Karaelbistan’da mekân geleneği-1

Üç haftadır yazdığım yazılarla Elbistan’ı ve Karaelbistan’ı tanıtmaya çalıştım. Bu haftadan itibaren geçmişte yaşatılan bu geleneği anlatmaya çalışacağım.


Paylaşın:

Karaelbistan Köyü’nde yakın zamana kadar yaşatılan “Mekan’a Çıkma Geleneği”ni yazmadan önce üç haftadır yazdığım yazılarla Elbistan’ı ve Karaelbistan’ı tanıtmaya çalıştım. Bu haftadan itibaren geçmişte yaşatılan bu geleneği anlatmaya çalışacağım.

Mekân’a çıkma

Sanıyorum 1965 yılıydı; 12 yaşlarındaydım. Çocukluğumda sık sık nenemin (babaannemin) köyü Karaelbistan’a gitmiş ve birçok hatıra biriktirmiş olmama rağmen yaşadığım en güzel anı, “Mekân’a çıkma” törenidir.

Tanyeri ağarmadan başlayan yürüyüşle gerçekten çok farklı ve etkileyici bir ortama girmiştim. Sabah doğanın o sessiz ve sakin ortamında kağnı sesleri, at kişnemeleri, eşek anırmaları, bebek ağlamaları, çocukların bağırmaları- çağırmaları; beni, manen ve fiziken bambaşka bir duyguya sürüklemişti. Bunu yazarken bile “keşke o günü tekrar yaşayabilsem” diyorum.

Babaannemle ilgili de bir anı var; büyüklerimden dinlemiştim. Tarih verememişlerdi ama babamın doğum tarihinden hareketle 1905 yılı olması muhtemel!.. O yıl da Mekân’a çıkılmış. Sülale büyüklerimiz zahire alım-satım işiyle uğraştıklarından, herhalde Mekân’a çıkılacağını köylülerden duymuş olmalılar ki; katılmaya karar vermişler.

Mekân’a çıkılacağı gün geldiğinde; sülalenin erkekleri atlarıyla kadınlar ve çocuklar at arabasıyla yola çıkmışlar. Köylülerden önce yaylaya varıp alanda uygun bir yere hasırlarını – kilimlerini serip oturmuşlar.

Her yıl çıkıldığı için köydeki ailelerin yerleri belliymiş. Biraz sonra yerin sahipleri gelmişler; bakmışlar, kendilerinin yerinde başkaları oturuyor: “Neden yerlerine oturdukları” sorusuyla aralarında ağız dalaşı başlamış; hatta iş biraz büyümüş. Neyse, köylüler araya girerek “Alan geniş, hepiniz sığarsınız” demişler; sulh olup yan yana oturmuşlar.

Aileler arasında zamanla sohbet koyulaşmış, ortak yemeye – içmeye başlamışlar. Tabii genç kızlar ve erkekler hizmet ediyorlarmış. Hizmet eden kızların içinden Fadime, bizimkilerin hoşuna gitmiş; hem kendisi hem hizmeti güzelmiş. O zaman 18 yaşında olan dedem Hacı Ali’ye uygun görmüşler. Hacı Ali de birkaç arkadaşı ile birlikte Mekân’a gelmiş. Fadime’yi göstermişler; beğenmiş. Tören bitmiş, helalleşip ayrılmışlar.

Ancak, bizimkiler Elbistan’a dönecekleri yerde karar verip hemen Karaelbistan Köyü’ne gitmişler. Ev sahiplerinden önce varıp kapının önüne oturmuşlar. Diğer aile etrafı toplayıp kağnıyla köye dönünceye kadar epey zaman geçmiş. Eve gelip kapının önünde Mekân’da tanıştıkları aileyi görünce şaşırmışlar: “Buyurun” diye eve almışlar. Büyükler doğrudan söze girip Fadime’yi istemişler; söz kesilmiş. Gerisini tahmin ediyorsunuzdur!..

“Mekân’a çıkma geleneği”ne geçmeden önce ileride yazacaklarımın daha iyi anlaşılabilmesi için tarihimizle, yani geçmişimizle ilgili biraz bilgi aktarmak istiyorum.

Mekan’dan Karaelbistan

Geçmişle bugünün değerlendirmesi

Günümüzden örnekler

Çocukluğumdan beri okumayı çok severim. Bu sevgim, zamanla tarihimize ve millî kültürümüze olan ilgimi daha da artırdı. Her daim hayatımızda olmasına rağmen bilinçsizce yaşadığımız için farkında olmadığımız halk kültürümüz de dikkatimi çekmeye başladı. Zaten çocukluğumun geçtiği hem Elbistan hem de Karaelbistan Köyü halk kültürünün yoğun olduğu, gelenek – göreneklerin yaşandığı yerler olduğundan, bunlara yabancı değildim.

Yaşım ilerleyip tecrübe, bilgi ve birikimim arttıkça; Türk, Türklük ve Türk Dünyası ile ilgili her türlü gelişmeyi ilgiyle takip etmeye başladım. Bu konularda meydana gelen her tür gelişme; beni heyecanlandırdı, sevindirdi, mutlu etti: Türklüğümle gurur duydum.

Okuduğum kitaplardan ve seyrettiğim belgesellerden evrenin yaratılışı ve düzeni, Gök Tanrı inancı, kut verme, gök kültü, yer kültü (erlik), atalar kültü, su kültü, ateş kültü gibi kültür değerlerimizin; Türk Dünyası’nda ve Anadolu’nun birçok yerinde -biraz değişikliğe uğrasa da- yaşamaya devam ettiğini fark ettim.

Geçmişte “İduk” denilen, dağların yükseklerindeki kutsal, mukaddes, mübarek mekânlara, ziyaret yerlerine çıkarak kurban kesmek, adağı yerine getirmek, dua etmek; kayalara, taşlara (saymalı taş) resimler, tamgalar (damgalar) ve harf benzeri işaretler çizmek, yazı yazmak gibi uygulamalar hep dikkatimi çekmiştir.

Hâlâ bugün, her Nevruz (21 Mart)’da ateşin üzerinden atlamak, köy düğünlerinde ateş etrafında “sinsin oynamak”, ocağa “tuz atmak” ya da kuru yüzerlik otu atıp “tütsü yapmak” şeklindeki uygulamaların, şamanların (kam, bakşı, bahşi) ateş etrafında dans etme ve kötü ruhları kovma ritüellerine benzediğini; hayvanlara -hangi aileye ait olduğu belli olsun diye- tamga (damga) basılmasının; çocukken – çok bilinçli yapmasak da – parmağımızı kanatarak birbirimizin parmağını emip samimi arkadaşlarımızla “kan kardeşi olmamız” eski kültürümüzün devamı olarak görüyorum.

Eğer Türk Tarihi”ne merakınız varsa ve bu konudaki çalışmaları, araştırmaları okuduysanız ya da bu belgeselleri seyrettiyseniz; inanıyorum ki, bugün yaşanan geleneklerle benzerliği sizin de dikkatinizi çekmiş, fark etmişsinizdir.

İşte, Anayurt’ta atalarımızın yaşadıkları ile bugün bizim yaşadığımız geleneklerdeki ritüel benzerlikleri, aklıma hep nenemin köyünde yaşanan gelenekleri getirdi. Demek ki bu gelenekler Anadolu’ya getirilen ve tarihi süreç içerisinde birazcık şekil değiştiren geleneklerdi. Biliyorum; bu geleneklerin benzerleri Türk Dünyası’nın her yerinde var ve yaşıyor.

Konuyu daha da iyi anlayabilmek için geçmişten kısa kısa bazı örnekler vermek istiyorum:

Geçmişten örnekler

Gök Tanrı İnancı

Prof.Dr. Bahaeddin Ögel; “Tek Tanrılı dinin veya monotheism’in çok erken olarak doğuşunu belki de Türklerin yaşayış ve çevrelerine bağlayabiliriz. …Ancak Gök dini denince gökle ilgili çeşitli törenler, seremoniler, tapınmalar akla gelmelidir… Göğü ve yeri yaratan bir güç veya bir tek hâlik vardı. (Türklerde Devlet Anlayışı, Ötüken Neşriyat-2016, s.34, 35 ve 36)”

Yılmaz Öztuna; “Gök Tanrı dininden Oğuzlar, Arab seyyahı İbnü Fadlan’ın müşahedesine göre, başlarını göğe kaldırarak ‘Bir Tengri’ diye dilekte bulunuyorlardı. VI.asır Bizans tarihçisi Menander, Türklerin ‘kâinatın yaratıcısı Tek Tanrı’ya inandıklarını’ yazmaktadır. …Möngge Kağan, Fransa kralı IX.Louis’e gönderdiği mektupta: ‘Gökyüzünde ancak Bir Ebedi Tanrı vardır’ demektedir (Rasonyi, Tarihte Türklük). (Büyük Türkiye Tarihi, c.1/s.51 ve 170)”

Bildiğiniz üzere, Orta Asya’daki en yüksek dağın adı da Tanrı Dağları’dır.

Dr.Arslan Tekin: “Çin kaynaklarının, Türk din tarihi bakımından en önemlilerinden olan Vey-şu’da, ilk dönem Türk dini hakkında şu bilgiler yer alıyor:

– Türkler Doğu yönüne hürmet ederler ve Han’ın otağına doğu taraftan girerler.

– Bütün Türkler her yıl ecdat mağarasına gidip orada kurban keserler.

– Beşinci ayın ortasında (10-20 günleri arası) ırmak kenarına gidip Gök Tanrı’ya (Gök’ün Ruhu’na) kurban sunarlar.

– Bodin-İnli adlı dağ zirvesini ziyaret ederler. (Türk’ün Tarihi, s.234)” demektedir.

Haftaya devam…

Yazar

Yaşar Yeniçerioğlu

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar