09.11.2024

İslâm dininin gerçek mesajları

İslâm’ın mesajını hayata geçirmede her zaman başarılı olunduğu söylenemez. Maalesef tarih boyunca bu özden, ciddi sapmalar olmuş ve bozulmalarla karşılaşılmıştır. Bu yüzden onun her şeyden öz yapısı içinde yeniden tanımak, tanıtmak yorumlamak gerekir


İslâm adı, doğrudan Allah tarafından verilmiş bir dinin adıdır ve “teslim olma, boyun eğme, barışa ve huzura kavuşma, huzur ve esenlik” anlamlarına gelen Arapça bir kelimedir. Özellikle birçok yerde İbrahîm Dinî olarak anılmaktadır. Bir yerde de Hz. Musa’yı takip eden İsrailoğulları peygamberlerinden, “…kendisini Allah’a teslim etmiş peygamberler…(ennebiyyünellezîne eslemû) olarak söz edilmiştir (Mâide, 5/44).

Kur’an, İslâm’ın insanlığın doğal dinî (religio naturalis) ve bu doğal (tabiî) dinin, dînu’l-fitra (fıtrat dinî) veya yaratılış dîni olduğunu söyler (Rûm, 30/30). Bütün insanlık, istisnasız Allah tarafından bu din üzerinde yaratılmıştır. Allah, bu tabiî dîni, bütün insanlık için seçmiştir (Bakara, 2/132). Buna göre bu dîni seçen kimseye, Müslüman denir ve bir Müslüman, “İslâm” kelimesinin gerek sözlük gerek Kur’an’daki anlamına dayalı olarak Allah ile ve insan ile barış yapmış ve biliş tutmuş biridir. Allah ile barış yapmak demek O’nun emrine ve irâdesine mutlak teslim olmadır. İnsan ile barış yapmak ise sadece başkalarına kötülük etmek ve onları incitmekten kaçınma değil, aynı zamanda onlara iyi ve hoşgörülü davranma ve iyilik yapma demektir.

Bu husus Kur’an‘da şöyle ifade edilir: Hayır, öyle değil; iyilik yaparak kendini Allah’a veren kimsenin ecri Rabbi’nin katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir. (Bakara, 2/112).

Aslında barış ve esenlik, İslâm’da hâkim fikirdir ve İslâm’ın gösterdiği hedef, çağırdığı amaç “esenlik yurdu” (dâru’s-selâm) dur (Yûnus, 10/25). Böylece İslâm, özü itibariyle bir barış ve esenlik dinidir.

İnsanlığın tabiî (fıtrat), barış ve esenlik dîni olan İslâm’ın temel esaslarını teşkil eden, tevhîd, İlâhî vahyin evrenselliği ve bütün işlerin hesabının görüleceği bir âhiret hayatı, bütün büyük dinler tarafından kabul edilir ve bunların evrensel kabulü de onun insanın yaradılışına tıpatıp uygun olduğunu ve dolayısıyla bu esasların doğruluğunu gösterir.

Bu anlamda İslâm, evrenseldir ve bütün büyük dinlerin sonuncusudur. İslâm’ın evrenselliği, bizzat Kur’an tarafından da teyid edilmiştir. O sadece sonuncu değil, aynı zamanda kendinden önce gelmiş bütün dinleri bünyesinde toplamış olan bir dindir. Bundan dolayı Müslümanlardan sadece Kur’an’a değil, Allah’ın kitaplarının ve peygamberlerinin hepsine inanması istenir.

Böylece Kur’an‘da daha baştan denir ki bir Müslüman mutlaka “…sana indirilen Kitab’a da, senden önce indirilenlere de inanırlar…” (Bakara, 2/4). Biraz sonra da eklenir:

“Allah’a, bize gönderilene, İbrahîm’e, İsmail’e, İshak’a, Yâkub’a ve torunlarına gönderilene, Mûsâ ve İsâ’ya verilene, Rableri tarafından peygamberlere verilene, onları birbirinden ayırt etmeyerek inandık, biz O’na teslîm olanlarız, deyin.” (Bakara, 2/136.) Bu iki âyet bile bize İslâm’ın evrenselliğinin şümulünü anlatmaya yeter.

 

Kur’an, geçmiş bütün peygamberlerin isimlerini anmaz. Bu hususta “…senden önce bir çok peygamberler gönderdik; sana onların kimini anlattık, kimini anlatmadık...” (Mü’min, 40/78) der; ama o, Müslümanlardan sadece Hz. Muhammed (s.a.s.)’e değil, diğer bütün peygamberlere gönderilmiş olan İlâhî Vahye de inanmalarını ister (Msl. Krş.: Bakara, 2/177, 285).

Buna göre bir Yahudi, sadece İsrailoğulları’nın peygamberlerine; bir Hristiyan Hz. İsâ’ya; bir Budist Buda’ya; bir Mecusi Zoroaster’a inanır; ama bir Müslüman, bütün bu peygamberlere ve peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.s.)’e inanır. Bundan dolayı İslâm, içinde bütün dünya dinlerinin mevcut olduğu, bütün dinleri ihtiva eden bir dindir. Bu açıdan İslâm, son ve her inancı bünyesinde taşıyan bir din oluşuna ek olarak İlâhî İrade’nin mükemmel bir izahıdır. Nitekim Kur’an,…Bugün, size dininizi bütünledim, üzerinize olan nîmetimi tamamladım, din olarak sizin için İslâm’ı beğendim… (Maide, 5/3) der.

İdrakin diğer her cinsi gibi insanın dîni idrak ve gelişmesi de yüzyıllar boyu yavaş yavaş ve tedrîcen gelişme göstermiştir ve o Yüce Hakikat’in vahyi de kemâlini İslâm’da bulmuştur. Nitekim Hz. İsâ’nın şu sözleri, bu büyük gerçeği işaret eder: ‘‘Sizlere söyleyecek daha çok sözüm var; ancak sizler henüz onları yüklenebilecek düzeyde değilsiniz. Bununla birlikte o, Hakikatin Ruhu, geldiğinde, sizi bütün gerçeğe götürecek, size önderlik edecektir” (İncil: John, 16. 12,13).

Bunun içindir ki İslâm’ın büyük görevi, dünyada bütün dinlerin kardeşliğini kurarak barışı sağlamak ve daha önceki dinlerde var olan bütün dinî gerçekleri ve doğruları bir araya getirmektir.

Bunun anlamı, bütün yaratılmışlara bir göz ile bakmaktır. Nitekim Allah’ın Arslanı Hz. Ali (kerremallahu vechehu: Allah yüzünü nurlandırsın), Mısır’a vâli olarak atadığı Mâlik el-Eşter’e bu anlayışı tam yansıtan şu emri verir: “(ister Müslüman olsun, ister olmasın) kalbini halkına karşı merhametli, şefkatli ve hoşgörülü olmaya alıştır. Onlara karşı onları yalayıp yutmak yeter, diyen açgözlü bir sığır gibi olma; çünkü onlar iki sınıftır: Ya dinde kardeşin, yahut da yaratılışta senin gibi bir insan kardeşindir.”(Nahjul Balagha, NewYork. 1985, s.534-35)

Kur’an-ı Kerîm’in, yani İslâm’ın mesajının özü bu olmasına rağmen, bu fevkalâde yüce mesajı hayata geçirmede her zaman başarılı olunduğu söylenemez. Maalesef tarih boyunca bu özden, bu yüce mesajdan ciddi sapmalar olmuş ve bozulmalarla karşılaşılmıştır. Şüphesiz her din gibi İslâm da bölgeler, toplumlar ve en önemlisi din bilginlerinin elinde dönüştürüldüğü “sistem” açısından, önemli ölçüde aslî ve öz yapısından, temel mesajından uzak bırakılmıştır. Bunun içindir ki İslâm’ı, her şeyden önce kendi aslî ve öz yapısı içinde yeniden tanımak, tanıtmak ve yorumlamak zorunluluğu vardır.

İslâm’ın ve mesajının aslî ve öz yapısı içinde yeniden tanınması ve tanıtılması için bu dinin esaslarının çok iyi bilinmesi; onun evrensel ve değişmez olan yanı ile yerel ve değişebilir olan yanlarının görülüp-gösterilmesi gereklidir. Başka bir ifadeyle İslâm mesajının özünün ne olduğu son derece titiz ve hassas bir biçimde yeniden keşfedilmesi gerekir. Bunun için de önce, insanların son derece yanlış bir şekilde zaman zaman birbiri yerine kullandıkları, İslâm ve Müslümanlık terimlerine açıklık getirmek gerekir.

Bir kere “İslâm”, Hz. Muhammed (s.a.s.) tarafından insanlığa tebliğ edilen ve Kur’an-ı Kerîm‘den ibaret olan mesajın adıdır. Bizzat Yüce Allah, Kur’an-ı Kerîm ile insanlığa gönderilen dinin adının “İslâm” olduğunu bildirmiştir (Ali İmrân, 3/19; Mâide, 5/3).

Bu anlamda İslâm, Kur’an-ı Kerîm demektir. Onun için de tektir, ona inanan ve kendilerine Müslüman denen herkes için mutlak anlamda evrenseldir, değişmezdir. Ne var ki bu Kitap, yani Kur’an-ı Kerîm, yani İslâm, insanlara yine insanlar aracılığı ile seslenir. Ona eğilen, üzerinde düşünen ve anlayan insana göre şekil kazanır. Onu konuşturan insandır, Müslümandır; çünkü dinin, yani Allah’ın mesajının muhatabı insandır. İnsan da aldığı eğitim, içinde yaşadığı coğrafya ve toplum, tarihî, ekonomik ve kültürel durumu, kısaca kabiliyet ve kapasitesi itibariyle farklılıklar içindedir. Bu bakımdan Allah’ın mesajını anlaması, idrak etmesi de kendi aklına, kabiliyetine ve eğilimine göre olacaktır. Bu ise aynı âyete dayanmalarına rağmen, insanların pekâlâ farklı kararlara ulaşabileceklerini gösterir. Artık bu durumda Allah’ın mesajı, insanların yorumlarından dolayı insanîleşmektedir. Yani mesajın kendisi ilâhî; anlaşılması, yorumlanması ve uygulanması ise insanî olmakta ve izafîleşmektedir. Onun için Allah’ın buyruğunu tatbik ettiğini iddia eden biri, aslında Allah’ın emrini değil, bu emirden kendi anladığını uygulamıştır.

Bırakınız Kur’an-ı Kerîm‘in “müteşabih” âyetlerini, “muhkem” denen hüküm âyetlerini anlama, yorumlama ve uygulama hususlarında sayısız denebilecek kadar çok ayrılık ve farklılık yaşanmıştır. Meşru halife Hz. Ali (k.v.)’ye karşı ayaklanan ve bugün bile katı zihniyeti ile yaşatılan Hâricîler de Hz. Ali’den halifeliği hile ile ele geçiren Muaviye de o tarihlerden itibaren ortaya çıkan yüzlerce fırka da hep İslâm’a, yani Kur’an-ı Kerîm‘e dayanarak vücut buldular.

O halde işin özü ve püf noktası, bu Kitâb‘ın yani Kur’an-ı Kerîm‘in Müslümanlar tarafından hayata geçirilme yolu ve yöntemidir.

Bu faaliyet yaşanılan zaman, içinde bulunulan coğrafya, siyasî, tarihî ve ekonomik şartlar ve eski kültürlerin etkisiyle son derece değişik, renkli ve hatta zengin yorumlar, anlayışlar ve biçimler yaratır. O kadar ki Kur’an-ı Kerîm yani İslâm tek, evrensel ve değişmez olduğu halde, onu yaşayan ve yorumlayan Müslümanlar kadar çok çeşitli Müslümanlık vardır. Ve bu Müslümanlık, söz konusu edileceği ülkenin kültürü, coğrafyası, ekonomik ve siyasî şartları ile doğrudan bağlantılıdır. Burada önemli olan Kur’an-ı Kerîm‘in özüne ve mesajına mantıkî açıdan en uygun zihniyetin yaşatılmasıdır. Bu hususta bizim milletimiz, yakın zamanlara kadar, 72 millete bir göz ile bakmanın sırrını yakalama ve yaşama bahtiyarlığına ermişti. İslâm’ın evrenselliğini en zengin, en yumuşak, en hoşgörülü ve en estetik zevkle donanmış bir biçimde yaşamıştı. Bugün maalesef sağlıksız birtakım dinî görüntülü kaba, sert ve muhtevasız tutumlar, yaklaşımlarla ve ayrıca siyasî ve dünyevî çıkar amaçları ile bu yüce dinin yüzü karartılmak istenmektedir. Dileriz o güzelim sıcacık, güler yüzlü Türk Müslümanlığının aydınlık zihniyeti yeniden dirilir de ülkemiz bazı grupların sergilediği sağlıksız, katı, kaba, sert ve estetik görüntüden uzak, sevimsiz Arap-Acem Müslümanlığı zihniyetinden de etkisinden de kurtulur.

İslam mesajının temel özellikleri:

“İslâm”, adı bizzat Yüce Allah tarafından verilmiş bir dinin adıdır (Âl-i İmrân, 3/19; Maide, 5/3). Bu din, karmakarışık ve korkunç tezatlarla dolu sosyal, ekonomik, ahlâkî ve dinî anlayışın hüküm sürdüğü, insan şeref ve haysiyetinin sadece kabile şerefi ile eş tutulduğu, her türlü insanî değerin, “değer” olma vasfını yitirdiği bir coğrafyada,[1] Mekke’de 610 miladî yılında Hz. Muhammed (s.a.s)’e indirilen ilk vahiyle başlamış ve Medine’de 632 yılında tamamlanmıştır. Bu yönüyle İslâm, her türlü gelişmesini ve seyrini yakından takip edebildiğimiz Mekke-Medine coğrafyasının 610-632 yılları arasındaki kesitini tarihî, siyasî, içtimaî, ahlâkî ve kültürel yönden aksettiren ve model olarak alınan bu bölgeden hareketle insanları “doğru yola” ileten bir Kitâb’dır.

 

İşte bu Kitâb’ın ilk emri olan “Oku” emriyle Risâlet görevine başlayan örnek ve güvenilir insan Hz. Muhammed (s.a.s.), Câhiliye Devri denen İslâm öncesi Arap coğrafyasını ve hatta insanlığın inanç sistemini temelinden sarsmış ve tarihin akışına girerek ona müdahale etmiş, değiştirmiş ve insanı süreklilik yani, istikrar içinde bir inanç ve ahlâk dairesinde yaşamaya çağırmıştır. İslâm’ın Allah fikri, tevhîd prensibi etrafında. “O Allah bir tek’tir. Allah, doğurmamış, doğrulmamış olan, hiçbir şekilde dengi bulunmayan, herşeyden Müstağnî ve herşey O’na muhtaç olandır.” (İhlâs, 112/1-4) ifadeleriyle çerçeveleniyordu.

Allah anlayışını bu şekilde ikame etmeye memur olan Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Mekke’de müşrik Arapları dine daveti de tevhîd anlayışı çerçevesinde şu üç esasa dayanıyordu:

  1. O, Allah’ın Resûlüdür; bütün insanlara hak yolu anlatmak ve insanları kıyamet günü ve ezelî azâbın tehlikesine karşı uyarma görevi ile görevlendirilmiştir.
  2. Araplar arasındaki puta tapma alışkanlığı kaldırılmıştır. Putlar, Allah olamazlar. Tek kudret ve rahmet sahibi, ancak İhlâs Sûresi’nde tavsîf olunan Allah’tır. O her şeyi ve her canlıyı yaratır. İnsan hayatının bağımlı olduğu tabiî güçleri kontrol eder. Ancak bedevîlerin inandığı gayr-i şahsî, hatta belki de kötü niyetli Zaman’dan (dehr) farklı olarak Allah, insanoğlunun iyiliğini ve refahını ister. Buna mukabil, insanın da sosyal adaleti gözeterek fakirleri sömürmemesi, cimriliği, mala düşkünlüğü, ticarî ve toplumsal ahlâksızlığı terk etmesi, servetini ihtiyaç içinde olanlara harcaması gerekir. Aksi halde azâbı çetin olacaktır.
  3. Bu dünya hayatından sonra başlayacak ebedî bir hayat vardır. Herkes öldükten sonra diriltilecek ve dünyadaki hareketlerinin hesabı kendisinden sorulacaktır. Ameli iyi olanlar mükâfatlandırılacak, kötü olanlar ise cezâya çarptırılacaklardır.

Esasen tevhîd, diğer ilâhî dinlerin olduğu gibi İslâm’ın da vazgeçilmez şartıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de,Gerçek şu ki, bu (tevhîd ve İslâm dinî), bir tek din olarak sizin dininizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde başkasına değil, bana kulluk edin.” (Enbiyâ, 21/92) buyurulmaktadır.

Tevhîd’i genel anlamda Kelime-i Tevhîd, yani “Lailâhe illallah Muhammedun Resûlullah” (Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed Allah’ın elçisidir) sözü ifade etmektedir. İslâm, Kelime-i Tevhîd’i, insanın İslâm’ı kabulü için ilk şart olarak koyduktan başka tevhîd’in önemini ve ana gayesini Fâtiha sûresinde apaçık ortaya koymuştur. Fâtiha sûresindekiHamd, âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm ve Din Günü’nün sahibi olan Allah’a mahsustur âyetleri, dinin tevhîd yönünü; yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz; bizi doğru yola, nimete erdirdiğin kimselerin, gazaba uğramayanların, sapmayanların yoluna eriştir” âyetleri de inananların diliyle, istikame, kurtuluşa ermek ve saadete ulaşmak gayesini ifade etmektedir.

İstikamet yani, insanın doğru yola yöneltilmesi, sapıklıklardan korunması ve saadete ermesi, Fâtiha sûresinde “Bizi doğru yola ilet” ifadeleriyle başlar. Hz. Peygamber (s.a.s.), “doğru yol” (es-sırâtu’l-mustakîm) hakkında Câbir İbn Abdillah’dan rivayet edilen bir hadîsinde şöyle buyurur: [2]

“Resûlullah (s.a.s.)’ın yanında idik. O, yere bir çizgi çizdi. Bu çizginin sağına iki, soluna da iki paralel çizgi daha çizdi. Sonra elini ortadaki çizgi üzerine koydu ve dedi ki: Bu, Allah’ın yoludur. Sonra şu âyeti okudu: “Bu benim dosdoğru yolumdur, ona uyunuz; başka yollara uymayınız ki, onlar sizi Allah’ın yolundan ayırır. (En‘am, 6/153).

Bu konudaki diğer bir hadîs, Sufyân b. Abdillah es-Sakafî tarafından rivayet edilmiştir:[3]

“Dedim ki: Ey Allah’ın Resûlü! Bana İslâm hakkında senden sonra kimseye sormayacağım bir söz söyle. Buyurdu ki: Allah’a inandım, de ve sonra istikamet (doğru yol tut).”

Ayrıca Kur’an-ı Kerîm’de “Allah’ın yoluna uymayı” “çözülüp dağılmamak için birlik içinde olmayı” buyuran pek çok âyet vardır. Bunlarda mezhepler tarihî açısından üzerinde önemle durulması gerekli olanı şudur: “Toptan Allah’ın ipine sarılın, ayrılığa düşmeyin…” (Âl-i İmrân, 3/103).

İnsanın doğru yola yöneltilmesi ve ona iletilmesi, doğru yolun dışındaki dalâlet yollarından korunması, İslâm’ın ısrarla üzerinde durduğu bir husustur ve istikamet veya doğru yol, insanın Allah’la münasebetini düzenleyen, başka bir ifade ile onun inanç esaslarını sınırlayan ve belirleyen bir esastır.

Bu doğru yol’un esasları, yine “…insanlara yol gösterici ve doğruyu yanlıştan ayırıcı belgeler olarak indirilen Kur’an”[4] da belirlenmiştir ve Kur’an da yukarıda özellikleri kısaca gösterilen coğrafyada miladî 610-632 yılları arasında, o günkü Arap toplumunun örf ve âdetleri, tarihî, sosyal, kültürel, ahlâkî ve dinî durumu ile ilgili sorunlar ve bu sorunlara doğrudan cevaplar ve çözümler getirmiştir. Hatta o, “çoğunlukla somut tarihî olaylar içerisinde karşılaşılan belli sorunlara cevap teşkil eden ahlâkî, dinî ve toplumsal açıklamaları içermektedir.”[5]

Onun içindir ki Kur’an-ı Kerîm’in indirildiği dönemin ve coğrafyanın şartları tam olarak tanınmadan, Kur’an’ın içeriği ve amacı gereğince kavranamaz. Meselâ Mekke ve Medine’nin şartları birbirinden çok farklı olduğu için Kur’an-ı Kerîm’in mesajı da Mekke ve Medine dönemlerinde gerek içerik gerek üslûp açısından farklılık gösterir.

Nitekim Yüce Allah, Mekke’de ilk inen âyet ve sûrelerde toplumun çözüm bekleyen hayatî meselelerinin şirk (puta tapma), ahirete inanmama, fakirlerin sömürülmesi, ticarî ve toplumsal ahlâksızlık, topluma karşı sorumsuz davranışlar olduğunu açık ve kısa ifadelerle, ama anlamı derin ve düşündürücü bir üslûpla sıkça söyler. Bu hususları gündeme getirirken de bölge insanının şu ya da bu biçimde aşinâ olduğu, kültür hafızasında yeri bulunan meselleri, yani geçmiş peygamberlerin kıssalarını örnek olarak kullanır. Kur’an-ı Kerîm’in Mekke’deki mücadelesi İhlâs sûresinde ifadesini bulan Allah anlayışını kabul ettirmek; insanların öldükten sonra yeniden diriltilip dünyadaki işlerinden dolayı hesaba çekileceklerini; asâlet, soy-sop, neseb ve şerefin ölçü alındığı kabileci bir toplum değil, insanların eşit görüldüğü, fakirlerin sömürülüp yağmalanmadığı, şirk ve ahlâksızlıktan arınmış model bir toplum istediğini; doğru ve iyi işlerin insanı ahlâken ne derecede yücelttiğini göstermek olmuştur.

Medine’de ise İslâm, çok kültürlü ve çok dinli bir ortamın dinidir. Burada Müslümanlar, Yahudi ve Hristiyanlarla daha yakın temasta bulundular, iç içe yaşadılar. Hatta çok kısa sürede Medine’de kurulan şehir devletinin yönetiminde söz sahibi oldular ve diğer din mensuplarıyla “Medine Sözleşmesi” diye meşhur olmuş birlikte yaşama anlaşmasını hazırladılar ve uyguladılar. Dolayısıyla burada inen âyetler ve sûreler, bir şehir devletinde o günün şartlarının gerektirdiği idarî, hukukî, askerî düzenlemelerle ilgili hususları içerir. Bu açıdan bu âyet ve sûreler daha uzun ve daha farklı bir üslûpla indirilmiştir. Ayrıca bu dönemde indirilen âyetlerin amacının ve anlamının tam olarak anlaşılabilmesi için âyetlerin indiriliş sebeplerinin (esbabu’n-nüzûl) çok iyi bilinmesi ve tespit edilmesi gerekir. Böylece Kur’an-ı Kerîm’de bildirilen bir olayın hangi toplumsal ve kültürel şartlarda, hatta çoğu zaman belli bir olaydan sonra veya olayla ilgili olarak ve ne için, kim ya da kimler için hangi amaçla indirildiğini anlamak ve ona göre yorumlamak mümkün olur.

İslâm mesajının Mekke ve Medine dönemlerinde değişmeyen ve her vesile ile gündeme getirdiği ve o güne kadar “ataların izinden” yürümeyi sünnet bilmiş Arapların bilmediği ya da kullanmaya yanaşmadıkları yeni bir şeyi istemiştir. O da insanların, dinin hakikatini anlamak için düşünmeleri ve akıllarını kullanmalarıdır. Çünkü dinin her türlü emir ve yükümlülükleri, bunları değerlendirme ve gerçeği anlama ve kavrama gücüne sahip insana, insanın aklına yönelmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de 275 yerde “düşünmüyor musunuz? Akıl erdirmiyor musunuz? vb.” şeklinde sorular sorulmakta; 200 yerde “düşünme ve tefekkür” emredilmekte; 12 yerde “dolaşarak araştırma ve ibret alma” ve 670 yerde de “ilim ve ilme teşvik” buyurulmaktadır. Demek ki Kur’an’a göre insanlar artık akıllarını kullanacak, Allah’ın nimetleri üzerinde düşünecek, âyetlerin ve eşyanın gerçeğini anlamaya yönelecek, gözlerini ve gönüllerini öğrenmeye ve bilmeye açacaklardır.

Kur’an’ın bu özelliği, her şeyden önce, körü körüne inanan insanlar değil, bilgili, araştırıcı, soran, düşünen ve akıllarını kullanan bir aydın mü’minler topluluğu meydana getirmek isteğinin açık bir delîlidir. Ayrıca bu emirler ve tavsiyeler, insanların inanma ve Kur’an-ı Kerîm’i kabul etmede tam bir fikir ve hareket serbestliği içinde bulunuşlarının ifadeleridir; çünkü Kur’an-ı Kerîm’in takip ettiği metot, iknâ ve telkîn metodudur. Telkîn, ancak akıl sahibi olan insanda mâkes bulur. Bu sebepten Kur’an’ın vazgeçemediği tek şey, “düşünmek”, “tefekkür etmek”, “ibret almak” şeklinde ifade edilen akıl’dır. Kur’an’a göre akıl, hakemdir ve doğruyu eğriden ayırmak için başvurulan esaslı bir prensiptir.

Arap dilinde, maddî sahada, “hayvan bağlamak” demek olan ve bundan, insanı zararlı şeylerden alıkoymak anlamını ifade eden akıl, manevî alanda, “bilmek, anlamak, şuurlu olmak” anlamlarına gelir. İsim olarak da “kalb” ve “gönül” demektir.[6] Buna göre sahibini olur olmaz şeylerde zararlı davranış ve düşüncelerden alıkoyan aklın, insana yüklediği sorumluluk derecesi de kendiliğinden belli olmaktadır. Kur’an hükümlerini ortaya koymakta ve insanların üzerinde düşünüp taşındıktan ve akıllarını kullandıktan sonra inanmalarını isteyerek, “De ki: Hak Rabbinizdendir; dileyen inansın, dileyen inkâr etsin…” (Kehf, 18/29) buyurmakta ve ayrıcaDinde zorlama yoktur; artık hak ile bâtıl iyice ayrılmıştır” (Bakara, 2/256) deyip, İslâm’ın özünde mevcut olan farklı düşünme imkânını apaçık göstermektedir.

 

[1] Bölgenin evveliyatı hakkında geniş bilgi için bu kitapta, “Ortadoğu’da İslâm” başlıklı yazıya bakınız.

[2] İbn Mâce, Sunen. nşr. M.F. Abdulbâkî (Mısır 1372-3), 1/6.

[3] Muslim b. el-Haccac, Sahîhu Muslîm, nşr, M.F. Abdulbâkî (Mısır 1374-5), 1/65.

[4] Bakara,  2/185.

[5] Fazlur Rahman, İslâm ve Çağdaşlık, Ankara 1990, 74.

[6] İbn Manzur, Lisanu’l-Arab (Beyrut 1955), 11/458. Akıl kelimesinin kullanılışı, Kur’an’da kalbin çoğu kere akıl anlamında kullanıldığı hk. bk.: Gazzâli, İhyâu Ulûmi’d-din (Kahire, trz.), 3/3-4; İbn Haldun, Şifâu’s-Sâil li-Tezhîbi’l-Mesâil. nşr. Prof. Muhammed Tancî (İstanbul 1957), 18, 19, 24.

Yazar

Ethem Ruhi Fığlalı

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar