Yükleniyor...
İsrail sivil hedefleri, hastaneleri acımasızca bombalamaktadır. İşgal ettiği yerlerde her yıkıntıya, bombaladığı her noktaya yüzlerce İsrail Bayrağı dikerek ciddi bir devlet gibi değil de adeta bir terör örgütü gibi davranmaktadır. Bu hareketiyle adeta “Ben buraları sadece işgal etmiyorum, ilhak ediyorum, Ülkeme katacağım” der gibi davranmaktadır.
İsrail’in kurulduğundan beri bölgedeki tüm çatışmalarda bir devlet gibi değil de adeta bir terör örgütü gibi davranmasının nedenini tarihte aramak gerekir. Bu bakış açısından geçmişe bir göz atalım;
1897 Basel Siyonist Kongresinde artık bir İsrail devletinin kurulmasına karar verildikten sonra başlayan süreçte özellikle 1916 Sykes-Picot anlaşmasından, İsrail’in kurulduğu 1948 yılına kadarki 30 yıllık İngiliz mandası döneminde, Siyonist milliyetçiler Fransızların da desteğini alarak İngiliz manda yönetimine karşı çok ciddi bir direniş sergilemişlerdir. İngilizler bu dönemde çok başarısız olup, İlber Ortaylı hocamızın dediği gibi “Yönetimi yüzlerine gözlerine bulaştırmışlardır”
Bu dönemde Siyonist milliyetçiler üç önemli direniş ve terör örgütü kurarak, gemi batırmak, cinayet işlemek, bombalama eylemleri yapmak gibi sayısız kanlı eyleme imza atmışlardır. Bu örgütler kuruluş sırasına göre; Hanagah, İrgun ve Stern’dir.
Bu örgütlerin tüm yöneticileri İsrail kurulduktan sonra ömürleri yettiğince bu devlette cumhurbaşkanı, başbakan, genelkurmay başkanı, bakan gibi görevlerde bulunmuşlardır. Hepinizin hatırlayacağı birkaç örnek vermek isterim.
Ben Gurion: İsrail’in kurucu devlet başkanıdır. İstanbul Üniversitesinde okumuştur.
İzak Şamir: Eski Başbakan. Rusya’dan Yahudi göçünü hızlandırmıştır.
Moşe Dayan: Milli savunma bakanı.
Menaham Begin: Eski Başbakan.
Şimon Perez: Cumhurbaşkanı. Nobel barış ödülü aldı. Davos’ta Cumhurbaşkanımızın “Van Münıt” çıkışına muhatap oldu. İrgun Çetesi üyesi. Ben Gurion’un sekreterliğini de yapmıştır.
Görüleceği gibi İsrail devleti kurulduğundan beri terör örgütlerinde yetişmiş militan kişilerce yönetilmektedir. Deyim yerindeyse İsrail devletinin genetik kodlarını terör geleneğinden gelen bu insanlar oluşturmuştur. İsrail’in hemen her çatışmada bir devlet gibi uluslararası hukuka ve sözleşmelere bağlı kalmayarak adeta bir terör örgütü gibi davranmasını sırtını Batıya dayamasının yanında biraz da bu tarihi arka planda aramak gerekir.
1897 Basel Siyonist Kongresinden günümüze kadar ulaşan süreci ana hatlarıyla özetlemeye çalıştık. Görüleceği gibi Batının Ortadoğu’daki her hamlesi, görünürdeki gerekçeleri başka da olsa İsrail’in “Büyük İsrail Projesi” (BİP) amacıyla örtüşmekte ve onun güvenliğini sağlamaktadır. Gerek ABD Dışişleri Bakanı C. Rice’ın BOP bağlamında 22 ülkenin sınırlarının değişeceğini söylemesi, gerekse İsrail Savunma Bakanı Moşe Yalon’un 2014’de Washington’da NBR televizyon kanalına yaptığı söyleşide “Hiç kimsenin kuşkusu olmasın, Ortadoğu sınırları mutlaka değişecektir” beyanı BİP’nin hedefe doğru emin adımlarla yol aldığını göstermektedir. Bu son savaşta ise İsrail başbakanı B. Netenyahu’nun Ortadoğu’da sınırların değişeceğini vurgulaması, yoğun kara harekatının yapılması. Filistinlileri sıkıştıkları dar alandan bile çıkarılıp mülteci yapılabileceği düşüncesini güçlendirmektedir. Zaten başta biz olmak üzere mülteci sorunlarıyla boğuşan bölge ülkeleri, bu kez de Filistinli mültecilerin akınına uğrayabilirler. BİP hedefine doğru vites büyütülmektedir.
BİP projesi, Orta Doğu kökenli Arap ve Müslüman devletlerin, Balkan devletleri örneğinde olduğu gibi küçük parçalara ayrılarak bölünmeleri stratejisine dayanmaktadır. Bunun yöntemi ise bölgede etnik, dinsel ve mezhepsel çatışma yaratarak hedefteki ülkeleri bölmektir. Bölünmelerin elde edilmeleri kolay küçük federe devletler düzeyinde olmaları amaçlanmaktadır.
Yıllardır İsrail yetkililerince Büyük İsrail hedefine yönelik benzer sözler söylenmektedir. Bu beyanatlar, ünlü Rus yazarı Anton Çehov’un; “Eğer ilk sahnede duvarda bir silah asılıysa, oyunun sonunda mutlaka patlar” sözündeki duvardaki silahı çağrıştırmaktadır. Sonunda patlayacak gibi görünüyor.
Türkiye bir bakıma Ortadoğu ülkesidir ama aynı zamanda bir Kafkas, bir Balkan, bir Akdeniz ülkesidir. O nedenle Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunu müteakip Atatürk devrimleri ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak azmi ile köklü bir dönüşüm geçirerek, laik, demokratik bir hukuk devleti sıfatı kazanarak diğer Ortadoğu ülkelerinden farklılaşmıştır. Ama coğrafya kaderdir, komşuluklar değişmemiştir.
Türkiye son yirmi yılda İhvancı bir bakış açısıyla bölgedeki geleneksel politikalarından vazgeçti. Devlet aklını kullanarak tüm kurumların tarihi birikimlerinden faydalanarak hamasetten uzak politikalar geliştirmek yerine, dış politikayı “Stratejik derinlik”, “Kazan kazan”, “Komşularla sıfır sorun”, “Değerli yalnızlık”, “Emeviye Camiinde Cuma namazı kılmak” v.b. sloganlara indirgedi. Sloganlar, düşünme ve sorgulama zahmetini ortadan kaldırdığı için halkımızın bir kesimine cazip gelebilir ama dış politika ucunda savaş, kan ve ekonomik bedeli olan çok ciddi bir konudur. Nitekim gelinen noktada, şehitler vererek, mülteciler besleyerek ve ekonomik kriz yaşayarak tüm bu bedelleri ödemek durumunda kaldık.
Toplumumuz her konuda olduğu gibi Filistin konusunda da gene iki zıt bloka ayrışmış durumdadır. Bir kesim Ortadoğu’yu gönül coğrafyalarının bir parçası olarak görürken, bir diğer kesim “Bataklık” olarak nitelemektedir. Gönül coğrafyamız diyerek “Neo-Osmanlıcılık” hayalleri peşinde koşanlar, “Bataklık” tanımına şiddetle karşı çıkarlarken, bu tanımın bölgenin sosyal, kültürel, dini, etnik çeşitliliği nedeniyle bilinmezlerinin çokluğuna ve sorunların karmaşıklığına dikkat çekmek istendiğini anlamak istemiyorlar. Gönül coğrafyamız dediğiniz yerdeki insanların gönüllerinde Türkiye ve Türkler yoktur. Her fırsatta tarihin çarpıtılmasına büyük emek verilen bir dönemde yaşıyoruz. Türk kamuoyunu yönlendiren medyadaki çoğu çapsız yorumcular kendi ideolojisini meşrulaştıran tarih yorumları yaparak tarihi gerçekleri çarpıtmaktadırlar.
Yaklaşık yüz yıl önce İngiliz General Allenby Osmanlıyı Kudüs’ten söküp atarken, Araplarla beraberdi. Fransızların Çanakkale gazisi çolak Generali Gouraud Şam’ı fethedip Selahattin Eyyubi’nin mezarını tekmelerken, Araplar yanındaydı. Arap coğrafyasında Osmanlı karşısında alınan her iki Hristiyan zaferi de Araplarca coşkuyla karşılanmıştır. Yukarıda Lewis’in belirttiği gibi Araplar bunu “Türklerden kurtulmak” olarak nitelemişlerdir. Araplar bu coğrafyadaki son Osmanlı yöneticisi ve Bahriye Nazırı Cemal Paşa’yı işgal ordusu kumandanı gibi görüyorlardı. Paşa, Osmanlıya karşı yükselen Arap Milliyetçiliğini engellemek hayaliyle birçok imar faaliyeti gerçekleştirip, kırk direnişçiyi harp divanı kurup idam etmesine rağmen başarılı olamamıştır.
Diğer taraftan Türkiye’nin dış dünyada karşılaştığı hiçbir sorunda Arap ülkeleri yanımızda yer almamışlardır. Özellikle Filistin liderleri dün de bugün de bize düşmanca politikalar izleyen Güney Kıbrıs’ın, Ermenistan’ın ve Uygur Türkleri söz konusu olunca Çin’in yanında yer almışlardır.
Arap toplumlarının hiçbiri Filistin sorununu önemsemezken, hatta Filistin toplumunun bile bir kısmı Hamas’ın politikalarını desteklemezken bizim mitingler yapıp “Haydi Gazze’ye(!)” naraları atmamız, gerçekçi bir yaklaşım değildir. Oradaki insanlık dramına tepki göstermemiz insanidir, anlaşılabilir ama Filistin sorununu milli dış politikamızın tepesine oturtmak da gerçekçi değildir. Gerek devlet politikamız ve gerekse toplumsal reaksiyonumuz tarihi gerçeklerle ve milli çıkarlarımızla uyumlu ve dengeli olmak durumundadır.
Unutulmamalıdır ki, bölgedeki tüm olaylarda oyun kurucular emperyal güçler, figüranlar ise bölge ülkeleridir. Tarih boyunca buradaki birçok olayın (fiilin) gerçek öznesinin bölge ülkeleri olmadığı görülmüştür. Son Hamas saldırısında da öyledir. Burası büyük güçlerin oyun alanıdır. Çatışma konuları arttığı, sorunlar karmaşıklaştığı ölçüde dış güçlerin bölgedeki etkinliği biraz daha artmaktadır.
Dün İttihatçılar “Vatanın bayrağını Kahire’ye dikmek” ham hayali ile Alman emellerine alet olarak büyük bir hata yaptılar, sonuç hüsran oldu. Yakın zamanda “Mavi Marmara” olayında gene hamasetin hüsran ve ölümlerle sonuçlandığını gördük.
Dış politikaya tarihi perspektiften ve ulusal çıkarlarımız açısında bakmak zorundayız. Cumhuriyetimizi kuranlar, Arapların kendi aralarındaki sorunlarına müdahil olmadılar, yanlı tutum almadılar. Ülkemizi bu bölgenin en saygın, en güçlü, en güvenilir ve İslam dünyasının en ileri örnek ülkesi durumuna getirdiler.
Türkiye etnik ve mezhep bazlı politikalardan kaçınıp, kendi güvenliğinin ve ulusal çıkarlarının gerektirdiği barışçı politikalar izlemelidir. “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” politikasının, Cumhuriyetimizin önemli bir fabrika ayarı olduğu unutulmamalıdır.
(Devam edecek)