Yükleniyor...
Bu yazıda, on yaşında ülkemize gelmiş, otuzlu yaşlarına kadar kalmış ve Osmanlı sadrazamı Mustafa Reşit Paşa’nın danışmanı konumuna yükselmiş bir İngiliz’in hayat hikâyesinden hareketle, üzerinde güneş batmayan İngiliz imparatorluğunun yüzyıllardır nasıl misyoner-casus yetiştirdiğini anlatmaya çalışacağım.
Anlatacağım hikâyenin kaynağı, 1910-1911 yıllarında Yemen’de görev yapmış Ahmet Hamdi Paşa’nın 1914 yılında yazdığı hatırat niteliğindeki kitabıdır. Kitabın orijinal baskısını tesadüfen bulup okuyan Prof. Cemal Sofuoğlu, gözyaşlarını tutamaz, yüreği yanar. İster ki her Müslüman, her Türk bunu okusun ve yüreği yansın. Hatıratın Türkçesi, Prof. Cemal Sofuoğlu tarafından Arap alfabesi ile yazılmış aslından, notlar eklenerek, sadeleştirme ve düzeltmeler yapılarak yazılmıştır. Yazara Prof. Abdülkadir Şener ve Prof. Nahide Bozkurt uzmanlık alanları ile ilgili katkıda bulunmuşlardır. Kitabın adı: “MİSYONER”-İngiliz Misyoneri nasıl yetiştiriliyor? Tibyan Yayıncılık-2007-İzmir
Ahmet Hamdi Paşa Yemen’de görevde iken bizzat tanıştığı iki İngiliz misyoneri daha vardır ama bu yazımızda arkadaşı Rizeli deniz yarbay kaptan Mustafa’nın Ahmet Hamdi Paşa’ya naklettiği Misyoner John’un hikâyesini anlatacağız.
Hikâyemize başlamadan önce iki konuyu açıklamak ihtiyacını duymaktayım:
Birincisi kitapta hemen hemen hiç tarih belirtilmemektedir. Görevdeki kişilerden ve dönemlerden bahsedilmektedir. Ben hem bunları dikkate alarak ve hem de başkaca kaynaklardan yaptığım çapraz kontrol ile yaklaşık tarihler vermeye çalıştım ki, hikâye daha somut olarak anlaşılsın.
İkinci konu yazarın misyoner dediği kişilere ben “casus” terimini kullanmayı tercih ettim. Çünkü kitapta anlatılan dört misyonerin de esas görevlerinin İngiliz dışişlerine istihbarat bilgileri aktarmak olduğu görülmektedir.
Bilindiği gibi İngilizler yüzyıllar boyunca misyonerleri, seyyahları, tüccarları, gemicileri, arkeologları, araştırmacıları ve bilim adamlarını istihbarat almakta kullanmışlardır. Diğer meslek ve görevler gibi misyonerlik de bir kılıftır. Nitekim Ahmet Hamdi Paşa’nın kitabında bahsettiği Yemen’deki diğer iki İngiliz casusundan mahalli ismi Abdullah Mansur olanı, kuş bilimci (ornitolog) G. Wayman Bury’dir.
Deniz Yarbay Kaptan Mustafa’nın anlattıklarına gelince;
Kaptan Mustafa Sultan Abdülmecid döneminde (1870’lerin başı) Fethiye Kalyonuna makine konması için İngiltere’ye gönderilir. Kendisi de genç bir zabit olarak mürettebat içindedir. İngiltere’nin Plymonth limanına varırlar.
İki İngiliz gelerek, mürettebata “hoş geldiniz” derler. İngilizler o kadar güzel Türkçe konuşurlar ki bizimkiler hayran kalırlar. Giden ekibin en okuryazarı Kaptan Mustafa’dır. Adı John olan ona çok sokulur, sohbet etmek ister. Karaya çıkıp bir gazinoda oturup sohbet ederler, akşam olunca ayrılırlar. John Mustafa’ya, “ yarın seninle gene gezeriz, akşam da eşim ve oğlumla tanışırsın, tiyatroya gideriz” der. Mustafa ise “akşam karada kalamam, gemide olmak zorundayım, kesin emirdir” cevabını verir. John ise “ben size emir getiririm” diyerek ayrılır.
On beş gün sonra, John elinde bir telgraf ile gemiye gelir. Telgraf Türk Bahriye Nezaretinden geliyordur: “Mürettebattan isteyenler Londra’ya gidebilir ve geceyi karada geçirebilirler”
Ertesi gün John filikasıyla gelerek Mustafa’yı alır ve evine götürür eşi ve oğlu Ernest ile tanışırlar. Mustafa’nın en büyük merakı, John’un Türkçeyi nasıl ve nerede öğrendiğidir.
Ve John başlar hikâyesini anlatmaya;
“İngiltere’de gayet kuvvetli ve zengin bir misyonerlik teşkilatları vardır. İngiliz misyonerlik cemiyeti her yıl bütün rüştiye mekteplerinin en iyi öğrencilerini, ailelerin de rızasını alarak seçer ve himayesine alır. Onları dünyanın çeşitli ülkelerine dağıtırlar. Bu çocuklar oradaki İngiliz sefaretlerine teslim edilirler.
Ben arkadaşım Herbert on yaşında iken İstanbul’a gönderildik.(1815-20 yılları) İstanbul’da İngiliz Büyükelçiliğine teslim edildik. Büyükelçi beni elçilik kavası (hizmetlisi) Ali Ağa’ya teslim etti ve şöyle dedi;
– Ali Ağa bu çocuğun adı İbrahim’dir. Ve senin oğlundur. Herkese öyle söyleyeceksin. Aylık olarak sana on lira vereceğiz. Bu çocuğu mahallenizin mektebinde okutacaksın, ayda bir kere geceleyin bana getirip göstereceksin.
Kavas Ali Ağa beni eve götürüp eşi Gülsüm hanıma teslim ederek, “Al sana bir evlat getirdim, bunu büyüteceksin” dedi.
Bana don, gömlek, entari yaptılar. Elime de on paralık kâğıt helva sıkıştırarak mahalledeki çocukların arasına saldılar. Bir sene sonra yaşıtlarıma göre param da çok olduğu için, elebaşı olmuştum. Galata’daki mahalle mektebi hocam diğer öğrencilere; “Ulan tembeller, içinizde şu sarı yılan kadar çalışanınız yoktur” derdi. Bu şekilde ilk mektep ve rüştiyeyi okuduktan sonra, Beyazıt Cami-i Şerifine Palabıyık Ali Efendi’nin halka-i tedrisine (ders halkasına) dâhil oldum. Cübbem sarığım, pabuçlarım pek temizdi. Herkes bana “ne çelebi çocuk” derdi. Tespihim elimde, kitabım koltuğumda, evim cami dershane arasında gider, gelirdim.
Fransızca öğrenmek hevesine düştüm. Dellal oğlu Dikran Efendi adında bir Ermeni buldum. Kısa sürede Fransızca konuşmaya başladım. Zaten Arapçam tüm arkadaşlarımdan daha iyi idi. Cami derslerini tamamlayarak müderris(hoca) oldum. Yaşım otuzu buldu. İngilizce, Fransızca, Arapça ve Türkçe bildiğim için Bab-ı Aliye, dışişleri tercüme kalemine memur olarak atandım. İngiliz Büyükelçiliğindeki Ali Ağa’nın oğlu olduğum için, Sadrazam Reşit Paşa beni yanına aldı ve hep önde yer aldım. Tercüme odası baş kalfası oldum, maaşım 4 kat artarak iki bin kuruş oldu. İstanbul’daki görevimin sona ermesine karar verilince de sakal ve bıyıklarımı kesip, fesimi çıkarıp, Avrupalı kıyafetimi giyerek İngiltere’ye döndüm.”
Misyonerlik cemiyetinin Herbert’e biçtiği görev ise Bektaşilik Tarikatını öğrenmektir. O da John gibi yetiştirilip, yani Sünniliğe ait dört mezhebin künhüne (özüne) vakıf olduktan sonra Konya’ya gönderilir. Herbert İngilizliğe taban tabana zıt olarak neşeli, akşamcılığa bayılan, rind meşrepliği seven, dünyalığa önem vermeyen, her şeyi “eyvallah” diyerek hoş gören, zaten Bektaşi yaratılışta bir kişiliktir.
Herbert’in Müslümanca adı, Mehmet Ali olmuştur. Meyhanelere gider herkesle dost olur. Herbert’in hali dostlarının o kadar hoşuna gider ki, bir gün erenlerden biri;
“Adına kurban olayım Mehmet Ali, imanım, sen doğuştan canlardansın; ham ervahlar (ruhen olgunlaşmamışlar) arasında yerin yoktur. Noksanın, nasip almamandır. Haydi, pir evine gidelim o merasimi de yapalım, olsun bitsin” der. Mehmet Ali;
“Hay hay, canıma minnettir, Ehli Beyt’e canım feda” diyerek teklifi kabul eder. Böylece Bektaşi tarikatına intisap eden Mehmet Ali, halifeliğe kadar yükselir.
Dikkat edilirse, Jonh ve Herbert Osmanlı ülkesinde Hıristiyan (Protestan) misyonerliği yapmamışlardır. Bunu yapacak bilgi ve donanıma da sahip olamamışlardır. Biri Sünni, diğeri Alevi Müslüman olarak yetişmişlerdir. Tek görevleri edindikleri bilgileri İngiliz Büyükelçiliğine bilgi aktarmaktır.
John, Misyoner teşkilatı hakkında Kaptan Mustafa’ya şunları anlatır;
“Dünyanın dört bir tarafında bizim gibi o yörelerin inanç, örf ve adetlerini öğrenmiş kişilerin bir araya geldiği cemiyetin adı; İngiliz Misyonerlik Cemiyeti’dir. Bu cemiyetin görünüşteki görevi Protestanlığı yaymak ve anlatmaktır. Daha önemli görevi ise İngiliz çıkarları için çalışmaktır.
Mustafa Efendi, iyi bil ki, ne bir insan, ne de bir hükümet, hal ve durumunu bilmediği yeryüzü parçasında, ahlak, adet ve geleneklerini bilmediği kavim ve kabile arasında uzun müddet kalamaz. Çünkü tarihen ispat edilmiştir ki, körü körüne istila edilen yerlerde çok durulamaz. İngiltere istila edeceği yerleri önceden inceleyerek öğrenir; Ondan sonra politik araçlarla işini hazırlar ve günü gelince, ansızın orayı istila eder ve o coğrafyaya girdiği zaman yabancı bir yere değil, kendi evine giriyormuş gibi girer.”
Günün birinde John ile Mustafa Londra’ya giderler. Akşam Herbert ve Misyoner cemiyeti başkanı Mr. Botingress ve Hindistan uzmanı Mr. Wohlstead kaldıkları otele gelirler. Tanışır, sohbet ederler. John Türkiye’yi nasıl yakından tanıyorsa Mr Wohlstead da Hindistan’ı öyle tanımaktadır. Bir çırpıda Hindistan’daki 17 etnik grubun hangi dilleri konuştuğunu sayar ve birçoğunu da konuşabilmektedir. Hindistan hakkında bir de kitap yazmıştır.
Ertesi gün John, Herbert ile Kaptan Mustafa Misyoner cemiyeti binasına giderler. Her daire bir dine tahsis edilmiş, İslam dairesi sayısız şubelere ayrılmıştır. Sünni kısmın dört şubesi, Alevi kısmın yirmi beş masası vardır. Her tarikata ait misyonerler vardır. Her dairenin ayrı bir kütüphanesi ve toplantı salonu vardır. Şimdiye kadar ne kadar kitap yazılmışsa mevcuttur. Kaptan Mustafa, Ceylan derisi üzerine yazılmış bir Kur’an’ı Kerim görünce alır, yüzüne sürer ve ağlar. İsimlerini bu güne kadar işitmediği İslam mezhepleri olduğunu orada öğrenir.
Akşam cemiyet başkanı Mr. Botingress’in evine yemeğe giderler. Tüm dinler hakkında oldukça detaylı bilgi sahibi olan cemiyet başkanı uzun sohbetinde Zerdüştlüğe, Nusayriliğe, Yezidiliğe, Brahmanizme, Hıristiyanlığa, Museviliğe ve diğer bazı felsefi düşüncelere değindikten sonra Türkler ve İslamiyet’e geniş yer verir. İslamiyet’e ilişkin sözlerinde birçok ayet, hadis ve İslam bilginine atıf yapar. Mr. Botingress’in söylediklerinden bir özeti, gruplandırarak vermenin uygun olacağını düşündüm.
“…Bütün yaratılmışlar hakkın aynasıdır. Hangi dinden ve hangi milletten olursa olsun, tüm insanlar kardeştirler.
…Tevrat uydurma bir tarih ile on emri içerir. Zebur’a gelince insanın yüzü kızarıyor. Lut’un kızlarıyla münasebetini hiçbir kitapta görmek istemem.
…İsrail oğullarına her manasıyla düşmanız. Yahudiler yılana benzerler. Kurtarıcımız İsa’ya zulüm ve hakaret etmişlerdir. Hiçbir felaket ve musibet yoktur ki, içinde Yahudi parmağı olmasın. Savaşlar ancak Yahudi bankerler yüzünden çıkar. Yahudiler hiçbir savaştan etkilenmezler. Faizin, ihtikârın mucidi onlardır. Onlar, on milyonluk elastiki bir halktır… 400 milyonluk Müslüman’a, 500 milyonluk Hıristiyan’a rağmen inatla Filistin’e yerleşmeye çalışıyorlar. (1897 Basel Yahudi kongresinde ilk olarak dünyanın öğrendiği bu konunun, çok önceleri 1870’lerde söylendiğine dikkat çekmek isterim. A.B.)
…İsa peygamberlikten tanrılığa yükselince, onun yardakçıları da velilikten peygamberliğe yükseldiler. Matta, Markos, Luka, Yuhanna İncillerinin hepsi insan sözüdürler.
…Japonya’da akla dayanan Budizm ile nakle ve gerçek dışı şeylere dayanan Şinto dinleri arasında ‘Ribobo’ dini hüküm sürer. Japon halkı akıllıdır. Ne kendi eski dinlerine ve ne de bizim Hıristiyanlığa önem veriyorlar. Var olan dinleri inceliyorlar, İyi yönlerini toplayıp yeni bir din meydana getireceklerdir.”
“…Bektaşilik ile Protestanlık arasında benzerlik vardır. Bakınız biz üçlemeye inanırız; ‘Baba, oğul, Ruh-ül Kudüs birdir’ diyoruz. Onlar da ‘Allah, Muhammed, Ali’ diyorlar. Bizim 12 havarimiz var, Bektaşilerin 12 imamı. Ben misyonerim ama Bektaşiliğimi kimseye vermem.
…Peygamberiniz son derece zeki bir diplomat. Tebliğini anlamıyorsunuz… Peygamberinizin varisleri olduğunu iddia eden âlimlerinizin kusuru pek çoktur. Bununla beraber onların uyanmaları bizim zararımıza olacağından, gafletlerine teşekkür ediyoruz. Onlar ‘âlimler peygamberlerin varisleridir’ hadisine uymuyorlar. Dinler, güzel ahlak ve hak yolunu gösterip öğrettikleri halde, onlar dini çıkar elde etmeye vesile yapıyorlar.
…Kur’an’da ‘Allah istediğini hidayete erdirir, istediğini delalette bırakır’ mealinde ayet vardır. Allah bizim hidayete ermemizi istemiyor, biz de Müslüman olmuyoruz.
…Hikâye bu ya, bir hükümdar varmış, üç de oğlu, yüzüğünü kime verirse o hükümdar olacaktır. Bir kuyumcu çağırarak yüzüğünün iki de taklidini yaptırır, karıştırır. Oğullarını ayrı ayrı çağırarak, bir tek asıl yüzüğü kendisine verdiğini, diğerlerine taklit verdiğini söyler, hepsi de mutludur. Biz de bu hikâyedeki yüzük sahipleri gibi, en doğru din benimkidir deyip gidiyoruz.”
“…Biz nasıl kendimiz için isek, siz tam tersine çok taklitçisiniz. Türkler herkes içindir. Kendileri için olamıyorlar ve kaybediyorlar… Avrupalıların bir dost gibi içinize girmesine, cemiyetinizin ön ayak olduğunu söylerken doğrusu yüzüm kızarıyor… Siz Türkler Avrupa’yı yeni görmeye başladınız (Konuşmanın 1870’lerde geçtiği dikkate alınsın. A.B.) Avrupa’nın iki penceresi vardır. Birincisi; Pek büyüğü, sefahat, sefalet ve israf penceresi, Avrupa’ya buradan bakmayınız, pişman, mahv-u perişan olursunuz. Diğer penceresi ise, ilim, ticaret, tarım, sanayi. Fakat bu pencere pek küçüktür, bulmak için iyice aramalıdır. Avrupa’ya buradan bakınız ve Avrupa zihniyetini biliniz… Avrupa’nın huylarını adetlerini araştırmadan alırsanız yanarsınız… Her şeye esas olan dilinizi bir türlü düzeltmediniz. Doğru dürüst bir imlanız yok. Sokra yazarsınız sonra okusunuz. Baka yazarsınız bana okursunuz… Kültürlülerinizin yazdıkları bir muamma halindedir. Arapça ve Farsça bilmeyenler yazılan kitaplarınızı anlayamaz… İstanbul’dakiler bile yazılanları okuyamıyorlar. Köylüleriniz kara cahildirler. Diğer ırklardan olan teb’anıza Türkçeyi bir türlü öğretemiyorsunuz… İlkokullara kesinlikle önem vermiyorsunuz. Yüksek okular ikinci derecededir. İşte bu nedenle Türkiye, tekamüle doğru bir adım atamıyor… Hatta doğu Türkleri; ‘Osmanlı Türkleri Türkçe bilmezler’ diyorlar.”
“…Biz İngilizler dünyanın dört bir tarafına yayılmış bir milletiz. Çeşitli uluslarla temastayız fakat hiç biri ile karışmayız ve seciyemizi bozmayız. Bundan on bin sene önce bir İngiliz neyse, biz torunları da oyuzdur. Bugün bir İngiliz Britanya’da nasıl yaşıyorsa, dünyanın diğer yerlerinde de öyle yaşar. Bu sayede milliyetimizi koruduk. İngilizler kendileri içindir, başkaları için olmazlar.
…Mustafa Efendi, İngiliz siyasi memurları tam bir titizlikle yetiştirilirler. Emin olunuz ki her elçinin türlü karanlık ve kapalı işlerde parmağı vardır… Bulundukları ülkelerin ruhuna girerler. Biz İngilizler fırsatlardan yararlanmayı çok iyi biliriz. Mesela iffetinden şüphe ettiğimiz beyinsiz, duygusuz bir yabancı memurun sakat işlerini veya faaliyetlerini hemen programımıza uyacak şekle sokarız. Bunları çok ustalıkla seçeriz. Siyasi ustalığımız, açıkça söyleyeyim merhametsizliğimiz, bizi yeryüzünde egemen kıldı ve kılacaktır. Bir İngiliz diplomatı, çıkarlarımızla ilgili işlerde insaf, merhamet, insanlık, hamiyet ve doğruluk gibi şeyleri hatırına bile getirmez… Mustafa Efendi, sizi aydın düşünceli biri olarak görüyorum. Ülkenize gidince bunları arkadaşlarınıza anlatıp uyarınız. Ben su katılmamış bir İngiliz’im. Az laf söylemek bizim meslek ve meşrebimizin gereğidir. Ne çare ki Osmanlıları severim. Onun için sizinle doğulu gibi sohbet ettim, dertleştim. Dimağımda gizli ne var ise açtım.”
Yukarıda bir Osmanlı paşasının hatıratında yer alan ve ülkemiz, dinimiz ve dış politikamız için önemli dersler çıkarılacak bir hikâye anlatmaya çalıştım. Bizi bizden daha iyi bilen İngiliz Misyoner Cemiyeti Başkanı’nın ve diğer misyonerlerin, bundan 150 sene kadar önce söyledikleri dikkate alınabilseydi, belki bazı şeyler değişebilirdi. Tanzimat Fermanı ve takip eden yıllarda “Batılılaşma” da yaptığımız hatalar, Türk dilinin ve kültürünün ihmali, Osmanlıcanın yarattığı halk-aydın kopukluğu, İslamiyet anlayışımızdaki eksiklikler deyim yerindeyse, düşmanın yaptığı doğru uyarılar olarak değerlendirilebilir.
İngilizlerin, kendi anavatanları Britanya adasının 104 katı büyüklüğünde (1914 itibarıyla), üzerinde güneş batmayan bir imparatorluğu, üç-dört yüzyıl yönetebilmiş olmalarının arka planındaki kurumsal yapıları, onları yöneten yetişmiş insan kaynağını ve oluşturdukları gelenekleri başka bir yoruma gerek kalmadan, İngilizlerin anlatımı ile gözler önüne seren ibretlik bir hikâye okudunuz.
İngilizleri güçlü kılan ve eski sömürgelerinde hala etkinliklerini sağlayan ne kadar üstünlükleri var ise, aynı konularda dün Osmanlı’nın olduğu gibi, günümüzde de Türkiye’nin zafiyetlerinin bulunması ne kadar üzücü. Yazar Sofuoğlu’nun dediği gibi, gel de yüreğin yanmasın.
Şimdi sizlere aynı dönemde Osmanlı hariciyesinin durumu hakkında bir fikir vermek üzere iki anekdot vererek, Osmanlı ve İngiliz hariciyesinin gerek kurumsal yapısı ve gerekse insan kaynağı arasındaki uçurumu, dikkatlerinize sunmak istiyorum:
1798’de Napolyon Bonapart bir Osmanlı toprağı olan Mısır’ı işgal ettiğinde, Osmanlı’nın Paris temsilcisi, Napolyon’un Paris’ten ayrılmadığına dair rapor vermiştir. (E. Büyükelçi Uluç Özülker-Oyun devam ediyor-sy;25)
1825’de Mora’da yönetim karşıtı hareketler olduğu haberleri üzerine, Bab-ı Ali Tercüme Kalemi’nden Nikola, konuyu tahkik için Mora’ya gönderilir. Oradaki Rumlara;
“Osmanlı zorda buraya müdahale edemez, ayaklanmayı sürdürün” der.
İstanbul’a dönünce de Saraya;
“Mora’da büyütülecek bir şey yok” diyerek asker yollanmasını engeller. Dört yıl sonra Yunanistan bağımsızlığını kazanır.
Hariciyesini Rum memurlara teslim eden Osmanlı’nın hatalarından ders çıkaran Cumhuriyetimiz, milli bir hariciye teşkilatı kurarak, kendi diplomatlarını yetiştirerek ve kendi dış politika geleneklerini oluşturarak bugünlere ulaştı. Bu geleneklerden sapan veya yerleşmiş liyakat sistemini bozan politikalar dün olduğu gibi bugün de kötü sonuçlar doğurur. Ahmet Davudoğlu’nun dışişleri bakanlığı döneminde, Osmanlı ile Büyük Britanya İmparatorluğu arasında benzerlikler kurarak geliştirdiği hayalperest dış politikaların bizi nasıl zora soktuğunu yaşayarak gördük. Tarihe ideolojik gözlükle ve önyargılı bakmanın ne kadar yanlış olduğunu “Yeni Osmanlı”cılar da inşallah öğrenmişlerdir.
Geçmişte ülkemizi de içine alan Ortadoğu coğrafyasında devletlerin kalbine girecek derecede aktif politika izleyen İngilizler gibi, tüm diğer güçlerin de bu gün, değişen şartlara uygun yöntemler geliştirerek çevremizi kuşattığını ve hatta içimizde olduğunu söylemek bir kehanet olmasa gerek.