Yükleniyor...
Ülkece nasıl olduğumuzu merak mı ediyorsunuz?
Nasıl öldüğümüze bakın, derim.
Arşiv taramasına gerek kalmadan şu birkaç gündür yaşadıklarımız bile vaziyetin nasıl bir hâl aldığını gösterecektir.
Örneğin 3 Eylül’de Osmaniye’de bir polis memuru intihar etti.
Mesleğini özellikle belirtiyorum çünkü son aylarda çeşitli mecralardan, polislerin artan bir şekilde mobbinge maruz kaldığını duyuyoruz.
Söz konusu olayla ilgili basını aydınlatıcı bir açıklama da yapılmış değil.
Hepimizin can güvenliğini sağlamayı amaç edinen emniyet görevlileri neden kendi canına kıyıyor?
Adana’da eski sevgili dehşeti yaşandı mesela.
Hikâyeyi biliyorsunuz.
Erkek, kadına âşık olur.
Kadın bu aşka olumlu biçimde karşılık verir.
Ki vermesine bile gerek yoktur, esas olan erkeğin duygularıdır.(!)
Zaman geçer, kadın âşık olduğu erkeği tanıyamaz hâle gelir ve ayrılmak ister.
Erkek bu insanî ve haklı arzuya şiddetle karşı çıkar. Barışmak gibi ulvî bir kavramı da arkasına alarak kadının yanına gider.
Olumsuz cevap alır, kendisine yediremeyerek (!) kadını oracıkta öldürüverir.
Başka bir örnek:
Üstüne şiirler yazılan, Hezârfan Ahmet Çelebi’nin yaptığı kanatlarla yere süzüldüğü Galata Kulesi’nden biri atladı ölüme.
Olay yerinde ilk birkaç saat hayat durdu ama sonrasında hiçbir şey olmamış gibi devam etti her şey.
Biz de bu elem verici hadiseyi, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın yine aynı noktadan meçhule adım atan oğlu için yazdığı mısralarla kapatalım madem:
“(…)
Çıktı, her günkü gibi gülerek evden
Kimseye belli etmedi içindeki yangını
Yürüdü, kendinden emin
Sonsuzluğa doğru
(…)
Galata Kulesinden bir adam attı kendini
Bu nankör insanlara
Bu kalleş dünyaya inat
(…)”
Ölümlerimizin ve yaşamlarımızın benzer olması, birey olarak sağlıklıysak bile toplumdaki hastalığın bize sirayet ettiğinin, edeceğinin de kanıtıdır.
Bu sebeple gazetelerin 3. sayfasında okuduklarımızın, ana haber bültenlerinde izlediklerimizin ve sosyal medyada hasbelkader önümüze düşen kötülüklerin dolaylı değil doğrudan hedefi biziz.
Çünkü bir zincir, en zayıf halkası kadar sağlamdır.
Elbette ateş düştüğü yeri yakacak ama o ateşin bizim bulunduğumuz yere sıçraması işten bile olmayacak.
Bunun farkına varmazsak zincirleme felaketlere, ölümlere uğramaya devam edeceğiz.
Ölen öldüğüyle kalıyor fakat sığ bir bakış açısıyla ve ‘kader’ kavramına sığınarak yapılan her açıklama da kalanlara razı’lık dayatıyor.
İşte en son 41 canımızı kaybettiğimiz maden kazasında oldu bu.
Sanki 21. yüzyılda değilmişiz gibi ‘her şey olacağına varır’ anlayışıyla ölmeyi normalleştirdik.(!)
Maalesef, üçüncü dünya ülkelerinin bile ilerleme kaydettiği iş sağlığı alanında sınıfta kaldık.
Eğer dinimizde, anlatıldığı şekliyle kader planı mevcutsa biliyoruz ki israf da mekruhtur.
O hâlde üniversitelerdeki iş sağlığı ve güvenliği bölümlerini kapatalım. Üzerine okutulan dersleri de sonlandıralım.
Bunların eğitimine gereksiz bir şekilde harcanan parayla yeni camiler yapalım ve ölmüşlerimize de bolca rahmet okuyalım.
İşin ironik tarafı bir yana, her gece uyurken kendimize sormamız gereken bir soru var.
O soruyu ya sormuyoruz ya da sorduğumuzda derin bir sessizlik kaplıyor içimizi.
Ne mi o soru?
Yaşadıklarımız kader mi yoksa bize kader diye dayatılanları mı yaşıyoruz?
Bu soruya toplum olarak doğru cevap verdiğimizde emin olun daha yaşanabilir bir ülkeye uyanacağız.