Yükleniyor...
Cumartesi toplantılarının birində Sovet döneminin sonlarına doğru Azerbaycan’da milli fikrin gelişmesinde büyük rolü olan Prof. Dr. Hudu Memmedov’dan kısaca bahsettiğimde Ahmet Bican Hoca bu şahsiyet Türkiye’de iyi bilinmiyor. Milli şair Bahtiyar Vahapzade, Prof. Dr. Nureddin Rza yeterince de olmasa bilinen fikir adamlarıdır. Halbuki bu üçlüde Hudu Muellim’in özel yeri vardı. Bir makale yazarmısın, dedi.
Heman toplantıda Xudu Memmedov hakkında bazı hatıralarımı dile getirmiştim. Akademinin genç elemanları olarak biz buradaki fakir yemekhaneye enerdik. Belki Hudu Muelim/Hoca yine gelir diye düşünürdük. Şansımız yaver giderse belki konuştururuz diye hayal kurardık. İki anlamlı fikrini hiç zaman unutmayacağım. Yemek almak için sıradayız. Hudu Muellim aldığımız ‘kolbasa çöreyi’ (sucuk-ekmeği) görüp acı-acı ‘kolbasa çörekle elm olar? ” dedı. Sovyet döneminin sonlarındaki fakirliğe ve düzensizliğe Hudu Muellim’in tanımlaması buydu.
Bir defasında da Hudu Muellimi konuşturuyoruz: Londra’ya, dünyanın çeşitli ülkelerine konferanslara gidiyorsunuz, şimdi yollar açılmış, neden Türkiye’ye gitmiyorsunuz? Türkçü bir şahsın fevkalade derin fikri: “Ben tasavvurumda güzel bir Türkiye kurmuşumdur. Korkarım, ora gidenden sonra bu tasavvur dağıla.”
Hudu Muellim 1988’in ekiminde Halk Cephesi’nin ilk toplantısında gözlenmedik şüpheli bir şekilde hayatını kaybetti. Sıcağı-sıcağına ne kadar büyük kayıp olduğunu idrak etmemişdik. Yıllar geçenden sonra, ‘O meşum itgi (kayıp) olmasaydı, belki Azerbaycan şimdi başqa durumda olurdu’ diye düşünüyorum…
Rahmetlik Ebülfez Elçibey, Hudu Memmedov hakkında bir makale yazıbmış. Yayımlanmayıp. Elyazısını bulamadık.
Millî fikrin ve millî varlığın sembolik şahsiyetlerinden olan Prof. Dr. Hudu Memmedov hakkında bir makale-hatıranı dikkatlerinize sunarız. Hudu Muellim’in öğrencisi Kafkas Üniversitesi profesörü Hacali Necefoğlu’nun izniyle yayımlanıyor.
Nesib Nesibli
Hacali Necefoğlu*
Özümle, özgeyle yahşı başarrım,
Arzumun ardınca yıllar aşarım.
Beni altmışımla tebrik eden dost,
Koysalar doksan da, yüz de yaşarım.
Aşkına borçludur analar bizi,
Onlara an verip, an alar bizi.
Gelin unutmayak biz bu anları
Belki insan gibi analar bizi.
Hudu Memmedov
Hayattayken hakkında efsaneler söylenen, dünyasını değiştikten sonra bele bu efsanelerin arası ardı kesilmeyen, arkadaşlarının “Sırr-ı Hüda” adlandırdıkları, yalnız talebelerinin değil, tüm Azerbaycan’ın “Hudu Muallim”i olan rahmetli hocam Prof. Dr. Hudu Memmedov’u sekseninci doğum yılında hasretle anıyor ve arıyoruz. 19 yıl önce, kendi deyimi ile, “sevenlerinin dünyasına beklenilmeden geldiği gibi, beklenilmeden de gitti”. O zamandan bu yana Hudu Muallim hakkında Azerbaycan’da çok yazılar: şiirler, hatıralar, kitaplar yazılmış. Bundan sonra da yazılacak. Ama onu en iyi şekilde anlatacak, sanıyorum kendi yazısıdır. Hocası hakkında yazdığı “Muallim ve Muallimlik” makalesini okudukça gözlerim önünde Hudu Muallimin nurlu siması canlanıyor, kulaklarımda şirin lehçesi sesleniyor:
“Sen önümde donursun.
Men de yokum,
Sen de yok!
Başka simde çalmalısın
Benim köhne havamı.
Sen ben misin?
Yok!
Fikrimin,
akidemin
devamı!”
Hocası hakkında yazdığı fikirleri okudukça, gerçekten Hocasının fikrinin, akidesinin devamı olduğunu görüyorum:
“İmrenilmeyen dirilik gibi, imrenilmeyen fiziki yokluk da vardır dünyada… Kendisi görünmeden dünyamızı böyle ışıklandıran iyiler hakkında konuşurken insan daha da iyileşir, mihribanlaşır…”
Acaba, biz talebeleri de onum fikirlerinin, akidesinin devamı olabiliyoruz mu?
Hudu Memmedov 14 Aralık 1927 tarihinde şimdi işgal altında (olmuş) olan Karabağ’ın Merzili köyünde dünyaya göz açtı. 1988 yılının 15 Ekiminde Karabağ hasreti ile gözlerini ebedi olarak yumdu:
“Şimdi uzaklarda bir ülke vardır,
Camileri yıkılmış, minareleri yarım.
Bu ülkenin kederini ben çekerim yıllardır,
Hasretini ben duyarım…
Şimdi çok uzaklarda bir ülke vardır,
Sızlatıyor yüreğimi yıllardan beri.
Vatan olmasına, vatandır, ama,
Vatan haritamda yok yeri.
Gedip görmediğim o uzak topraklara
Delikanlı gönlümün hararetin verdim.
Bir gelen olsaydı Karabağ’ımdan
Gider, ayaklarına gözlerimi sürterdim.
Bir gün biterse her şey Karabağ’ı görmeden
İstemem musiki, büyük çelenkler.
Üstüme bir avuç temiz, mukaddes
Karabağ toprağı serpilse yeter.”
İyi ki gözlerini yumdu, 1990 yılının 20 Ocağındaki vahşeti, dünyaya göz açtığı Merzili köyünün yakıldığını, Karabağ’ın düşman taptağı altında kaldığını görmedi.
Bilim adamı, sanat adamı, milletperver, vatansever insan Hudu Memmedov 1951 yılında Azerbaycan Devlet Üniversitesi Jeoloji Fakültesinden mezun olduktan sonra SSCB Bilimler Akademisi Kristallografi Enstitüsünde doktoraya başlıyor. Hocası, ünlü kristalograf Nikolay Belov genç Hudu Memmedov’a çimento mineralleri olan ksonatlit ve vollastonit minerallerinin yapısını araştırmağı tavsiye eder. Çimento silikatlarının esasını teşkil eden ksanotlit ve vollastonitin yapılarının çözülmesi o zaman için çok büyük bilimsel başarı ve bilim dünyasında sansasyon idi. Uzun zaman bu problem üzerinde çalışan ünlü bilim adamı ve içtimai hadim, İngiliz kristallografı J. Bernal Dünya Barış Kongresine katılmak için Moskova’ya geldiğinde genç Hudu Memmedov’un ilmi neticeleri ile tanış olduğunda hayretini saklayamamış, Avrupa’daki birçok kristalografın çözümünde başarısızlığa uğradığı bir problemin hallini bulduğu için genç âlimi tebrik etmiş ve Londra’ya davet etmişti.
Doktorasını tamamladıktan sonra Moskova’da kalma tekliflerini ret eden Hudu Memmedov Bakü’ye dönmüş ve Azerbaycan Bilimler Akademisi Kimya Enstitüsü’nde Kuruluş Kimyası laboratuarını kurarak Azerbaycan’da krisrallografi çalışmalarının esasını koymuştur.
Sovyetler Birliği’nde kristallografların Bakü ekolü veya Hudu ekolü gibi tanınan ekolün mensubu olmaktan birçok talebesi gibi ben de gurur duymaktayım.
Ben Hudu Muallimi ilk defa 1971 yılının Mart ayında görmüştüm. Dokuzuncu sınıftayken Azerbaycan öğrencilerinin Bakü’de düzenlenen kimya olimpiyatına iştirak ediyordum. Genç kimyaseverlerle âlimlerin görüşünde bir çok bilim adamı konuştu, –hepsini unutmuşum, ama Hudu Muallimin konuşması hiç zaman hatırımdan çıkmamıştır. Sade konuşma tarzı, şirin lehçesi, selis ifadeleri, gençlere müracaatında mihribanlığı, samimiliği ona karşı kalbimde hoş duygular uyandırmıştı. Özelikle, O’nun kristallerin yapısı ile eski abidelerin yüzeylerindeki motifleri mukayese ederek onlarda benzerliğin ve hatta ayniliğin olmasını göstermesi beni hayrete düşürmüştü. İkinci kez onu Bakü’den döndükten sonra televizyonda gördüm ve hemen tanıdım. O, büyük türkücü ve opera şarkıcısı Bülbül hakkındaki programda Bülbül’ü anlatıyordu. Kimyacı ve Bülbül. O zaman bana garip görünse de, Hudu Muallimi bilimle sanat arasına sınır koymayan, aksine bunları “goşa (çift) kanat” adlandıran bir âlim gibi daha yakından tanıdıktan sonra böyle birlikteliklerin şahidi çok oldum. Üniversitede onun talebesi olmağı arzulasam da, bu arzunun gerçekleşeceği aklımdan bele geçmiyordu, çünkü O, üniversitede çalışmıyordu. Üniversite birinci sınıfta Kristal Kimyası dersini veren hocamız (Hudu Muallimin talebesi Memmed Çıraglı), galiba, atasının vefatı dolayısıyla bir müddet olmadı ve onun yerine Prof. Dr. Hudu Memmedov’un geldiğini duydukta çok sevinmiştim (Acaba, şimdi öğrencisinin yerine derse giren kaç hoca vardır?!). Ben o dersi hiç unutamıyorum ve unutamıyacam. Çünkü bu derste benim Kimya ve Vatan hakkındaki tasavvurlarım alt-üst oldu. O günden itibaren Kimya ve Vatan kavramları benim için ayrı mana vermeğe başladı. O’nun bir buçuk saatlik dersi beni bir ömür ileriye attı. İlginç olanı şuydu ki, Hudu Muallim o zamana kadar gördüğüm hocalar gibi bana kimyanın buluşlarından, gelişmesinden, başarılarından söz etmiyordu, aksine kimyanın önünde duran problemlerden, kimyacıların karşılaştıkları çetinliklerden konuşuyordu. O, bizleri vatandaş olmağa çağırıyordu, asil vatandaş olmağa. O’nun, – “Bilimin senin halkına ne derecede hayır vereceğini bilmiyorsunsa, bu bilimden halkın için istifade edemiyorsunsa, senin öğrendiğin bilim kimseye gerek değil… Biz bilimimizi dilimiz ve musikimiz seviyesine yükseltmeliyiz. Dilimiz ve musikimiz bize ne kadar yakın ve aziz ise, bilimimizi de halk için o kadar yakın ve aziz yapmalıyız… Bilimin vatanı yoktur, ama âlimin vatanı vardır,” – sözleri halen kulaklarımda sesleniyor.
Üniversite öğrencisiyken Hudu Memmedov’un Bilimler Akademisindeki laboratuarında araştırma yapmaya başlamamı, mezun olduktan sonra onun doktora öğrencisi olmamı ve O’nun başkanlık ettiği Kuruluş Kimyası Laboratuarında çalışmağa devam etmemi Tanrı’nın bana bir lütfü olarak görüyorum. Hudu Muallimin sanat aşkı doktora yıllarında bizi de büyülemişti. Kimyadan tez çalışması ile paralel sanatla ilgili araştırmaları yapıyorduk. Sentezlediğimiz yeni kristallerin yapıları çözüldüğü zaman sevindiğimiz kadar, kaynaklarda rastladığımız eski Türk motiflerine, Hudu Muallimden sonra arkadaşımız, şimdi Tayvan Bilimler Akademisi’nde çalışan İmameddin Amiraslanov’un da çizdiği yeni motiflere çocuk gibi sevinirdik. 1981 yılında “Nakışların Yaddaşı” (Motiflerin Hafızası) kitabı böyle bir ortamda yaratıldı.
Türk görsel sanatının bu günkü durumunu gözden geçirirken sanat tarihçilerimizin öncelikle incelemeleri gereken soruların halen aşağıdakiler olduklarını görüyoruz:
– Türk sanatının yayılma alanları nerelerdir?
– Türk sanatının gelişme özelliği nasıldır?
– Türk sanatında yapı ilkelerini belirlemek mümkün mü?
– Belirli ilkeler varsa, onların yardımıyla eski biçimlere uygun yeni biçimler oluşturmak mümkün müdür? vs.
Bu soruları Azerbaycan’da ilk defa gündeme taşıyan Hudu Muallim olmuştur. Onun söylediği gibi, maalesef, günümüzün sanat tarihçileri Türk sanatını dağınık bir şekilde ayrı ayrı sanatlara ( Sibirya sanatı, İskit sanatı, Hun sanatı, Göçebe sanatı, İslam sanatı, Selçuklu sanatı, Moğol sanatı, İran sanatı vs.) bölerek tanımlamakta ve ayrı ayrı sanatlar gibi incelemektedirler. Oysa, Türklerin özgün konuşma dili olduğu gibi, kendine özgü sanat dili de vardır. Bu dilin kural ve kanunlarını, diğer deyişle gramerini belirlemekle hem eski sanatımızı anlayabiliriz, hem de sanatımızın dahili kanunlarıyla gelişmesine nail olabiliriz. Çin setinden Avrupa’ya dek geniş bir arazide binlerce yıldır var olan sanat, onu yaratan ve yaşatan milletin konuştuğu dil gibi birdir. Onu, Azerbaycan sanatı, Özbek sanatı, Kazak sanatı, Kırgız sanatı, Uygur sanatı, Türkmen sanatı, Osmanlı sanatı vs. adıyla, bölerek öğrenmek doğru değildir. Adı geçen “sanatların” hepsine mahsus gramatik kural ve yasalar belirlenerek, Türk sanatı zaman ve mekan içinde bütün olarak ele alınmalı, öğrenmelidirler. “Nakışların Yaddaşı” kitabında Türk motif (süs, ornament, nakış) sanatı ele alınarak böyle bir ceht gösterilmiştir. Bu meseleler geçen asrın 80’li yıllarının ikinci yarısında Azerbaycan İnşaat Mühendisleri Üniversitesi’nin Mimarlık Fakültesi’nde, Hudu Muallimin yönetmenliğinde süreli düzenlenen sanat seminerlerinde sık sık tartışılmış, geniş zaman ve mekan diliminde Türk sanatının kendine özgü gramatik kural ve kanunlarının faaliyet gösterdiği görsel sanat sistemi aşikar edilmeğe çalışılmıştır.
Görsel sistem – yıllar boyu medeniyetin dünyayı nasıl kavradığını ve nasıl gördüğünü yansıtan sanatta oluşturduğu tasvir biçimlerinin organize yöntemi gibi tanımlanıyor. Alemi kavrama ile kültürün tasvir yönteminin sıkı bağlılığı dış biçimin değişmez yapısıyla tanınan görsel sistemi oluşturuyor. Dolayısıyla, diye biliriz ki, görsel sistem sanatın tasvir kodudur. Bu kod, biçim oluşturma kurallarının yardımıyla eserin mensubiyetini ayırt etmeğe imkan verir. Medeniyetin kavrama ve görülmesinin devamı olan görsel sisteme kültür teorisinin en önemli parçası gibi bakılmalıdır. Kaydetmek gerekir ki, kendi tasvir yöntemlerimizin kaybı ve yaratıcılığımızda yabancı yöntemlerden istifade neticesinde kendi dünya görüşümüz başka görsel sisteme göre ayarlandığından yabancılaşmakla beraber kültür asimilasyonuna da uğramaktayız. Son asırlarda Türk Dünyası’nda yabancı tasvir sisteminin kullanılması görsel unutkanlığa ve hafızasızlığa getirip çıkarmıştır. Neticede Avrupa sanatının yozlaşmış bir kolu olmakla Türk sanatı Türklerin geleneksel hayat tarzlarını devam ettirmeleri için manevi ortam yaratmak kabiliyetini kaybetmiştir. En önemlisi ise, kendi sanat dilimizin yerine yabancı kültür dilini kullanmamız sanat değeri çok düşük olan eserlerin yaranmasına neden olmuştur.
Şimdi Türk görsel sistemini nasıl tanımlamak mümkündür? Prof. Dr. Hudu Memmedov ve öğrencileri çeşitli sanat materyallerini ve onların esasında geleneksel sanat biçimlerinin oluşumunda gereken kural ve yasaları inceleyerek Türk görsel sanat teorisi üzerinde çalışmışlar. Aranan teori vasıtasıyla sanat eserinin Türk sanat ananesine mensup olup olmadığını belirlemeğe gayret göstermişlerdir. Bu teori, tasvir elemanlarının seçilmesi, yerleştirilmesi, gruplaşması, hiyerarşisi ve onlardan sistem teşkili zamanı biçim oluşturma ilkelerinin terimlerle ifadesinden ibarettir. En eski zamanlardan günümüze kadar Türk görsel sisteminde aynı kuruluş yöntemlerinin üstünlük teşkil ettiğini görmekteyiz. Bu kuruluş yöntemleri el sanatlarından mimariye kadar farklı sanat eserlerinde, halıların sembolik yapısında, minyatürlerin tasvir yapısında, mimari abidelerin hacmi yapısında temel olarak kullanılmaktadır. Adı geçen yöntemleri bilmekle kendi sanat materyallerimizi tanımak ve sistemleştirmekle birlikte onların yardımıyla çağdaş ve gelecek sanatımızı geleneksel rayına oturtarak, geçmiş sanat mirasımızın devamı gibi geliştirebiliriz.
Türk görsel sisteminde faaliyet gösteren biçim oluşturma modellerini açmak için gereken bazı anahtar ilkelerin aşağıdakiler olduğunu görüyoruz:
– Şekil elemanlarının sık yerleşme prensibi ile teşkili. Başka bir deyişle, şekil elemanlarının azami yoğunluğu.
– Şekil elemanlarının komplementarlığı.
– Yapının kavranılması zamanı polieykoniya efekti.
– Gruplaşmış şekil elemanlarında çerçevelerin hiyerarşisi.
– Kompozisyonun kurulması ve kavranılmasında yönsüzlük.
– Fonun (arka planın) yokluğu veya onun şekil elemanına dönüşmesi.
– Simetrinin bilerek bozulması
– Simetrinin biçim oluşturma için kullanılmaması, onun yapıda netice olarak oluşması vs.
Türk görsel sisteminin biçim oluşturma ilkeleri mimari derslerinde uygulanarak sınanmıştır. Bu amaçla Azerbaycan İnşaat Mühendisleri Üniversitesi Mimarlık Fakültesinde Hudu Muallimin tavsiyesi ile “Türk Görsel Gelenek Teorisinin Esasları” dersi açılmıştı. Bu ders daha yukarı sınıflarda Türk Dünyası’nın sanat ve mimarlık ekollerinde kompozisyon ve tasarlamanın öğretiminin temeli ve ilk basamağı olarak teşkil edilmişti. Bu derslerde öğrencilere Türk görsel sanatının grameri öğretilerek, onun esasında yeni sanat biçimleri yaratmak ödevleri verilmekteydi. Geçen asrın sonlarında Bakü’de bir grup genç ressam “Hudu Sanat Merkezi”nde birleşerek söylenilen ilkelere uyan sanat eserleri yaratmaktaydılar.
Tabii ki, şimdilik Türk görsel sanat teorisinin bulunduğunu söylemek erkendir. Lakin böyle bir teori Türk kültür teorisinin bir çok önemli meselelerini anlamağa yardım edeceği kanısındayım. Sonraki merhalede daha üniversal biçim oluşturma ilkeleri aşikar edilerek, bunların Türk dili, Türk edebiyatı ve Türk musikisinde kullanılacağına inanıyorum.
“Aydın olmanın gerektirdiği her çabayı gösterebilen, her mücadeleye girebilen, her fedakarlığa katlanabilen ve bu vasıflarıyla her aydının takdirini ve saygısını kazanmış gerçek bir ilim adamı da olan” (Prof. Dr. Turan Yazgan) Hudu Muallim hakkındaki bu yazımı kendi bayatıları ile sonlandırıyorum:
Bu gala bizim gala,
Kaldıkça bizim kala.
Kurmadım özüm kalam,
Kurdum ki, izim kala.
El arkadır, güven, gez.
Dağda biter güvengez.
Ne devlete bel bağla,
Ne feleğe güven, gez.
Kalbim sana esirdi,
Hikmetine kasırdı.
Seninle de sensizim
Bu ne hikmet, ne sırdı?
Hayalım taştı, neynim,
Setleri aştı, neynim,
Düğünler açan fikrim
Sende dolaştı, neynim.
Gökte yıldız sayılmaz,
Çiy yumurta soyulmaz.
Bütün dünya ayıldı,
Neden Türkler ayılmaz?
Türk Kültür ve Sanatından Kesintiler. 1. Kitap.
Kömen Yayınları, Konya, 2007, ss.133-141.
* Prof. Dr., Kafkas Üniversitesi Kafkasya ve Orta Asya Araştırma merkezi Müdürü, Kars.