13.10.2024

İsraf, Koronavirüs ve sonrası

Koronavirüs önlemleri kapsamında ülke ekonomisi ve politikasının değerlendirmesine ilişkin fikir ve analizler.


Son yıllarda devasa iç ve dış sorunlarla boğuşmakta olan ülkemiz, birkaç ay önce Çin’de başlayıp giderek dünyayı saran ve küresel bir salgın halini alan “Koronavirüs Belası” ile karşı karşıya geldi. Salt bir sağlık sorunu olmanın ötesinde, eğitimden güvenliğe, ekonomiden dış ilişkilere kadar hemen hayatın her alanını kapsayan ve toplumsal sınıf, statü, yaş, coğrafi bölge farkı olmaksızın tüm kesimleri etkileyen bu bela diğer tüm sorunlarımızın önüne geçti.

Temasla yayılan virüsün yayılmasını yavaşlatmak için “gönüllü ve kısmi sokağa çıkma yasağı” uygulanmaktadır. Eğitim faaliyetleri internet üzerinden çevrimiçi yapılmaya başlanmış ve toplumun şimdilik dörtte üçü eve kapanmıştır. Doğal olarak birçok üretim tesisi üretime ara vermiş, esnaf kepenk kapatmış, mevcut dört ila beş milyon işsize işini kaybeden milyonlarca insan katılmıştır.

Tüm kurumlarının eşgüdümü ile göğüslenebilecek böyle bir biyolojik afete karşı esasen hazırlıklı olması gereken devletimizin yaklaşımı ile ilgili Sn. Hakan Paksoy, şu isabetli tespiti yapıyor:

“Bugün de Türkiye Koronavirüs mücadelesinin arka cephesinde, tıpkı Suriye, Irak, Doğu Akdeniz’de süren strateji, diplomasi ve vekâlet savaşlarında olduğu gibi, kaderin rüzgârına teslim olmuş gibiyiz. Hep olayların akışına göre hareket ediliyor. Ne çıkarsa bahtımıza havası hâkim sanki.”1

Korona virüs ile bizden önce tanışan ve mücadeleye başlayan ülkeler bu belanın vatandaşlarına verdiği ekonomik zararı telafi etmek üzere, peş peşe ekonomik paketler açıkladılar. Vatandaşlarının evlerinde otururken kaybedecekleri maddi kayıpları karşılamak ve hayatlarını kolaylaştırmak için doğrudan ekonomik yardımlar yaptılar.

Bizde ise “yüz milyar TL” yani yaklaşık “15 milyar USD” tutarında, yoksul vatandaşın hiçbir yükümlülüğünü, hiçbir kaybını karşılamayıp, sadece bazılarını erteleyen cılız bir paket açıklandı. Kaderci bir yaklaşımla dualara sığınıldı. TBMM’de bir muhalefet partisi sözcüsü, bu paketin 98 milyar TL’sinin sermayeye ve sadece 2 milyar TL’sinin çalışan kesime yönelik olduğunu ifade etti. Devleti yönetmek iddiasıyla yola çıkan hükümet; kapanan işyerlerini, işsiz kalan kitleleri ve diğer yoksul kesimleri kendi sorunları ile baş başa bırakırken; tatile soktuğu okullardaki sözleşmeli öğretmenlerine dahi işveren olarak ücret ödeyemez hale düşmüştür. Belli ki yetkili kesim daha kapsamlı bir paket hazırlayamamaktadır.

Böyle bir durumda, paketin niteliğinden ziyade, böyle bir pakete mahkûm oluş nedenlerimize eğilmenin, geleceğimiz için daha faydalı olacağını değerlendirmekteyim.

Toplumu değil, bir avuç müteahhiti gözeten politikalar

Böyle bir toplumsal afet karşısında yöneticilerimizin “Sosyal Devlet” niteliğinden uzak duruşu, devleti “baba” olarak görmeye alışmış halkımızı hayal kırıklığına ve çaresizliğe sevk etmiştir.

Türk toplumunda en yoksulumuz bile zamansız bir ölüm halinde, geride kalan yakınlarını güç durumda bırakmamak için bir kenara “kefen parası” ayırmayı düşünür. Devlet de en azından bu mantıkla yönetilmelidir. Kaldı ki bir devleti yönetenlerin savaş, salgın hastalık, deprem, sel-taşkın, yangınlar gibi her türlü felaketler için stratejiler geliştirip, senaryolar hazırlaması ve bunların karşılanması için gereken kaynağı da planlaması zorunlu bir görevdir.

Son on sekiz yıldan beri uygulanan inşaat sektörüne dayalı, rantı önceleyen, sanayi üretimini dışlayan, kalkınma politikaları ile önceliği olmayan ve ülkenin 25-30 yıllık geleceğini ipotek altına alan, adeta “Osmanlı’nın kapitülasyonları” benzeri, geçiş garantili yol ve köprü yatırımları ile hasta garantili şehir hastaneleri yatırımları bugünkü hazin durumun en önemli nedenlerindendir.

Bir diğer önemli neden cumhuriyetin ilanından beri bu ülkenin birikimleri sayılan varlıklarının “özelleştirme” adı altında belli kesimlere adeta yok pahasına peşkeş çekilmesi, adeta yağmalanmasıdır. Bunlar arasında stratejik önemi olan birçoğu da yabancıların eline geçmiştir.

Sekiz yıldan beri dört-beş milyon Suriyeliye kucak açmakla, kendini “Ensar” saymakla övünen iktidarımız, bu yolda ülkemiz imkânlarını sonuna kadar zorlayarak harcadığı kaynağın ancak üçte biri büyüklükte bir salgın paketi açabilmiştir. Aynı cömertlik bu salgın döneminde kısa bir süre için de olsa, kendi insanımızdan esirgenebilmiştir. Bu hazin bir çelişkidir.

İsrafın kurumsallaşması

Bizim gibi kalkınmakta olan ülkelerde vatandaşların tasarrufu yanında, kamu harcamalarının etkin ve verimli kullanımı ile israftan kaçınılması çok önemlidir.

Önceliği olmamasına rağmen birçok binanın yapılması, Cumhurbaşkanlığı Çankaya Yerleşkesi gibi birçok hizmet verebilir yapının, hastanelerin, Atatürk Havalimanı gibi komplekslerin adeta çöpe atılmasını ekonomik mantıkla açıklamak mümkün değildir.

Bu dönemde devlet aygıtı deyim yerindeyse hormonlu bir şekilde büyürken, giderek hantallaşmış, vatandaşın devlete ulaşamamasından Ak Parti’li milletvekilleri bile yakınır hale gelmiştir.

Diğer taraftan kamunun uçak, helikopter ve lüks araç kullanımındaki astronomik artışlar, lüks lojman kiralamaları, kamu binalarındaki makam odalarının abartılı tefrişleri, bu ülkenin insanının yoksulluğu ile ciddi bir çelişki teşkil etmektedir.

İşin acı tarafı, ülkemizin kaynakları ile ters orantılı olan kamudaki bu israfının, “devletin itibarı” gerekçesi ile yapılmasıdır. Devletin itibarının, temel hizmetlerin kalitesi ile vatandaşın hayat standardının yükseltilmesi yerine; uçak, araç ve tefrişe indirgenmesi çağdaş bir anlayış olmadığı gibi sürdürülebilir de değildir. “İtibardan tasarruf olmaz” gibi sakat bir mantık hiç kimseyi sınırlı kaynaklarımızın savurganlığı vebalinden kurtarmadığı gibi ülkemize itibar da kazandırmaz.

Türkiye Cumhuriyeti Kurulduğu günden 2000’li yıllara kadar, kamu kaynaklarının kullanılmasında azami tasarrufa daima riayet ederek kalkınmış ve son 18 yıldan beri satılarak bitirilemeyen varlıklara da sahip olmuştur.

Osmanlı’nın son dönemindeki israf

Ak Parti taraftarlarının genel olarak öykündükleri Osmanlı’nın, kendisini morotoryum ve peşinden “Duyun-u Umumiye” ye götüren dönemdeki kamunun israfına ve halkın perişan haline ilişkin birkaç örneği hatırlatmak, günümüzü değerlendirmek için yararlı olacaktır.

Osmanlı ilki 1854’de olmak üzere birçok defa borç aldıktan sonra, 1875’de morataryum (Borçlarını ödeyemeyeceğini) ilan etti. Yirmi bir yıllık bu kısa dönemde; 1856’da Dolmabahçe, 1865’de Beylerbeyi ve 1871’de de Çırağan sarayları başta olmak üzere birçok kasır ve köşk inşa edildi.

Tarihçi Enver Ziya Karal bu dönemi şöyle anlatır:

“..Sultan Abdülaziz halkın fakirliği ve sefaleti ile alay edercesine lüks ve şatafatlı bir hayat sürmekte idi. Kendisine saraylar ve köşkler yaptırıyor ve bir kasaba halkı kadar tutan saray halkı arasında hayat sürüyordu. Sarayda 1200 kadın 350 ahçı ve yamak, 400 servis ve ahır hizmetkarı, 400 hamlacı ve cambaz, 200 hademe , 330 dan fazla yaver, katip teşrifatçı ve mabeynci vardı. Bundan başka kahveci tütüncü çamaşırcı ve harem ağaları da kabarık bir yekûn tutuyordu. Saraydan çöplenenlerin sayısı 6 bini buluyordu…..Sadrazam ve vükela da  lüks yaşamak hevesine kapılmıştı. Bunlar yapılırken öne sürülen sebep; “ Devletin şeref ve itibarını korumak idi.2

Aynı kaynakta o dönemdeki memur ve askerlerin durumu için Ziya Paşa’nın tespiti:

“..Asker ve memurların maaşları 8-10 ay gecikmeli ödeniyordu…Askerler bazı yerlerde miyad üzere elbise bulamayıp kışta kar yağarken beyaz pantolonla nöbet mahallinde donmakta ..Aç kalıp dilenenler ve yankesicilik yapanlar bulunuyordu..Maliyenin avlusunda her gün birkaç bin kadın çocuk toplanıp, çıkışta maliye nazırına küfürler ederlerdi. Kalabalıkta kol kırılır, göz çıkar, gebe kadınlar çocuk düşürürlerdi. …Ekseriya maliye nazırı arka kapıdan kaçardı…” 

Tarihçi Murat Bardakçı’nın döneme ilişkin tespitleri ise şöyle;

“İnşaat histerisine kapılındı… Çırağan yıkılıp yeniden yapıldı… Sadrazam Ali Paşa, Çırağan’ın yeniden yapılmasına karşı çıktığı için Abdülmecid tarafından sadaretten atıldı…Sarayın üç milyon kese tutan borcu maliyeye aktarıldı… Maliye, memur maaşlarını ödeyemez oldu… Bir ara Abdülmecid çileden çıktı ve tüm damatlarının  devletteki görevlerine son verdi. Ehil memurlar görevlendirildi… Tasarruf için bir komisyon kuruldu…Yapılan tasarruf tedbirlerine bir örnek; Serasker Rıza Paşa saray kadınlarının gezmesini engellemek için arabaları zincirle birbirine bağlattı… Kısa bir süre sonra her şey eski haline döndü.”

Bugünlerde “Kanal İstanbul” ile ilgili iki köprü ihalesine karşı çıktığı için Ulaştırma ve Altyapı Bakanı’nın görevden alındığı söylenmektedir. Sanki ders alınmadığı için tarih tekerrür ediyor gibi…

Koronavirüsün dünyaya ve bize öğrettikleri

Koronavirüs ile ilgili gerek ülkemizdeki ve gerekse dünyadaki gelişmeleri izlerken, bu olayın milli ve küresel boyutta birçok paradigmayı değiştireceği gözlenebilmektedir.

Bir müsibet bin nasihatten iyidir” atasözümüzü doğrularcasına, bu zorlu süreçten gerek devlet ve gerekse toplum olarak dersler çıkaracağımızı ve “Koronavirüsten sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını” ummak istiyorum.

İlk ve en önemli sonuç; “Ulus devlet” in öneminin anlaşılması oldu. Son otuz kırk yıldan beri bizim gibi toplumların, küreselleşme denilen “Ulus devlet paradigması” ötesinde bir alanda düşünmeye zorlanarak, bu olguya kayıtsız şartsız iman etmeleri istenmekte idi.

Bu “Küresel bela” karşısında görüldü ki, sağlığı ve ekonomisi bozulan kitleler sorunlarının çözümünü, artık önemini kaybetti denilen “Ulus Devletler” den beklemektedirler. O kadarki, ulus devletler, bu bela karşısında verdikleri sınavdaki başarılarına göre; Güney Kore, Singapur ve Almanya gibileri övgü veya İtalya, İspanya ve Fransa gibileri yergi almaktadırlar.

Devasa küresel sorunların bile çözümünün, ulusal bazdaki çözümlerin birbirine eklemlenmesi ile sonuca ulaşacağını da bu bela vesilesi ile öğrenmiş olduk.

Küreselleşmenin başat aktörü sayılan dev küresel şirketler ise mümkünse aşı, ilaç satarak bu felaket sürecinden kazanç sağlama dışında bir kaygı taşımamaktadırlar. Hem küresel olanlar ve hem de son yirmi yılda kamu kaynakları ile semirtilen bizdeki büyük şirketler ortada yoklar.

Bu salgın nedeni ile yine öğrendik ki, ne hastane araç-gereç ve donanımı itibari ile ne de ekonomik maliyetini karşılayacak kaynak itibari ile felaketlere hazırlıklı değiliz. Böyle bir belanın yanında -Tanrı korusun- deprem, yoğun terör saldırıları, savaş halleri gibi başka bir veya birkaç belaya aynı anda maruz kalırsak ne yapacağız? İşte gerçek “beka sorunu” budur. Devlet daha kötü senaryolara göre hazırlıklı olmalıdır.

Bu bağlamda; “Kanal İstanbul” gibi büyük kaynaklar gerektiren projeler en fizıbil ve en rasyonel projeler olsalar bile, gündemden düşmelidir. Var olan kaynaklar İstanbul’daki hasarlı eğitim ve sağlık kurumlarının iyileştirilmesine harcanmalıdır.  Artık çok önemli alt yapı tesisleri dışında, betona yatırım dönemi kapanmak zorundadır.

Bu virüse karşı aşının bulunabilmesi için acilen üç araştırma kurumunun seçilerek onlara fon aktarılması göstermiştir ki, yumurta kapıya dayanmadan Ar-ge ve bilimsel çalışmalara daha fazla kaynak ayrılmalıdır. Daha da önemlisi, üniversiteler ve Tübitak gibi eğitim ve araştırma kurumlarının kendilerinden beklenen hizmeti verebilmesi için, bilimsel ve yönetsel özerkliğe kavuşturulmaları, ehil olmayan yandaş atamaları ile kurumsal yapılarının bozulmaması gerekmektedir.

Hükümet bu sürçte siyasal endişelerle artık tamamen ticari bir faaliyete dönüşen umre seyahati için hiçbir önlem almadı. 29 Martta Sivas, Malatya, Yozgat, Giresun’da bazı köylerin karantinaya alınmasının, umreden gelen insanlarımızdan başka bir nedeni olabilir mi? Toplum olarak bundan sonra büyük sorunları dayanışma içinde, ayrışmadan kimseyi dışlamadan çözmek zorunda olduğumuzu daha iyi kavramış olacağız. Dinsel, etnik, mezhepsel vb. ayrıştırıcı ve ötekileştirici siyasi eylem ve söylemlere itibar etmeyeceğiz.

Zaten işsizlik ve ağır ekonomik sorunlarla boğuşmakta olan geniş kitleler, bu süreçten daha da hırpalanmış olarak çıkacaklardır. Bu güne kadar olduğu gibi yoksulluğu yok etmek yerine yoksulluğu yöneterek geniş kitleleri avutmak mümkün olmayacaktır. Kaynaklar akılcı kullanılacaktır. Beton ekonomisi ve kamudaki israf hoş görülmeyecektir. Devlet yetkililerinin kendisi kemer sıkmadan kitlelerden bunu isteyemeyecektir.

Bu zor günler geçince, krizden daha da örselenerek çıkacak olan halk; savaşları, mültecileri, onlara harcanan kaynakları daha ciddi olarak sorgulamaya başlayacaktır.

Ak Parti iktidarının dinsel ve mezhepsel ayrıştırıcı tavrı, tüm kurumların içine nasıl sindi ise asırlık Kızılay’ımız da bundan nasibini almış durumda. Bu salgın süresince sanki sokağa çıkma yasağına uyuyor gibi ortalarda yok. Ama aynı Kızılay dünyanın öbür ucunda cami dezenfekte ederken, başka bir yerde maske dağıtıp yardımlar yapabilmektedir. Bizzat yöneticileri tarafından alınan astronomik ücretler ile adeta içi boşaltılan bu köklü kurum, “Türk Milletinin Kızılay’ı” konumundan uzaklaşarak giderek “Deniz Feneri” gibilerle benzeştiği için kamu vicdanındaki sorgulanması giderek artacaktır.

Gelecek günlerde bu krizin yönetimi süresince bazı gerçeklerin kamuoyundan saklandığı görüşü ağırlık kazanırsa, bundan böyle benzer durumlarda, devlet daha şeffaf olmak zorunda kalacaktır.

Koronavirüs mücadelesinin henüz neresinde olduğumuz bile belli değilken, 26 Mart tarihinde Kanal İstanbul ile ilgili iki köprünün yerinin değiştirilmesi ihalesinin yapılması, tüm bu söylediklerimizi mevcut yönetimin kolaylıkla benimsemeyeceğinin bir göstergesi sayılabilir.  Ancak toplumdaki değişimi doğru okuyamama veya değişim ihtiyacına karşı direnmenin, çıkar yol olmadığı artık idrak edilmelidir.

Kaynakça

[1]Paksoy, Hakan-Bugünler birlikte aşılacak, ama!/MDM internet sayfası

[2] Karal, Enver Ziya-Osmanlı Tarihi cilt:7 s; 279

[3] Bardakçı, Murat-Şahbaba: s; 22,23,24,26

 

 

Yazar

Aziz Bozatlı

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.