Türkiye ve NATO’daki 60 Yıllık Serüveni

18 Şubat 2012 günü Türkiye’nin NATO üyeliğinin 60. yılı idrak edilecek. Bu maksatla ilgili çeşitli resmi ve sivil toplum kuruluşlarında etkinlikler var. Bunlardan biri de, başkanlığını emekli Büyükelçi Ömer E. Akbel’in yaptığı Türk Atlantik Konseyi’nin 17 Şubat 2012 tarihine planladığı “60 Yıldır Barış ve Güvenlik İçin Birlikte” başlığını taşıyan bir yuvarlak masa toplantısıdır. Açılış konuşmalarını […]


Paylaşın:
18 Şubat 2012 günü Türkiye’nin NATO üyeliğinin 60. yılı idrak edilecek. Bu maksatla ilgili çeşitli resmi ve sivil toplum kuruluşlarında etkinlikler var. Bunlardan biri de, başkanlığını emekli Büyükelçi Ömer E. Akbel’in yaptığı Türk Atlantik Konseyi’nin 17 Şubat 2012 tarihine planladığı “60 Yıldır Barış ve Güvenlik İçin Birlikte” başlığını taşıyan bir yuvarlak masa toplantısıdır. Açılış konuşmalarını NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen ile Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun yapacağı toplantıda, Türkiye’nin 60 yıllık serüvenini değerlendirmek üzere ayrıca 5 ayrı konuşmacı daha bulunmaktadır.[1] Bu yazıda Türkiye’nin 60 yıllık NATO üyeliğinin bir değerlendirmesi yapılmaya çalışıldı.
Türkiye’nin NATO Üyeliği: İki Taraflı İhtiyaç
Türkiye’nin NATO üyeliğine en yakın ilgiyi gösteren ABD’nin, bir zamanlar ABD’nin Ortadoğu siyasetinde etkin olan isimlerinden George McGhee, Soğuk Savaşın son günlerinde yayınlanan bir yazıda, Türkiye’ye karşı ilginin nedenini şöyle açıklamaktadır:
“SSCB ile Batı arasında hızla ortaya çıkan ‘Soğuk savaş’, II. Dünya Harbi’nin değişik biçimli, değişik odaklı bir devamı olarak görmekteyim. Dışişleri Ekonomik İşler Müsteşarı Will Clayton’un yardımcısı olarak çalışırken, Clayton’un yaklaşan fırtınayı çabucuk ve açık bir biçimde öngörebilmesi sayesinde SSCB’nin artık bir müttefiki olmaktan çıkıp, düşmanımız olarak Hitler’in yerini almış olduğunu kısa bir zamanda kavradım. Daha sonra, Türk-Yunan yardımının yöneticisi olarak, ilk bilinen ‘Soğuk savaş’çılardan biri oldum. Ortadoğu ülkelerini Sovyet saldırısından korumayı ben ve arkadaşlarım görev saydık. Türkiye’nin Ortadoğu güvenliği açısından önemi en başta 600 bin kişilik silahlı kuvvetlerine, sonra da halkının demokrasiye birlik içinde adanmışlığına dayanmaktadır. Tabii, aynı zamanda ülkenin coğrafi mevkiinden de kaynaklanmaktadır. Türkiye, İran ve Irak’ın kuzeyindeki dağ geçitleri, Sovyet birliklerinin karadan Ortadoğu’ya ve Basra Körfezi’ne inebileceği tek yolu oluşturmaktadır.”
“Sovyet Rusya’nın bugün artık Ortadoğu’ya ciddi bir tehlike oluşturmuyor görünmesi bence doğrudan doğruya ABD’nin II. Dünya Harbi sonrasında, Truman yönetimi sırasında benimsediği politikaların sonucudur. O sıralarda Türkiye’ye, İran ve Irak’tan geçerek gelecek bir silahlı Sovyet işgali son derece gerçek bir tehditti. ABD 1947 yılında Truman Doktrini gereği Türkiye’ye büyük askeri yardımlarda bulunmaya, 1950’lerin başlarında da Türkiye’nin NATO’ya girmesine yardımcı olmaya karar verdiği anda, Sovyetlerin Ortadoğu işgalinin kapısı sımsıkı kapanmıştır. Kanımca Ortadoğu, 1952’den bu yana Türk Silahlı Kuvvetlerinin barikat görevi yapmaya ve Türkiye’nin NATO garantisi sayesinde NATO güçlerini bölgeye çekmeye hazır olması dolayısıyla korunabilmiştir.”[2]
Türkiye’nin NATO’ya girme isteğinde ise, Sovyetler Birliği karşısında yakalanılan “yalnızlık” politikasının çok önemli bir payı vardı. Sovyet hariciyecileri, daha İkinci Dünya Harbi sürdürülürken, Potsdam Konferansı sırasında İngiliz meslektaşlarına, Montreux Boğazlar Sözleşmesinin hilafına, Boğazlar rejimini Türkiye ile birlikte yönetme yönündeki isteklerini, İkinci Dünya Harbi sonrasında Türkiye ile yapılan ikili görüşmelerde de sıralamaya başlamışlardı.[3] Türkiye hükümranlık haklarına aykırı Sovyet isteklerini kabul etmemiş, kendisi için güvenli bir limanın “Batı itifakı” olacağını düşünmüştü. Bu nedenledir ki, Kore Harbi’ne büyük bir kuvvetle katılmış, hemen her hareketiyle Batı ittifakı içerisinde yer almak istediğini hissettirmişti. Özellikle de ABD’nin desteğiyle, gittikçe artan Sovyet tehdidine karşı NATO’nun savunma şemsiyesi altında güven bulabilmiştir.
Sovyetler Birliği, süper güç haline geldiği 1960’lı yıllardan itibaren dünya denizlerinde daha çok savaş gemisi dolaştırmaya, dünyanın hemen her yerindeki politik sorunlara müdahil olmaya başlamıştı. 1962 Küba Krizi’nde Akdeniz’deki gemi mevcudu önem arz etmezken, 1964 Kıbrıs Krizi sırasında Türk Boğazlarından Akdeniz’e geçen Sovyet savaş gemisi trafiğinde büyük artış görüldü. Tüm bunlar Türkiye’yi kuzey komşusu karşısında ciddi şekilde endişelendiren gelişmelerdi. Hele de Türkiye’nin güneyinde özellikle Suriye olmak üzere, Suriye ve Irak’ın da Sovyet politikalarına yakınlığı, ittifak anlaşmaları dikkate alındığında, Türkiye bölgede kendi emniyetini dahi sağlayamadığını düşünerek, istihbarat maksatları ve Sovyet sisteminin çökertilmesi için NATO müttefiki ABD ile mümkün olduğunca yakın işbirliği içerisine girmişti.
ABD’nin çıkarları açısından bakıldığında nasıl ki Türkiye’nin NATO üyeliği ile ABD’nin Ortadoğu politikası örtüşmüşse, Türkiye’nin de Sovyet tehdidi karşısında NATO’daki varlığı ABD çıkarları ile örtüşmüştür. Zaten ittifaklarda “ebedi dostluklar” yerine karşılıklı çıkarların örtüşmesi esastır. Bir başka ifadeyle, bir ittifakın üyesi olmak, devletin milli menfaatlerinden ödün vereceği anlamını taşımamaktadır. Bugün dünyada birbirine en yakın olarak gösterilebilecek iki ülke olan ABD ve İngiltere’nin, NATO karargâhlarındaki üst düzey subayları arasında zaman zaman “Evrak harbi” yaşandığı, iki ülke temsilcilerinin kendi ülkelerinin çıkarları için aynı ittifak içinde nasıl mücadele ettikleri sıkça rastlanılan bir olaydır. Aynı gerçekçi oyunu AB üyesi ülkeler arasında da sıkça görmek mümkün olmaktadır.
NATO ittifakı içerisinde Türkiye’nin de zaman içerisinde müttefikleriyle, özellikle de ABD ile örtüşmek bir yana, çatışan çıkarları olmuştur. Bunlardan en belirgin olanı Kıbrıs konusunda yaşananlardır.
NATO’nun Türkiye’ye Katkıları
Özellikle Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra Türkiye’de en çok tartışılan konulardan biri, NATO’nun Türkiye’ye verdiklerinden daha fazlasını, Türkiye’nin NATO’ya vermiş olduğu şeklindeydi. Zira o günlerde Avrupalı devlet adamları ve düşünürleri Sovyetler Birliği ile Varşova Paktı’nın çöküşünden sonra Türkiye’ye olan ihtiyaçlarının azaldığını söylüyorlardı. Bu durumu Avrupalı meslektaşları ile konuşmalarında da hisseden eski bakan ve yılların siyasetçisi Kamran İnan, 1999 yılında TBMM bütçe görüşmeleri sırasında şöyle ifade etmektedir:
“Soğuk savaştan sonra ve Yalta sisteminin yıkılması, blok sistemlerinin ortadan kalkmasıyla, Türkiye’nin Avrupa’yla ilişkilerinde gözle görülür bir soğuma olmuştur. Eski dünya düzeni ortadan kalkmıştır. Komünist tehdidi, Sovyetler Birliği askerî ve siyasî tehdidi altında birleşen Batı, o zaman Türkiye’ye büyük ihtiyaç duymuş ve Türk Ordusunun gücü ve Türk Milletinin büyük kahramanlığıyla, kendisine bir savunma siperi halinde bizi görmüş ve kucak açmıştır. Vaktaki soğuk savaş son bulmuştur, bize karşı tutumları da, maalesef, gözle görülür ve çok rahatsız edici bir şekilde değişmeye başlamıştır. (…) 3 Nisan 1990’da Financial Times’ta bir başmakale çıktı, Edward Mortimer’in ifadeleri aynen şöyleydi: ‘Türkiye’nin Batı kuruluşlarında bulunuşu ve Avrupa’daki mevcudiyeti, Stalin’in ve komünist tehdidinin bir hediyesidir. Stalin gitti, komünizm yıkıldı, Türkler, ait oldukları yere dönmelidirler!”[4]
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, ittifaklar içerisinde karşılıklı çıkarlar örtüşmediği zaman, yolların ayrılması ya da ittifakın temellerinin zayıflaması mukadder olabilmektedir. Nitekim 1991 Irak müdahalesi sırasında, Türkiye’nin güneydoğusundaki kent ve hava üslerinin hava savunmasını güçlendirmek maksadıyla NATO’dan hava savunma maksatlı füze talebine Almanya ve Hollanda gibi bazı NATO ülkeleri oldukça nazlanarak onay vermişlerdi. Kıbrıs meselesinden sonraki ilk ciddi krizimizde gene bir NATO çalımıyla karşı karşıya kalmıştık. Neyse ki, 1990’lı yıllarda tam da “NATO’ya artık ihtiyaç yok!” denildiği bir dönemde, bu kez de eski Sovyet coğrafyasında kurulan devletlerde kontrol dışı kalan nükleer silahların emin olmayan ellere geçebileceği ve aynı coğrafyadaki istikrarsızlıkların NATO’ya ihtiyaç duyuracağı bir dönem yaşandı.
Türkiye’nin NATO’ya verdiklerini aslında yazının başında ABD’li McGhee açıkça ortaya koymaktadır. Acaba NATO Türkiye’ye neler verdi? Bunu iki bölümde mütalaa etmek mümkündür:
1. NATO’nun gözle görülür şekilde Türkiye’ye vermiş olduğu destekler şöyledir:
Türkiye, NATO Altyapı Programına katıldığı 1953 yılından itibaren yakın bir geçmişe kadar programa, 270 Milyon Euro katkıda bulunmuştur. Buna karşılık NATO Fonlarından yaklaşık 4.5 Milyar Euro pay almıştır. Yıllık 4,5 Milyon Euro Milli Katkı Payına karşılık ortalama 84 Milyon Euro NATO katkısı sağlanmıştır. Bu sonuçlar, Türkiye’nin NATO’dan sağlanan alt yapı açısından Almanya’dan sonra ikinci sırada yer aldığını göstermektedir.
Kara Kuvvetleri Komutanlığınca NATO Alt Yapı Fonundan Sağlanan Tesisler:
a. Muhtelif Cephane ve İkmal Malzemeleri Depoları.
b. Güneydoğu Avrupa Müşterek Komutanlığı Barış ve Harp Karargahı.
Deniz Kuvvetleri Komutanlığınca NATO Alt Yapı Fonundan Sağlanan Tesisler:
a. Helikopter Tesisleri.
b. Cephane Depoları.
c. Torpido Depo ve Regüle İstasyonları.
d. Akaryakıt Depoları.
e. İskele ve Barınma Kolaylıkları.
f. Bakım ve Onarım Tesisleri.
Hava Kuvvetleri Komutanlığınca NATO Alt Yapı Fonundan Sağlanan Tesisler:
a. Muhtelif Hava Meydanlarının İnşa / Modernizasyonu,
b. Akaryakıt Boru Hatları ve Depoları
c. Akaryakıt Tank Çiftlikleri.
d. Akaryakıt Pompa İstasyonları.[5]
2. Türkiye, yaklaşık 50 yıl süreyle Sovyet tehdidine karşı NATO’nun nükleer ve konvansiyonel silahlarının şemsiyesi altında güvende olmuştur. Bu güven ve demokratik NATO ülkeleri sayesinde Türkiye, tüm eksikliklerine rağmen bölgesinde istikrar anıtı ve demokrasiyle her geçen gün daha fazla haşır neşir olan bir devlet modeli olarak ortaya çıkmıştır.
3. Türk Silahlı Kuvvetleri, NATO ittifakı sayesinde bölgesindeki NATO haricindeki ülkelere göre daha etkin ve modern harp silah ve araçlarıyla donatılmıştır.
4. NATO sayesinde Türkiye’nin en azından iki bürokrat kesimi; askerler ve hariciyeciler iyi yetişme imkânı bulmuşlardır. Bu iki kesim de dünya olaylarını izleme ve değerlendirme konusunda, yeterince tanımayanlar tarafından zaman zaman “Batıcı” ya da “Amerikancı, NATO’cu” gibi yalan yanlış nitelendirilseler de, NATO sayesinde dünyayı takip etmeyi ve geleceği görmeyi öğrenmişlerdir. Teknoloji ve dünya siyasetine yabancı kalmamışlardır.[6]
Soğuk Savaş Sonrası NATO’da ‘Düşman” Arayışları ve Bazı Görevleri
NATO, soğuk savaş sonunda geliştirdiği yeni stratejiler sonucunda kendisine tam anlamıyla bir rakip bulamamıştır. Bu sebeple de dünyanın neresinde olursa olsun, “Küresel tehdit” teşkil eden terör örgütlerini potansiyel düşman olarak kabullenmiştir.
NATO’nun gelinen gün itibariyle karşısında ayrı bir blok olmadığından, pek çok ülke kuvvet indirimine gitmiştir. Bunlardan bir diğeri de son zamanlarda Avrupa’daki askeri varlığını minimum seviyeye indirmeye karar veren ABD’dir.[7]
NATO’nun soğuk savaş döneminde, özellikle BM Güvenlik Konseyi kararları doğrultusunda “insani yardım” ve “sivil halkı koruma” gibi görevlere de soyunduğu da görülmektedir. Bu bağlamda NATO’nun en son görevi 2011 yılı içerisinde Libya’da teşkile edilen “Uçuşa Yasaklı Saha” ilanı ile ilgili BM Güvenlik Konseyi’nin 1973 sayıl kararı doğrultusundaki hareketidir. Türkiye de NATO’nun bu harekâtında görev almıştır.[8]
NATO’ya ilaveten özellikle Avrupalı üyeler Avrupa’nın güvenliği için “Avrupa Ordusu” ile başlayan, ardından Batı Avrupa Birliği (BAB), Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK), Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP) gibi çeşitli güvenlik organizasyonlarına gitmek istemişlerse de, AB için de NATO hala en “güvenli liman” olma özelliğini taşımaktadır.
Soğuk savaş sonrası NATO’nun en çok tartışılan konusu, balistik füzelere karşı Avrupa’daki üye ülkeleri korumak üzere düşünülen “Füze Kalkanı” projesi idi. Tesislerinin önce Polonya-Çek Cumhuriyeti’nde kurulması düşünülen proje, 19-20 Kasım 2010 NATO Lizbon Zirvesi sonucu Türkiye ve Balkan ülkelerini kapsayacak şekilde planlandı. İran’a karşı olduğu dillendirildiği için de giderek artan ölçüde İran’ın tepkilerine sebebiyet verdi.[9]
Sonuç
Türkiye, 60 yıllık NATO savunma şemsiyesi altındaki üyeliği ile soğuk savaş sırasında oldukça ağır hissettiği Sovyet ve Varşova Paktı tehdidinden korunmayı bilmiştir. NATO sayesinde Türk dışişleri mensupları ile Türk Silahlı Kuvvetlerinin kurmay eğitimi alan subayları dünya siyasi konjonktörünü izleme ve çeşitli alanlarda istihbarat, silah teknolojisi, taktik ve harekât konularında emsallerinin gerisinde kalmadan yetişmişlerdir.
Basra Körfezi ve Hazar havzası gibi dünyanın en önemli iki enerji havzasına yakın Türkiye’ye fazlaca dokunulmamasında bu NATO üyeliğinin de önemli bir payı olduğu açıktır.
Bugün itibariyle her ne kadar NATO’ya ihtiyaç yok gibi ise de, mevcut harp silah ve araçlarının büyük bir kısma NATO ülkelerinden tedarik ya da ortak üretimdir. Türkiye’nin NATO’dan ayrılması halinde, anılan silah sistemlerinin yedek parça ve mühimmat ihtiyacının üretici NATO ülkelerinden temini mümkün olamayacaktır. Bu ise, nükleer caydırıcılığı da bulunmayan Türkiye’ye karşı tehdit algılamalarını artırabilecek bir gelişme olabilir.[10]


[1] Yöneticiliğini E. Büyükelçi ve DİB Müsteşarı Nüzhet Kandemir’in yaptığı panel konuşmacıları şöyledir: Nur Batur,
Prof.Dr. Çağrı Erhan, TBMM Dışişleri Komisyon Başkanı Volkan Bozkır, E. Büyükelçi ve CHP Adana Milletvekili
Faruk Loğoğlu, Sami Zafer Tekat.

[2] Mehmet Saray, Sovyet Tehdidi Karşısında Türkiye’nin NATO’ya Girişi, (G. McGhee, The US-Turkey-NATO, The Middle East Connection, London 1990, s. XIII-XIV), Atatürk Araştırma Merkezi, 2000, ss. VII-VIII.

[3] Erel Tellal, “SSCB İle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, cilt I, (Editör: Baskın Oran), İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, ss. 501-507.

[4] TBMM Tutanak Dergisi, Dönem 21, Yasama Yılı 1, c. 1, B 12 (07.06.1999), s. 222.

[5] TSK web sayfası, http://www.tsk.mil.tr/uluslararasi/natoaltyapi.htm, (Erişim: 3.12.2006).

[6] Türkiye’de hala TSK dışındaki hiçbir üniversitenin, Batılı emsallerinde olduğu gibi bir “Savunma Enstitüsü” bulunmamakta, bu nedenle emekli askerler ve büyükelçiler dışında “güvenlik” konuları, güvenlik konusunda deneyimi hiç bulunmayan politika yazarları ve akademisyenler tarafından değerlendirilmeye çalışılmaktadır. Hatta güvenlik politikasıyla ilgili hemen hiçbir yükü sırtında hissederek yetişmemiş bu kişiler, devlet deneyimi eksik devlet adamlarına danışmanlık dahi yapmaktadırlar.

[7] ABD Başkanı Obama ve yönetimi, tasarruf önlemleri bağlamında, son olarak üçü Almanya’da biri de İtalya’daki
Üslerinde halen 40 bin olan asker sayısını 10 bin’e düşürme kararı aldı.

[8] NATO’nun Libya’daki harekâtı için bkz: Celalettin Yavuz, Serdar Erdurmaz, Arap Baharı ve Türkiye –
Orta Doğu’da Kırılan Fay Hatları, Berikan Yayınevi, Ankara, Ocak 2012, s. 105.

[9] Konunun ayrıntıları için bkz: Celalettin Yavuz, “Türkiye – İran İlişkileri Stratejik Ortaklıktan Çatışmaya: Füze
Kalkanı’ndan PKK ve Karayılan Olayına”, 12.10.2011, http://www.turksam.org/tr/a2495.html

[10] Bu yazının önemli bir kısmı için bkz: Celalettin Yavuz, Avrasya’da Türk Jeopolitiği – Türklere Açılan Geniş Ufuklar,
Berikan Yayınevi, Ankara, 2010, s. 568-598.

http://www.turksam.org/tr/a2601.html

Yazar

Milli Düşünce Merkezi

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar