Yükleniyor...
Kentsel dönüşüm diye bir tabirin varlığını ilk defa üniversitede saygıdeğer bir hocamızın dersinde duymuştum. Dünyadan bihaber yaşıyor olmamı kenara bırakacak olursak gerçekten büyülendiğimi hatırlıyorum. Hâlâ o günleri düşününce anılarımda rüyaya benzer bir bulanıklık oluyor. Derste İngiltere’deki, Fransa’daki örnekleri işlediğimizde, dünyada gerçekten de böyle değişimler mi yaşanıyormuş diye şaşırmıştım. Herhalde sınıftaki birçok arkadaşım gibi ben de meslek hayatımda böylesi büyük, görkemli ve işlevli projelerin içerisinde yer almayı ve bir şeyler üretmeyi hayal etmiştim. Fakat aradan geçen yıllar sonrasında, yaşadığımız ülkenin gerçekleri yüzümüze bir tokat gibi çarpacaktı.
Ülkemizde adını yavaş yavaş duymaya başladığımız kentsel dönüşüm tabiri, 2011 yılında yaşanan Van Depremi sonrasında tam anlamıyla hayatımızın içine adım atmış oldu. Deprem sonrasında Afet Yasası çıkarıldı ve her ile kurulan afet müdürlüklerine muazzam sayıda şehir plancısı ataması yapıldı. Bilenler bilir, 2012 yılında şehir plancılarının KPSS puanları 80 ile, Muğla iline yerleşecek kadar düşmüştü.
Bu yaşananlar belki iyiye adım olarak algılanabilirdi. Afet ile ilgili bir yasa çıkıyor, işi ehline vermeyi hedeflercesine şehir plancısı alımları yapılıyordu. Fakat daha sonra TOKİ işin içine girdi ve bununla birlikte belediyeler de kentsel dönüşüm işlerine girişerek işleri taşere ettiği firmalarla,³ kentlerin çehresini değiştirmeye başladılar.
Etrafımızda yaşanan olaylar o denli hızlı gerçekleşiyordu ki ne olduğunu anlamak gerçekleşmesinden daha uzun bir zaman alıyordu. Nitekim yakın zamanda katıldığım bir seminerde dinlediklerimin ülkemizin son on yılına parmak bastığını üzülerek algıladım.
Bulunduğum il belediyesinin gerçekleştirdiği bir seminere katıldım. Seminere konuşmacı olarak bulunduğum şehir içerisinde gerçekleştirilen kentsel dönüşüm işlerinde rol almış firma sahipleri ile diğer illerde bu işlere imza atmış ve şimdi de gözü, bulunduğum şehre çevirmiş olan büyük firma sahipleri bulunuyordu.
Sözü çok uzatmadan diğer illerde büyük işlere imza atmış olan firma sahibinin konuşmasını sizlere iletmek istiyorum.
“Kentsel dönüşüm ile çok büyük işler başardık şüphesiz. Ama başarılan en iyi iş ne derseniz; o da kentlerimizin çehresini değiştirmek, daha lüks konutlar ve güvenilir bir çevre oluşturmuş olmaktır derim. Bunun yanı sıra ekonomik olarak da büyük kazançlar elde edildi. Değeri 100 lira olan evlerin değeri, dönüşüm sonrasında 1000 liraya ulaştı ve vatandaşlarımıza ekonomik katkı sağladı…”
Konuşmanın bundan sonraki kısmından bahsetmeye gerek görmüyorum zîra bana göre konuşmanın en can alıcı noktası burasıydı; değeri 100 lira olan evin değerinin 1000 liraya çıkması…
Ülkemizde gerçekleştirilen kentsel dönüşüm işlerinin en büyük sıkıntısı dönüşüm öncesi ve sonrasındaki demografik yapının çok basit bir durummuş gibi kapı kenarında bırakılmasıdır. Dönüşüm bölgesi olarak seçilen yerler genellikle şehirlerin gecekondulaşmış kısımlarıdır; ki bu seçime yanlış demek doğru olmaz. Ve fakat yanlış, yıkılarak yeniden inşa edilen çevrenin ne derecede önceden burada yaşayan insanların yaşam tarzına ve ekonomik durumuna yani kısacası sosyolojik durumuna göre uygun yapıldığı noktasında başlıyor.
Planlama dediğimiz branş mühendislik gibi, keskin sınırları olan bir meslek dalı değildir. Ne olursa olsun, plan yapan kişinin dünya görüşü, politik düşünceleri vb. konular o planın içerisinde kendisine yer bulur. Yapılan planlar sanayi ürünü gibi değil, elde dokunan halılara benzer. Yani insan faktörü kendisini planlama içerisinde hissettirir. Bu da doğal olarak planlanan kent üzerinde bir parmak izi bırakır. Burada önemli olan şey ise, plan yapan kişinin kendi benliğini olabildiğince bu işin dışında tutması olacaktır.
Örneğin; gecekondulaşmış bir mekânı baştan aşağı yıkıp yerine muazzam güzel bir kent kurduğumuzu hayal edelim. Lüks apartmanlar, şahane markalarla dolu alış veriş merkezleri, büyük caddelerin gelip de bağlandığı büyük kent meydanları vs… Ve işimiz bittikten sonra önceden burada yaşayan insanlara diyelim ki, buyurun arkadaşlar, burada yaşayın. Bu insanlar her şeyden önce böyle bir ortamda yaşamaya alışkın değiller. Onları eskinin mahalle ortamı özlemi içerisinde bırakmış olmayacak mıyız? Ve ikincisi, gecekonduda yaşayan insanların ekonomik durumu ne ola da oluşturulan bu yeni lüks mekânda hayatlarını idame ettirebilsinler? Elbette işin sonunda aklımıza ilk gelen durum gerçekleşiyor ve dönüşüm öncesinde burada yaşayanlar, dönüşüm sonrasında kentin daha dışındaki çeperlere giderek oralarda gecekondulaşmaya başlıyorlar. Yeni oluşan mekânda ise, hayatlarında buraya daha önceden bir adım dahi atmamış olan orta sınıf ve üstü insanlar yaşamaya başlıyor.
Şimdi burada sormamız gereken ciddi bir soru var diye düşünüyorum. Bir kent planı yaparken, insanlara iyi budur, güzel olan budur diyerek gerçekten onların sağlıklı ve güvende hissedeceklerini düşündüğümüz bir mekân yaratarak daha önce hiç alışık olmadıkları bir yaşam tarzını dayatmak mı önemli; yoksa halihazırda orada yaşayan insanların sosyolojik yapısını inceleyerek sürdürdükleri yaşam biçimine uygun kentler üretmek mi önemli? Bir önemli husus daha var ama bu konuyu burada açmak istemiyorum.
Bana soracak olursanız ikinci öncül daha büyük önem arz ediyor. Sosyolojik yapı, oluşturulan kentlerden çok daha önemlidir. Ve hatta bir adım daha ileri gidere, sosyolojik yapı her şeydir demek istiyorum.
Şehirleri oluşturan üç temel ayak vardır. Bunlar birbiri ile iç içe ve her daim devinim içerisindedir; siyaset, sanat ve planlama. Bu üçünün dayandığı nokta ise tektir ve bu da halkın sosyolojik yapısıdır. Halk siyasetin kendisidir, sanatçılar halkı yansıtır ve kentler halkın ihtiyaçları doğrultusunda şekillenir.
Bunları birbiri ile harmanlayıp doğru okuyabildiğimiz gün, güzel günler görmenin arefesini yaşayacağız demektir.