Yükleniyor...
İki görüş var. Birine göre toplumlar hep böyleydi. İnsanoğlu yaratıldığından beri toplumların hal ve gidişatı hep böyleydi. Nitekim, üç beş kişilik toplumda Kabil Habil’i öldürdü. Kısacası insanın tabiatında, fıtratında bir başkalaşma yok. En baştan neyse hâlâ o! Burada Ahmet Kabaklı Hoca’nın New York’ta 1991’de verdiği bir konferansta Mevlâna’dan naklen söylediklerini hatırlıyorum.
“Mevlâna diyor ki…” demişti: “‘Biz insanlar öyle yaratıklarız ki bazen şeytanlar ellerini açıp Allah’ım çok şükür bizi insan yaratmadın derler; bazen de melekler Allah’ım bizi niye insan yaratmadın diye üzülürler.’ Demek ki insan bazen meleklerin bile imrendiği, bazen de şeytanların bile tiksindiği bir mahlûktur.”
Evet, birinci görüşe göre insanlar hep böyleydi, kimi melek tabiatlı, kimi şeytan tabiatlı… Onların oluşturduğu toplumlar hep böyleydi. Bugünkü gibi.
İkinci görüş sahipleri de der ki: İnsan nesli kötüye gitti, yozlaştı, çürüdü, bozuldu. Eskiden böyle değildi!
Haber bültenlerini dinlerken bu iki görüş arasında gidip geliyorum. Bazen “insan nesli hep böyle idi” yakasındayım. Tek fark artık her şey görünür oldu, diyorum. İletişim vasıtalarının baş döndürücü gelişmesi dünyayı önümüze sermekte. Her şeyden her an haberdarız. Her şeyden her an haberdar olmak ruhumuza eziyet olmaya başladı. Bilgiye bu kadar hızlı ve kolay ulaşır olmak göz kamaştırıcı olsa da bilmek her zaman mutluluk getirmiyor.
Mersin’de belediye otobüsünde oğlu ile beraber bir adam, karısıyla oturmakta olan yaşlı ve engelli bir adamı kıyasıya dövüyor. Olay aralık ayında olmuş, ekranlara yeni düştü. Bu tip olaylar aynı gün görüş açımıza girerdi ama bu nedense gecikmiş! Televizyon veya bilgisayar ekranlarında defalarca seyrediyoruz. Dehşet verici! Döven adam öğretmen! Müdür! Tartışmanın “koltuk” sebebiyle çıktığı yazılıyor. Koltuk! Ah o koltuk! Bütün anlamlarıyla koltuk! Bütün tartışmalar, kavgalar, hakaretler, öfke patlamaları onun yüzünden değil mi zaten?
O “devletlü koltuğu” bir yana bırakırsak, bir belediye otobüsünde nasıl bir koltuk kavgası olabilir ki?! Nasıl bir koltuk tartışması bir insanı bu hale getirebilir? Otobüs hemen hemen boş görünüyor vidyolarda. O yaşlı adam veya karısı bir ters lâf ettiyse bile, ne demiş olurlarsa olsunlar, “insanım, öğretmenim, müdürüm” diye gezen bir adam ve “delikanlıyım” diye gezen oğlu, vahşi hayvanlar gibi saldırmalarına mazeret bulabilirler mi? Dövülen adam yaşlı ve bayağı ciddi hasta. Ve müdür adamın üzerine çıkmış! Yumruk yetmemiş, üzerine çıkmış, ayaklarıyla, ayakkabılarıyla yaşlı adamı eziyor. Dehşet verici bir görüntü. Müdür bey öfkeyle adamı ittirmiş olsaydı, onun da sinirleri bozuk, bir derdi var diyeceğim. Ama müdür bey adamın üzerinde! Tekmeler, yumruklar. Bir yandan kendisi bir yandan delikanlı oğlu. Bu nasıl bir öfke, bu nasıl sinir, bu nasıl bir acımasızlık, bu nasıl bir kontrolsüzlük? Eğitimli bir fert. Üstelik mesleği eğitim olan bir fert! Hayretler içindeyim. Tutuklanmasaydı ertesi gün öğrencilerin, öğretmen arkadaşlarının yüzüne nasıl bakacaktı?
Bizim öğretmenlerimiz, müdürlerimiz…. Kapılarından girmeden önce ceketimizi iliklediğimiz, kendimize çeki düzen verdiğimiz müdürler, müdür muavinleri. Yolda karşılaştığımızda adımlarımızı daha dikkatli atarak selâmladığımız öğretmenlerimiz… Onlar da, meselâ evde eşlerini, çocuklarını döver miydi acaba? Komşularıyla kavga eder, alt kattaki amcanın üzerine yürür, kapıcıya hakaret eder, köşedeki kediye bir tekme atarlar mıydı? Şimdi bu tip işler olduğunda birileri görüntüleri çekmiş oluyor, oturduğumuz yerden seyrediyoruz. O vakitler görmezdik, duymazdık, bilmezdik. Haber dairemize giren şeyler apartmanımızda, sokağımızda, mahallemizde olan şeylerdi, en fazla kulaktan duyduğumuz ya da gazetede okuduğumuz olaylardı. Bundan otuz-kırk sene önce olsa Mersin’deki olayı, bir gazete haberi olarak okuyacaktık, veya kontrollü devlet televizyonunda kısa bir haber duyacaktık, dolayısıyla üzerimizde fazla bir tesir bırakmayacaktı. Televizyonun hayatımıza girmesiyle birlikte görüntü açımız genişlemeye başladı. Kanallar arttıkça, üç beş derken yüzlerce olunca, hele internetten sonra, hele sosyal medyadan sonra görmediğimiz şey kalmaz oldu! Bütün fark bu mu acaba? Yoksa insanlık gerçekten kötüye mi gidiyor? Bazen “İnsanlık kötüye gidiyor, eskiden böyle değildi” yakasındayım. Bizim öğretmenlerimiz, müdür beylerimiz “melek gibi” insanlardı.
İlkokul yıllarımda, gazete bir başlık okumuştum: İpsala Canavarı. İpsala’da işlenen bir cinayet üzerine katil için bu başlık atılmıştı. Siyah-beyaz, pek net olmayan bir fotoğraf hatırlıyorum. Şimdi her gün yarım düzine “canavar” haberi! Canlı canlı! Evet, soru bu: Canavarlar mı arttı, hep aynı miktarda vardı da bizim mi haberimiz olmuyordu?
Gazze’den gelen görüntüler insanlığa dair umutlarınızı yerle bir etmiyor mu? Eski savaşlar daha “insanî” idi diyebilir miyiz acaba, düşünüyorum. Yoksa “görmediğimiz” için bize öyle geliyor olabilir mi? İkinci Dünya Savaşı oldukça “görünen” bir savaştır. Korkunç manzaralar sık sık karşımıza çıkar. Birinci Dünya Savaşı’ndan kaç görüntü var elimizde? Ya daha öncesi? Önceki asırlar? Vahşet kat sayısı hep aynı mıydı?
Hayatın her alanında hissettiğimiz bir “Eskiden böyle değildi” duygusu var. Gerçi Karacaoğlan onaltınca yüzyılda:
Dinleyin ağalar zamane azgın,
Yiğidin başında döner bin kuzgun
demiş.
Amana da deli gönül amana,
Kalmadı eyi gün devr-i zamana
demiş.
Seyrani 1845’te yazdığı anlaşılan şiirinde
Bin iki yüz altmış bire tarih basınca
Pek ziyade oldu sıklet bu sene
Eski âdet bitip devir dönünce
Kalktı insanlardan şefkât bu sene
demiş.
Kısacası herkes kendi yaşadığı devirden şikâyet etmiş. Bugünkü iletişim imkânlarının hiçbirinin bulunmadığı, olup bitenlerin ancak küçük bir kısmından haberdar olabildikleri halde.
Yine de karar veremiyorum. “Eskiden böyle değildi” sadece nostaljik bir duygu mudur? Herşey her zaman böyle miydi? Yoksa insanlık iyi değerlerini, eşref-i mahlûkat vasıflarını kaybetme yolunda mı?
Mersin’deki olayın müdür beyi ifadesinde ne dedi acaba? Ne demiş olabilir?