerlik görevini yerine getirir karşılığında ise devlet de ona gerekli korunma ve diğer imkânları sağlar. Jean Jacques Rousseau, toplum sözleşmesi kitabında bunu detaylı bir şekilde anlatır.
Fakat bu durum, son üç yüz yıldır böyledir. Özellikle Avrupa’da gerçekleşen reform ve rönesans hareketleri sonrası başlamış ve Fransız İhtilali’yle de kurumsal bir hâle gelmiştir. Sonrasında da bugün modern devlet dediğimiz olguyu ortaya koymuştur.
Yani, yurttaş ile devlet arasındaki karşılıklı rıza beyanı gerçekleşmiş, bir taraf vergi vermeye gönüllü olmuşken devlet kurumu da bu vergilerle tek tek yurttaşları muhatap kabul ederken onların birliğinden müteşekkil milletin egemenliğini de yine milletin adına korumaya başlamıştır.
Fakat bu gelişmeler Avrupa kıtasındaki devletler için geçerlidir. Bizim gibi varlığı tarihin kadim çağlarına kadar uzanan milletler için durum bundan oldukça farklıdır.
Biz Türkler, devletle sadece hukuki bir bağ kurmayız. Devleti var eden aslî unsurun, millet olduğunu biliriz. Bu yüzden de milleti yaşat ki devlet yaşasın anlayışı ile büyük devletler kurup varlığımızı kesintisiz bir şekilde devam ettiririz.
Fakat devletle kurduğumuz bu bağı bazen yanlış yorumladığımız dönemler de olur. Bu dönemlerde bir takım manipüle gücüne kavuşmuş güç sahipleri, milletimizin devleti ile bağını kendi şahsi ve siyasi emelleri için kullanır. Çoğu zaman da bunun adına beka der.
Beka, tasavvufta bir varlığın insana özgü niteliklerinden ve ilişkilerinden sıyrılarak sürekli tanrı özünde kalmasını konu alır. Aynı zamanda geçici olduğu düşünülen bu evrenin karşıtı, ölümsüz varlık alanı içinde kalmasını da ifade eder. Yani özü itibariyle devletin varlığının sonsuz bir varlık olduğunu düşünür ve bu hâlinde kalabilmesi için, içinde bulunduğu tehdit ve tehlikeleri aşma azim ve kararlığını ifade eder.
Ancak bu anlayış, iktidar sahiplerinin uygulamalarıyla halkın nazarında ne yazık ki oldukça aşınmış bir duruma gelmiştir.
Çünkü devletin bekasını XIV. Louis gibi kendi benliklerinde gören iktidar sahipleri “devlet benim!”, “Ben gidersem devlet çöker” zihniyeti ile hareket etmektedir. Devletin varlığını âdeta kendi ölümlü vücutlarında taşıdıklarını zannettikleri için de devletin bekasını kendi bekaları ile birlikte görmeye başlamışlardır. Hâliyle bu durum, devletin bekası dendiği zaman halkın nazarında kavramın aşınmasına neden olmuştur.
Lidere sadakat ve Ulü’l-Emre itaat anlayışını, kendi bünyesinde içselleştiren milletimiz, devlet başkanlarını sorunsuz ve insani hatalardan muaf görmektedir. Bu da oldukça çarpık bir düşünce olan liderin bekası ile devletin bekasını iç içe geçirmeye neden olmuştur.
Cumhuriyetimiz bunu uygulamaya koyduğu devrim kanunları ile aşmaya çalışmış fakat ne yazık ki henüz tam istenilen noktaya gelinememiştir.
Bu durumu şöyle de ifade edebiliriz: Ölümsüzlük içeren bir anlayışı, ölümlü bir bedene hapsetmek. Madde ile ruhu bir araya getirip ikisine de bir ve bütünmüş gibi bir muamele yapmak, olayları bağlamında değerlendirmemizi engeller.
Bu yüzden, makam ve mevki sahipleri, iyi demagoglar vasıtayla bu çarpık düşünceyi yerleştirmek için millete yedi gün yirmi dört saat dikte edince, halkın nazarında bu anlayış yavaş yavaş kabul görmeye başlamıştır. Bu da ne yazık ki devlet liderlerinin varlığını, devletin de varlığının teminatı olarak görüldüğü bir durumu ortaya çıkarmaktadır.
Hâl böyle olunca terörist elebaşını meclise çağırmak, halk nezdinde “bir bildikleri vardır, devlet büyüklerimiz bizden iyi düşünürler” anlayışına kapılmalarına ön açıyor.
Ancak bu, kadim tarihimizden itibaren getirdiğimiz devlet anlayışımızla taban tabana zıt bir anlayıştır. Çünkü, devlet bir milletin en organize hâlini ifade eder. Yani ortada bir millet varsa devlet vardır. Kendi organize yapısını, bir organizasyona çeviren millet, kendi varlığı ortadan kalkmadan nasıl oluyor da devletini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya gelebiliyor?
Bu durumda asıl soru şu: Türk milleti bir var olma tehdidi altında, esaret mi yaşamaktadır ki devletinin bekası bir tehdit altına girsin?
Şayet buna “Bizi öldürebilirsiniz fakat esir alamazsınız!” diyorsanız, siz de Türk milletinin bir ferdisinizdir demektir. Bu durumda demek ki asıl beka(!) tehdidini başka bir yerde aramak gerekiyor.
Peki, milletin varlığına kast edenlerin, bizim özelimizde, Yüce Türk milletinin, bekasını tehdit eden eli kanlı bir teröristten medet umulması nasıl bir çarpıklığın ifadesidir?
Demek ki mesele burada çarpıklığın millete anlatılmasındaki yöntemdir. Türk milletinin devleti ile kurduğu bu bağı yanlış yorumlayan ve elindeki kitle iletişim güçleriyle birlikte onun varlığını kendi varlıkları ile birleştirmek isteyenlerin, manipüle güçlerinin bir yansımasıdır.
Bir kişiyi her zaman kandırabilirsiniz fakat herkesi her zaman kandıramazsınız.
Milletimiz artık yapılanları büyük oranda görüyor ve buna karşı çıkıyor. Kendi geleceğini kanı pahasına koruyan bir milletin, eşkıya başına ihtiyaç duymadan da varlığını sürdürmesi mutlaktır. Milletimiz de her köşe başında bunu haykırmaktadır. Bu haykırışına kulak tıkayanlara da bu yüzden karşı çıkmakta toplum sözleşmesine, yapılan anlaşmanın devlet eliyle askıya alınmasına anayasal hakkını kullanarak itiraz etmektedir.
Uzun yıllar, yurttaşın yine devletle arasında yaptığı sözleşmeye göre taraflardan birisi anlaşmaya uymazsa uygulanacak yaptırımlar, bir neticeydi. Yurttaş, kanun koyucunun koyduğu kurallara uymazsa cezai yaptırıma tabiî tutulur; şayet devlet yurttaşın haklarını korumazsa da yurttaş en temel hakkı olan protesto hakkını kullanırdı.
Bugün gelinen noktada durum tam olarak budur. Devlet, onun yetkilerini kullanan iktidar vasıtasıyla görev ve ödevlerini yerine getirmemektedir. Yurttaş her türlü vergiyi fazlasıyla vermekte, kurallara uymakta, askere gitmekte bu sayede de kamu düzeni korunmaktadır. Ancak sözleşmenin diğer tarafındaki devlet için aynı şeyi söylemek ne yazık ki mümkün değildir.
Türk milletinden vergi alıp güvenliğini sağlamıyor, 13 milyon yabancı ve kaçağı milletin rızası olmamasına rağmen ülkede tutuyor, milletin egemenlik sahası olan sınırlarını kevgire döndürüyor, en temel eğitim hakkını bile eşit bir şekilde dağıt(a)mıyor…
Hâl böyle olunca kendisini devlet ile bir sanan iktidar, daha ne olmasını bekliyor? Elbette bu durumda yurttaş da en temel hakkı olan protesto hakkını kullanacak ve kullanıyor.
Bu protestolar neticesinde özellikle son günlerde polislerimiz üzerinden çıkarılmak istenilen tartışmaların, devlet ile millet arasındaki bağı daha da zayıflattığını gözlemliyorum.
Asıl meselenin burada cereyan ettiği kanaatindeyim. Ne demek istediğimi biraz aşağıda açacağım.
22 Ekim’de terörist elebaşının meclise davet edilmesi, sonrasında Türk milletine dayatılmak istenen şartlar, buna karşı çıkmak isteyenleri tutuklamak ve tehditle sindirmeye çalışmak girişimleri yetmezmiş gibi bir de Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyen teğmenlerimizin ihraç edilmesi, toplumda biriken enerjiyi ortaya çıkardı.
Bunda özellikle Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın hukuksuz bir şekilde tutuklanması ve sonrasında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması etkili oldu. Zaten her alanda boğazından sıkıldığını hisseden millet, bardağı taşıran son damla ile birlikte sokaklara döküldü.
Atatürk’ün gençliğe hitabesinde Cumhuriyetimizi emanet ettiği gençlerimiz başta olmak üzere 7’den 70’e herkes bu hukuksuzluklara karşı çıktı. Çıkmaya da devam ediyor.
Halkın, şehirlerin meydanlarında protesto gösterilerine başlaması da hâliyle yurttaş ile kolluk kuvvetlerimizi karşı karşıya getirdi. Bir yandan yurttaşlar, anayasal haklarını kullanmak istiyor ve hükümeti (ki artık bildiğimiz anlamda bir hükümetimiz de yok, hilkat garibesi bir tek adam sistemi ile yönetiliyoruz) protesto ediyor. Diğer yandan iktidar sahipleri tarafından kolluğa verilen talimat gereği polis, göstericilere müdahale ediliyor.
Şimdi tam da burada çözülen ve çok daha sıkı bir şekilde yeniden bağlanan o bağı konuşabiliriz.
Atatürk, Gençliğe Hitabe’sinde Cumhuriyetimizi gençlere emanet ederken yine ileri görüşlüydü. Hep genç kalacak cumhuriyeti elbette her dem küllerinden doğan Türk evlatları koruyacaktı. Bugün meydanları dolduranlar da Cumhuriyetlerine sahip çıkmak için orada olan Türk gençlerinden başkası değildi.
İşte çözülmenin ve yeniden bağlanmanın dinamik noktası da burasıdır. Gençler cumhuriyetine sahip çıkmak için meydanları doldururken onlara düşman hukuku uygulayan iktidar, ve onun talimatlarını yerine getiren kolluk kuvveti bu çözülmenin görünen yüzüdür. Nevruz kutlamaları adı altında terör örgütü paçavralarının açıldığı ve bölücü propagandanın yapıldığı yerlerde pamuk şeker dağıtılırken Türk İstikbaline sahip çıkmak isteyen, üzerlerinde Türk Bayrağı olan gençlerimize ise orantısız güç kullanılması millet ile devlet arasına görünmez engeller çıkarmaktadır.
İşte burası kadim tarihimizden getirdiğimiz ve beka tehdidi adı altında çözülmenin ve yeniden doğuşun başladığı yerdir.
Bu tarz kitle hareketleri kendi içerisinde bir dinamizm yaratır. O dinamizm, gençlerin kenetlenmesini, bunu çevrelerine yaymasını ve içlerindeki gençlik ateşinin hiçbir dikteyi kabul etmeyeceğinin bir tezahürü olarak ortaya çıkar. Onlardan çıkan bu sinerji, ülke sathına yayılır. Bugün şikâyet ettikleri ve gelecekte inşa etmek istedikleri ülkenin makam ve mevki sahipleri bugün felaketlerle karşılaşan ve bununla mücadeleyle baş başa bırakılan yine bu Türk gençleridir.
Çünkü Atatürk’ün Bursa Nutku’nda da dediği gibi “Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, “Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır.” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir.” diye düşünecek, ama hiçbir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, “demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek” diyecektir.
Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, “Ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.”
İşte bu görev sorumluluk gereği çözüldüğü yerden yeniden doğacak, bugün karşısına dikilen polisi Türk devrimlerine göre yeniden dizayn edecek, polis bundan sonra Türk polisi gibi davranmaya devam edecektir. Kendi elleriyle yarattığı cumhuriyet yaş aldıkça gençleşecek, fakat aynı zamanda olgunlaşacaktır.
Bundan sebep gençliğe olan ümit ve bağlılığımız hep baki kalacak ve onlarla beraber Türk milletinin geleceğini hep beraber inşa edeceğiz.
3 Yorum