Yükleniyor...
Doğrudan İsrail ve Araplar arasındaki savaşlardan sonra Ortadoğu’daki çatışmalar daha karmaşık hâle geldi. 1975-1991 tarihleri arasında Lübnan’da iç savaş çıktı. Çeşitli terör örgütleri arkasına bazı devletlerin desteğini de alarak Lübnan’ı kana boğdular. Kuzeyden Suriye, Güneyden İsrail iç savaşa müdahil oldular. Bu iç savaş 230.000 insanın ölümüne, yaklaşık 350.000 kişinin yaralanmasına ve bir milyondan fazla insanın Lübnan’ı terk etmesine neden olmuştur.
FKÖ’nün gelişi, Filistinli mültecilerin silahlanması farklı gruplar arasındaki sürtüşmeyi hızlandırdı. İsrail, 1982 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) mensuplarının buraya yerleştiğini öne sürerek Güney Lübnan’ı işgal etti. Litani Nehrine kadar olan Güney Lübnan topraklarını kendisi için “güvenlik Bölgesi” ilan etti. BM raporlarında İsrail’in, işgali altındaki Güney Lübnan’da uluslararası hukuka ve Cenevre Sözleşmesi’ne aykırı olarak Litani Nehri sularını bir tünelle Hasbani koluna katarak yılda 500 milyon metreküplük suyu kendisine aktardığı tespit edilmiştir.
FKÖ unsurları, Lübnan’a çıkan Amerikan, Fransız ve İtalyan askerlerinden oluşan 2.000 kişilik Barış Gücü himayesinde, 21 Ağustos 1982’de Beyrut’tan ayrıldılar.
1982’de İran İslam devrimi doktrinine göre kurulup şekillenen Hizbullah, Ekim 1983’te eş zamanlı olarak Lübnan’daki ABD ve Fransa askeri üslerine düzenlediği bombalı saldırıyla 241 Amerikan, 58 de Fransız askerini öldürerek bu ülkelerin Lübnan’daki askerlerini çekmesini sağlamıştır.
2000’de Hizbullah İsrail’i Lübnan’dan uzaklaştırdı. 2004 yılında da Lübnan Başbakanı Hariri cinayetinden sorumlu tutulan Suriye de Lübnan’dan çekildi. 12 Temmuz-14 Ağustos 2006 tarihleri arasında Güney Lübnan ve Kuzey İsrail topraklarında İsrail-Hizbullah Savaşı yaşandı.
Filistin’de 2006’da yapılan seçimleri Hamas’ın kazanmasının ardından Telaviv yönetiminin gayrimeşru ablukası altında ezilen Gazze, son 14 yılda 3 büyük İsrail saldırısının hedefi oldu.
İsrail’in “Koruyucu Hat Operasyonu” adını verdiği, 8 Temmuz 2014’te başlayıp 51 gün süren saldırısı bunların başında geliyor. Uluslararası raporların “en uzun ve en şiddetli” olarak tanımladığı saldırı, Gazze Şeridi’ndeki sanayi tesislerinin yıkılmasına, binlerce kişinin işini kaybetmesine ve böylelikle ekonominin çökmesine yol açtı. Hamas’ı İsrail kentlerine roket saldırısı düzenlemekle suçlayan İsrail ordusu, 2 milyonu aşkın nüfusuyla 360 kilometrekarelik dar bir alana sıkışmış Gazze Şeridi’ni ilk olarak savaş uçaklarıyla vurdu. Daha sonra 8 bin askerle kara operasyonu başlatan İsrail ordusu ile Filistinli gruplar arasında şiddetli çatışmalar yaşandı.
Dünyanın en büyük açık cezaevi şeklinde nitelendirilen Gazze Şeridi, hâlâ İsrail’in 2014’te düzenlediği saldırının neden olduğu kötü yaşam şartları ve ekonomik sıkıntılarla mücadele etmektedirler. En doğal hakları olan sudan bile mahrum bırakılmaktadırlar.
7 Ekim 2023’teki son savaşa gelince:
Son olaylarda Hamas tüm Filistinlilerin desteğini bile sağlayamamış bir örgütün İsrail sivil hedeflerine saldırması, İran veya Rusya’nın destekleyebileceği bir hamle değildir. Bu saldırının İsrail tarafından devşirilmiş Hamas militanları tarafından yapılan akıldışı bir hamle olarak görülmesi gerekir. Bir eylemin arkasında kimin olduğunu anlamanın en basit yolu kime yaradığına bakmaktır. Bu açıdan bakıldığında İsrail’e karşı saldırı imkânı sağlanmıştır. Üstelik İsrail bunu fırsat bilerek hedef büyütüp, Gazze ile yetinmeyerek Tüm Ortadoğu’yu hedef olarak aldığını söylemektedir. ABD’nin bir uçak gemisi Doğu Akdeniz’de demir atmıştır.
ABD uçak gemisinin Hamas çapında bir terör örgütü için gelmediğini anlamak için stratejist olmak gerekmez. Hedef İran olsaydı gider Hürmüz açıklarında demirlerdi. Hedefin Türkiye olduğu açıktır. Bu arada Suriye’deki Rusya’ya da “Ben buradayım” mesajı verilmektedir. İsrail’in Büyük İsrail için yapacağı hamlelerde İran gibi geleneksel bir düşmanın varlığına daima ihtiyacı vardır. İran’ın nükleer güç olma çabasının abartılması da İsrail’in nükleer güç olduğunu gizlemek içindir.
Bu savaş sonrasında zaten dar bir alana sıkışmış olan Filistinlileri oradan da kovulup mülteci durumuna düşürülmesi ihtimal dahilindedir. Bundan biz dahil tüm bölge ülkeleri nasibini
Ortadoğu su kaynaklarının kıt olduğu ve dengesiz dağıldığı bir bölgedir. O nedenle burada her çatışmanın veya her siyasi hamlenin mutlaka bir de su boyutu vardır. Geçmişte Suriye’nin terör örgütü PKK’yı Bekaa vadisinde barındırması, Arap dünyasında Suriye’nin GAP’a (Güneydoğu Anadolu Projesi) bir cevabı olarak değerlendirilir. (J. Bulloch-A. Darwish-Su Savaşları)
Keban Barajı’nın yapılmasından 2000 li yıllara kadar özellikle Fırat ve Asi sularının kullanımı bağlamında gergin giden Türkiye-Suriye ilişkileri karşılıklı olarak akılcı politikalar izlenerek düzeltilmiş, vizeler kaldırılmış, ticaret hacmini 5 milyar dolara çıkarmıştı. 22-23 Aralık 2009 da iki ülke başbakanları Şam’da neredeyse hayatın tümünü kapsayan 50 ayrı konuda mutabakat metinleri imzalamışlardı.
Türkiye ile Suriye’nin uzlaşarak uzun vadeli işbirliğine gitmeleri İsrail’i hiç memnun etmemiştir. Asi nehri üzerinde Türkiye ve Suriye’nin ortak barajının temelinin atılmasından 37 gün sonra Suriye iç savaşının çıkması da manidardır
Orta Doğu’da ABD’nin politikalarının oluşmasında etkin olan doğal kaynak “petrol” ise İsrail’inki de “Su” dur. Su ve toprak birlikte düşünülmelidir. Torak olmadan su, su olmadan toprak çok fazla bir anlam taşımaz. İsrail’in su politikalarını Vadedilmiş toprakların bir tamamlayıcısı olarak görmek gerekir.
İsrail ile Araplar arasında 1948 den beri meydana gelen tüm sıcak çatışmaların mutlaka bir de su boyutu vardır ama, Haziran 1967 deki “altı gün savaşı” ilk büyük “Su Savaşı” olarak kabul edilir. Ürdün Nehrinin Golan tepelerindeki Hasbani, Dan ve Baninas kollarının kontrolü, yeraltı su kaynakları (akiferlerin) sınırlarına ve Ürdün nehrine ulaşma amaçlıdır. Nitekim, bu savaştaki İsrail savunma bakanı Moshe Dayan, su kaynaklarını kontrol altına almak için bu savaşa girdiklerini söylemiştir. Yukarıda belrtiğimiz gibi 1982’de sözde FKÖ’nü oradan çıkarmak için Güney Lübnan’a girdiğinde Litani Nehrine uzanarak su gaspetmiştir
Ortadoğu’da suyun ve su kaynaklarına müdahalenin savaş nedeni olacağını söyleyen tek devlet İsrail’dir. İsrail kurulduğundan beri, daima su ve savaş kavramlarını birlikte ele alarak, kendine bir su güvenlik alanı oluşturmaya çalışmaktadır.
Diğer taraftan İsrail her fırsatta suyu silah olarak kullanmaktadır. 2005 verilerine göre İsrail’de kişi başına düşen su kullanımı işgal bölgelerindeki kişi başına düşen su kullanımının yedi katıdır. Hatta Gazze’de bu oran 1/13’e kadar çıkmıştır. Filistin ve İsrail arasında suların paylaşımına yönelik adaletsizlik İsrail’in Batı Şeria sınırına çektiği duvarla daha da artmıştır. Duvar, birçok su kaynağını ve sulanabilen tarım alanını İsrail tarafında bırakmıştır. (Kadriye Sınmaz-Ortadoğu’da Su ve Barış)
Başka bir veriye göre; 1967-2005 arasındaki 38 yıllık işgal sürecinde Gazze Şeridi’nde kalan 3.500 Yahudi yerleşimci yılda 6 milyon metreküp su kullanırken 1,5 milyon Filistinli ise yılda sadece 100 milyon metreküp su kullanabilmiştir. Bu da Yahudi bir yerleşimci ile Filistinli bir tüketici arasında tam 30 kat fark olduğunu göstermektedir.
(Devam edecek)