21.09.2024

20. Asrın “Yakın Doğu” Projesi’nden 21. Asrın “Büyük Ortadoğu” Projesi’ne

“20. yüzyılda üç cahil büyüğün (ABD, İngiltere, Fransa) sadece bir çocuğun (Yunanistan) önderliğiyle belirlediği Anadolu'ya karşı davranışı” şimdi nasıl şekilleniyor? Zamanında nizamı değiştiren Türkiye, tekrarlanan tehdidi bertaraf edebilecek mi?


Köşe taşları itibariyle, ABD Başkanı Bill Clinton’ın 1999’da TBMM’de yaptığı tarihi konuşmada 20. yüzyılda yarım kalan hesapların 21. yüzyılda tamamlanacağı mesajını vermesi, Türkiye ile ABD’nin birlikte NATO’yu 21. yüzyılın taleplerine adapte ettiğini söylemesi, Yunanistan Başbakanı Smitis’in, bir yıl öncesinde Osmanlı’nın bugünün Avrupa’sının yaratılmasına katkısını vurgulaması, Fener Rum Patrik­hanesi merkezli gelişmeler, ABD, AB, Dünya Bankası, Dünya Kiliseler Birliği ve UNESCO’nun elbirliği ile İstanbul’u “Dünya Kültür Başkenti” yapmak için üçe bölmesi, yine Clinton ve ünlü işadamı Rahmi Koç’un eş zamanlı olarak İslam dünyasının bir başının bulunmamasından şikâyet etmesi, Boğazlar’ın uluslararası statüye kavuşturulması söylemi, AB’deki Türkiye karşıtlarının sıkça telaffuz ettiği “1683’teki Viyana kurtuluşu” ifadeleri toptan okunduğunda, bunların büyük bir hesaplaşmanın bariz işaretleri olduğu görülecektir. 100 yıllık bu hesaplaşma ve projenin merkezi de İstanbul, kapsama alanı ise sadece Ortadoğu değil, Ermenis­tan, Gürcistan, Azerbaycan dâhil tüm Kafkaslardır.

Türkiye’yi bekleyen hesaplaşmanın ne olduğunun tam olarak an­laşılabilmesi için sadece bugüne değil geçmişe, özellikle de Yunanis­tan’ın “Büyük Amacı”  ile İngiltere’nin çıkarlarının kesiştiği, o günden bu yana devam eden büyük işbirliğinin temellerinin atıldığı 20. yüzyılın başlarına bakmak gerekmektedir. İngiltere Başbakanı Lloyd George’un daha 1912’de Türklerin Avrupa’dan atılmasını planladığını, bunun için gerek Girit, gerek Oniki Adalar, gerekse Kıbrıs’ta Yunanistan’a nasıl destek verdiği bilinir. Lloyd George Ocak 1918’de yaptığı bir konuşmada “Türk ırkının başkenti İstanbul olmak üzere Türk İmparatorluğunun vatanı olan topraklarda kalmasına karşı çıkmamakla birlikte Akdeniz’le Karadeniz arasındaki geçit uluslararası bir statüye sokularak, tarafsızlığı sağlanacaktır görüşümüze göre, Ara­bistan’ın, Ermenistan’ın, Irak’ın, Suriye’nin, Filistin’in ayrı ayrı birer ulusal birlik olarak tanımlanmaları gerekmektedir.” taahhüdünde bu­lunmuştur. ABD, İngiltere ile Fransa’nın, Yunanistan’ın İzmir’i işgal etmesine karar vermesinin ardından 9 Mayıs 1919 günü ise Lloyd George, Venizelos’la akşam yemeği yemiş ve büyük bir coşkuyla şöyle konuşmuştur:

“Yunanistan, Yakın Doğu’da büyük olanaklara sahiptir ve bu ola­naklardan faydalanabilmek için askerlik yönünden olabildiğince güç­lenmeniz gerekir. Biz Birleşik Amerika’nın İstanbul’da bir süre için yö­netimi kurmayı üzerine almasını sağlamaya çalışıyoruz. Birleşik Ameri­ka’nın İstanbul’a yerleşmesi zamanı gelince kentin egemenliğiniz altına geçmesine hiçbir şekilde engel olamaz. Başkan Wilson bu düşünceye karşı değildir ama Amerikan kamuoyunun ve bu nedenle Senato’nun kabul edip etmeyeceğinden kuşku duymaktadır. Kabul etmemeleri halinde İngiltere’nin benimseyeceği tek çözüm yolu İstanbul’un Yuna­nistan’a verilmesi olacaktır.”

İşte Lloyd George’un bu coşkulu konuşmasında dile getirdiği “Ya­kın Doğu’da güçlenme, İstanbul’a ABD’nin yerleşmesi, zamanı gelince de Yunanistan’a verilmesi,” projenin ana hatlarını teşkil etmiştir. Nite kim Yakın Doğu’nun durumu 6 Ocak 1920’de İngiliz Bakanlar Kurulu’na bir tasarı olarak gelmiş, Türklerin İstanbul’dan çıkarılması kabul edilir­se gelecekteki Türk Devletinin başkentinin Konya mı, Bursa mı olacağı konuşulmuştur. Türkiye üzerindeki hesaplar bununla kalmamış, Sultan’ın İstanbul’da İslamlığın Vatikan’ı gibi özel bir bölgesinin olmasına izin verilip, verilmemesi gündeme gelmiş, bundan sonra da bir adım daha ileri gidilerek, ‘Türkiye’nin siyasal merkez ile Müslüman Türklerin manevi merkezinin birbirinden ayrılması’ tartışılmıştır. İngiliz Bakanlar Kurulu, Ayasofya’nın geleceğini gündemine almış ve 1453’te Türklerin gelmesinden önce Ortodoks Bizans İmparatorluğunun Kated­rali Büyük Ayasofya Camii Hıristiyan kilisesi mi, İslam camii mi, yoksa hiçbir dine bağlı olmayan bir müze mi olmalıdır?” sorularının cevabını aramıştır. Dışişleri Bakanlığınca hazırlanan ve Lloyd George’un tam desteğini alan tasarı, Hint asıllı Hindistan’dan sorumlu Bakan Montagu ile İngiliz Savaş Bakanlığı’nın karşı çıkması üzerine Bakanlar Kurulu tarafından geri çevrilmiştir. Tasarı ve bunun geri çevrilmesi kadar ilginç olan bir diğer husus, bunu ortaya çıkaran İngiliz diplomat Micheal Uevvllyn Smith’in, “Tekerlek dönmüş, aynı yere gelmişti. Montagu ile Savaş Bakanlığı’nın birlikte, Curzon, Lloyd George ve Venizelos’a karşı direndikleri açıkça anlaşıldı.” şeklindeki değerlendirmesidir ki, projenin İngiliz-Yunan ortak yapımı olduğunu tüm açıklığı ile ortaya koymuştur.

İngiliz Diplomat Smith’in, İngiltere’nin Anadolu-Yakın Doğu politi­kası ile Yunanistan’la ilişkisi hakkındaki tespit ve değerlendirmeleri de dikkat çekicidir. Anadolu’da verilecek topraklarla yeni Yunanistan’ın güç kazanacağına bazı devletlerin, özellikle İngiltere’nin inandığını belirten Smith’e göre İngiltere, Yunanistan’ı “Türk devletinin tasfiyesi sırasında Doğuya yeniden şekil verme konusunda asal bir unsur olarak kabul etmiş”, Yunanistan’ın birden genişlemeyi başarabilmesi için ge­rek duyacağı ekonomik ve politik desteği vermeye hazırlanmıştır. As­lında ilk günlerde İngilizlerin kendilerine özgü biçimde kararlaştırılmış bir Anadolu politikasının bulunmadığını ancak kafalarında hala atama­dıkları Gelibolu olayı yüzünden barış ve savaş durumunda Boğazları açık tutmayı gerçekleştirmenin asal bir çıkar sağlayacağını anladıkları­nı vurgulayan Smith, bunun için İstanbul ve Boğazların uluslararası bir statüye sokulmasına çalışıldığını kaydetmiştir.

İngiliz-Yunan yapımı bu projenin başka ayakları da vardı. Bunları da, Yunanistan Başbakanı Venizelos’un, müttefiklerin Mustafa Kemal’e karşı harekete geçmeleri için 5 Ekim 1920’de Lloyd George gönderdiği telgrafta bulmak mümkündür. Telgrafında, müttefiklerin harekete geç­memelerinin Mustafa Kemal’i cesaretlendireceğini ve Hıristiyan halkın yok edilmesini tamamlayacağını öne süren Venizelos, ayrıca bazı devletlerin Doğu’da barışı bozmak için Mustafa Kemal’i ve Bolşevikliği kullanarak, entrikalara girişebileceğini iddia etmiştir. Tüm bunlara karşı­lık, üstelik de çifte sonuca varacak tek bir köklü çare bulunduğunu, bunun ise Ankara ve Pontus(!) bölgelerinde milliyetçi kuvvetleri kesinlikle yok etmeye yönelik yeni bir harekat başlatmak olduğunu belirten Venizelos, şöyle devam etmiştir:

“Boğazlar bölgesiyle birlikte ayrı bir devlet oluşturmak, bu devletin varlığıyla Boğazların özgürlüğü konusundaki tek etkin güvencenin sağlanması için Türkleri İstanbul’dan atmak.

Yerlerinde kalmış Rumlarla, sayıları 800 bini bulan ve son 50 yıl içinde Türklerin baskısından kaçarak Güney Rusya’ya göçmüş Rum­lardan Pontus’da ayrı bir devlet kurmak. Ermenistan ve Gürcistan’la işbirliği yapacak olan bu devlet, İslamlığa ve gerektiğinde de Rus em­peryalizmine karşı sağlam bir engel olacaktır.”

Tüm bu plan ve gelişmelerin ortaya koyduğu tek bir gerçek vardır, o da, Türkiye’nin milli mücadelesinin ne denli büyük bir felaketi önledi­ğidir. Sadece bağımsızlık peşinde olan, inanmış bir halkın, büyük ve güçlü Batı’ya hezimeti yaşatacağı günler yaklaştığında dahi, hedefle­rinden vazgeçmeyen Lloyd George’un, Mayıs 1922’de Venizelos’a, “Yunanistan çölleri aşmalıdır, kayalardan toplanmış kudret helvasıyla yaşamalıdır ve bugünün çetin sınavından geçmelidir. Böyle yaparsa, Vaat Edilmiş Toprakları kazanabilir.” sözleriyle verdiği moral ve destek, hem çok anlamlı hem de dikkat çekicidir. Bir diğer anlamlı ve dikkat çekici hadise de, günümüzde Yunan Kilisesi’nin Yunanlı gençlere ön­der olarak sunduğu meşhur İzmir Başpiskoposu Hrisostomos’un, İzmir’in kurtuluşundan iki gün önce 7 Eylül 1922’de Venizelos’a yazdığı son mektupta kullandığı ifadelerdir. Mektubuna, “Aziz dostum ve kar­deşim Eleftherios Venizelos” hitabıyla başlayan Başpiskopos, Helenizmin yaşayan bir bölümünün çökmekte olduğunu bildirmiş ve “Büyük bir davranışta bulunmanızın anı gelmiştir. Küçük Asya’daki Helenizm, Yunan devleti ve Yunan ulusu, hiçbir kuvvetin çıkaramaya­cağı ve kurtaramayacağı bir cehenneme düşmektedir.” diyerek eski Başbakanı göreve davet etmiş, bu arada, işini tamamlamadan seçime gittiği için de eleştirmiştir. Başpiskopos’un “işin tamamlanmasından” kastı, “en görkemli Bizans İmparatorluğunun temellerini atmak gibi önceden görülemeyen, güzel ve görkemli bir yapıta damga ve mühür basmak, İstanbul’a girmek ve Sevr Antlaşmasının uygulanması için Yunan ordusuna İstanbul’u işgal ettirmek” tir. Hrisostomos’un mektubunu önemli ve anlamlı kılan son paragraftır. Artık olanın olduğunu belirten Başpiskopos, şu sözleriyle adeta bugün yaşadıklarımızı ve neyin gününün geldiğine ortaya koymuştur:

“Helenizmin ve İstanbul’la birlikte bu toprakların Yunanistan’la birleştirilmesi gerekli değildir, çünkü söz konusu düş, en azından yüz yıl için elimizden alınmıştır. Ama bu topraklarda başta siz Yüksek Komiser olmak üzere, Sultan’ın egemenliğinde de olsa özerk bir Doğu Hıristiyan Devleti kurulması için sesinizi duyurmakta acele ediniz.”

Evet, şanlı-şerefli milli mücadele ile sadece Helenizmin büyük dü­şü değil, İngiltere’nin Yakın Doğu ve Anadolu Projesi de ellerinden alınmıştır ama İzmir Başpiskoposumun 100 yıl kehanetinin gerçekleş­me yolunda olduğunun emareleri de artmıştır. Yunanistan bildiğimiz Yunanistan’dır, değişen ise her ne kadar tüm ABD patentli projelerin senaristi İngiltere olsa da, ön plana İngiltere değil, ABD’nin çıkması, Yakın Doğu ve Anadolu Projesi’nin yerini ise Büyük Ortadoğu Projesi’nin almasıdır.

ABD Başkanı Clinton, TBMM’deki diplomatik konuşmasından bir ay önce Başbakan Ecevit’in ABD’yi ziyareti sırasında, “20.yüzyılın ilk 50 yılı Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasının paylaşılmasının yol açtığı değişikliklerle geçti. 21. yüzyılın ilk 50 yılı da Türkiye’nin alacağı doğrul­tuyla şekillenecektir. Türkiye modelinin, hem İslam dünyası hem Türki­ye’nin bulunduğu bölge, hem de Avrupa için çok büyük etkileri olacaktır.” demiş, aynı günlerde Georgetovvn Üniversitesi’nde de, “Önümüz­ deki yüzyılın büyük ölçüde, Türkiye’nin bugünkü ve yarınki rolünü nasıl tanımlayacağına bağlı olarak şekilleneceğini umuyorum.” şeklinde konuşmuştur. Bu diplomatik ifadelerin İngiliz Başbakan Llyod Geroge’un 1912’den 1922’ye kadar daha kabaca dillendirdiği Anadolu merkezli hedeflerden farkı var mıdır? Ya da Clinton’un İslam dünyası­nın bir başının olmamasından şikayet etmesi ile Lloyd George’un Halifeyi İstanbul’da bırakıp, burayı dini bir merkeze dönüştürürken, Türki­ye’nin siyasi merkezini Konya’ya ya da Bursa’ya taşımayı düşünmesi­nin tesadüf olduğunu söylemek mümkün müdür? Daha da ötesi bugün ABD ve AB’nin Türkiye’nin Ermenistan’a ambargoyu kaldırmasında ne denli ısrar ettiğini, AB’nin Pontus kültürünün ihyasını istediğini, ABD ve Almanya Büyükelçilerinin yoğun bir Karadeniz ve Doğu Anadolu turuna çıktıklarını görüyoruz. Bu tablo, Sevr’de Ermenistan’ın kurulması gün­deme geldiğinde, bu yeni devletin mutlaka Trabzon’la bağlantısının kurulması çalışmalarının ve Yunanistan Başbakanı Venizelos’un, “Gü­ney Rusya’ya göçmüş Rumlardan Pontus’da ayrı bir devlet kurulmasını” isterken, “Ermenistan ve Gürcistan’la işbirliği yapacak bu devletin İslamlığa ve gerektiğinde de Rus emperyalizmine karşı sağlam bir engel olacağını” söylemesinin devamı değil midir?

Tam anlamıyla tarih tekerrür etmekte, İzmir Başpiskoposu’nun 100 yıl kehaneti de daha erken gerçekleşmektedir. Ancak böylesine büyük bir mücadele ile sadece kendi geleceğini değil, dünyayı da şekillendiren Türkiye, nasıl olmuş da 80 yılda Batı’ya adeta “Nerede kalmış­tık?” dedirtircesine “tekerleği döndürüp, aynı yere getirme” imkân ve fırsatını vermiştir? Milli mücadele, Lozan ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulması ile önü kesilen büyük planların, zaman içinde parça parça nasıl gündeme getirilip, ilerleme kaydettiği hususundaki en önemli nokta, hız kazanan ve Türkiye’yi süratle bir uçuruma sürükleyen Türkiye-AB ilişkileridir. Çünkü Türkiye’nin 1999 yılında aday ülke ilan edilmesiyle, Helsinki Belgesi’nde yer alan Kıbrıs ve Ege’nin elimizden nasıl alınacağından, AB organlarının Pat­rikhane, Ruhban Okulu, Pontus, Ermenistan, yeni azınlıklar yaratma ve Güneydoğu’ya otonomi konularındaki çeşitli karar ve taleplerinin yukarıda anlatılan tarihi planlarla nasıl birebir örtüştüğü ortadadır. Dün olduğu gibi bugün de hedef, Türkiye’nin parçalanarak, ‘Türk’ün Anadolu’ya hapsedilmesidir. Sadece ABD değil, AB ilişkilerinin de somut bir biçimde ortaya koyduğu gerçek, süreklilik arz eden bu planların ve başrol oyuncularının aynı olduğu, sadece kullanılan yöntemlerin değiştiğidir.

Türkiye nasıl dönüştürüldü?

İngiliz eski Dışişleri Bakanlarından Balfour, “20. yüzyılda üç büyüğün (ABD, İngiltere, Fransa) Anadolu’ya karşı davranışı”nı, “Bütün gücü ellerinde tutan, tam anlamıyla cahil olan üç adam, oturmuşlar ve sadece bir çocuğun (Yunanistan) önderliğiyle kıtaları parçalamaktadır­lar.” diye tanımlamıştır. Balfour’un dahi, “üç cahil ve bir çocuk” diye nitelendirdiği güçlerin, hazırladıkları tehlikeli projeler ve giriştikleri çılgınlıklarla bu sıfatları hak ettikleri kesindir. İşte Türkiye, bu çılgınları ve çılgınlıkları durdurmuştur. Ne yazık ki 21.yüzyıl projelerine aynı bilinç ve güçle karşı koyacağına ilişkin umutlar giderek azalmaktadır. Bunun sebebini, kısacası Türkiye’nin nasıl dönüştürüldüğünün sırrını da yine “Büyük Yunan Düşü”nde bulmak mümkündür.

Yunan Düşü’nü ve hedeflerini, belki biz Türklerden de iyi analiz eden İngiliz Diplomat Smith, Yunanistan’ın sadece krallığı değil, Yunan milletinin oturduğu bütün yerleri kapsadığını vurguladıktan sonra bunun için 1864 Anayasasında yeni Kral I.George’un, “Yunanistan Kralı değil”, “Helenlerin Kralı” unvanıyla simgelendirildiğinin altını çizmiştir. Bu amacın 19. yüzyılda yaşayan Ortaçağ düşüncesine sahip kişilerin duygusal ürünü değil; yüzyıllarca eski, Yunanlıların ulusal ve dinsel bilincinin derinliğine kök salmış bir amaç olduğunu belirten Smith, bunun yönünün de “İstanbul’u Hıristiyanlık adına ele geçirmek ve 1453’te düşmüş olan Evrensel Hıristiyan- Bizans İmparatorluğunu yeniden kurmak” olduğunu net bir şekilde ifade etmiştir. Smith’e göre, o andan başlayarak Ayasofya’nın ve kentin kurtarılması fikri, Yunan Ortodokslarının kaderi ve amacı olarak kuşaktan kuşağa aktarılmış ve “Evrensel Hıristiyan Bizans İmparatorluğunun tekrar kurulması fikri”, Yunanlıların kafasında İstanbul’un geri alınması özlemi halinde kökleşmiştir. Ancak zaman geçtikçe, önceleri düşünüldüğü gibi belirli bir Bizans İmparator­luğu kurulması fikrinden yavaş yavaş vazgeçilip, bu özleme yeni bir anlam verildiğini söyleyen Smith, “Büyük Amacın” 19.yüzyılın ortaların­da en azından üç ayrı yönü kapsamaya başladığı tespitinde bulunmuş, bu üç ayrı yönü de şöyle izah etmiştir:

Merkezi İstanbul’da olan Bizans-Yunan İmparatorluğunu canlan­dırmaya yönelik romantik bir düş,

Yunan ulusuyla Türk ulusu arasında çatışmaya neden olmayacak doğal bir yoldan, yavaş yavaş içten yıkılmasını sağlayacak şekilde Osmanlı İmparatorluğu üzerinde Yunan kültürel ve ekonomik egemen­liğini sağlamak hevesi,

Osmanlı İmparatorluğu ile açıktan çatışmaya yol açacak olan dışarıdaki Yunanlıların, üzerinde yaşadıkları toprakları geri alarak, Yunan Krallığıyla birleştirmesi.

İngiliz Diplomat Smith’e göre, bütün bu düşünceler 20.yüzyıla ka­dar yaşamışsa da, üçüncü yön diğerlerini alt etmiştir.

Ancak yaşadıklarımız, Yunanistan ve ona destek veren Batılı güçlerin bu yöntemlerden birisini değil, hepsini birden uygulamaya soktuk­larını, zaman ve zemine göre ön plana çıkanlar ile perde gerisinde ve yer altından yürütülenlerin yer değiştirdiğini göstermektedir. Değişme­yen Smith’in, “Merkezi İstanbul’da olan Bizans-Yunan İmparatorluğunu canlandırmaya yönelik romantik bir düş” dediğidir. 20. yüzyılda savaş yöntemine başvurulurken, Lozan’dan sonra özellikle de 1950’den itiba­ren, öncelikle ülkemiz aydınları ve yöneticilerine Batı, ağırlıklı olarak da Bizans-Yunan kültürü hayranlığı aşılanmıştır. Okul kitaplarından tercüme edilen klasiklere, sahnelenen oyunlar ve konser­lerden ihya edilmesine veya koruma altına alınmasına öncelik verilen mimari yapılara, son olarak da turizm adı altında moda haline getirilen ülkemizdeki yer adlarına kadar her adımda Roma-Grek kültürünün önümüze çıkartılması, yarım asırda bu konuda ne büyük bir başarı sağlandığını göstermeye yeterlidir. Bu tabloyu tamamlayan, ABD ve diğer güçlü Batılı devletlerin ekonomik destek adı altında Türk ekono­misi üzerinde sağladığı egemenliktir, işte Smith’in Osmanlı için öngör­düğü, “Yunan ulusu ile Türk ulusu arasında çatışmaya neden olmaya­cak doğal yoldan içten içe yıkılması” yöntemi, Türkiye’de rahat bir uy­gulama imkânı bulduğundan, karşı güçler az zamanda çok iş başarmış ve ülke böylesi bir felaketin eşiğine getirilmiştir.

 

Yazar

Sadi Somuncuoğlu

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar