Nazlı Senem…

"Çolpan Yıldızı" adlı hikâye kitabı ile Bozkırın Bilgesi ödülünü kazanan Necdet EKİCİ'nin hikâyelerini, yazı dizisi olarak yayımlıyoruz


Lâle İsmayil’e…

İhtiyardı. Buna rağmen güneşi ilk uyandıran o olurdu. Ufukta gövel renklerin henüz oynaştığı kurşun renkli sabahlarda elinde ekmek çantasıyla yola düşer, fırına herkesten önce o gelirdi. Üç basamaklı taş merdiveni bastonuna dayanarak, nefes nefese çıkar, sürekli titreyen sağ eliyle ahşap kapıdan tutunarak içeri girerdi. Hâlbuki geldiği yol üzerinde başka fırınlar da vardı. Bu kadar uzun yol ve merdiven zahmetine katlanmasına gerek yoktu ama onun tercihi yine de bizdik. “Bunca zorluk herhâlde iyi ekmek çıkardığımız için olsa gerek.” derdim. Başka ne olabilirdi?

Herkesi gözlerinde getirdiği sıcak bir tebessümle selamlar, kenarda sessizce ekmeğin çıkmasını beklerdi. Çenesi düşük ihtiyar kadınlardan değildi. Fazla konuşmaz, her lafa karışmaz, olur olmaz şeye gülmezdi. O durgun, sessiz duruşun arkasında meçhûl bir ızdırap sezerdim. Çehresine oturmuş o mahzun fotoğraf, sanki çektiği çilenin yüzüne yansımasıydı. Zor bir hayattan geldiği belliydi. “İşte!” derdim, “Tam bir Azerbaycan hanımefendisi!” Üstelik çantası da Türkiye haritalı…” Aldığı pideyi, o bez çantasına koyar, parasını öder ve haydi giderdi.

Belki de tahmin ettiğim gibi biri değildi. İnsanın yeter ki canı kaynamasın, kanı ısınmasın. İnsanları olduğu gibi değil de olması gerektiği gibi görüyor. Belki ben de öyle…

Henüz tanımadığım, adını dahi bilmediğim, biraz da rahmetli babaanneme benzettiğim bu ihtiyar nineyi uzaktan uzağa severdim. Sabah erkenden kalkan, gün ağarmadan yola düşen ve bunca fırının içinde sadece bizi tercih eden gül yüzlü bu ihtiyar kadını tanımak isterdim. Sahi ekmek almaya niçin hep kendi geliyordu? Kimi kimsesi yok muydu? Çoluk çocuğu, torunları ne güne duruyordu? Ya kocası? Ayrıca bu yaşta onu ekmek almaya gönderenlere de içten içe kızardım.

Kudretten sürmeli iri siyah gözleri, gür çatık kaşları ve sağ yanağındaki siyah beniyle halk hikâyelerimizdeki Yörük analarına benzerdi. Kara çadırın kızı oydu. Narin bir gelinciğin hüznüyle bakardı insana. O sıcak, mahzun bakışlarının arkasında dünya gurbetini hüzünle seyreden gözler bulurdum. Babaannemi bulurdum.

Başını hep kırmızı gelincik desenli yazmayla kapatırdı. Onlar, gelinciğe, lale diyorlardı. Bu yüzden -kendi bilmese de- o benim Lale Teyze’mdi. Sadece benim değil, Türkiye’den Azerbaycan’a getirdiğim fırın çalışanlarının da Lale Teyze’siydi. “Lale Teyze geldi, Lale Teyze gitti.”

Duran Usta, fırının isli kara kapağını yana sürüp uzun saplı küreğe bindirdiği iki meşe odununu karanlık kızıl dehlize fırlattı. Belli ki fırın ekmek pişirecek kıvamda ısınmamıştı. Her zamanki yerinde duran kirli tütün tabakasını başparmaklarının yardımıyla açıp bir sigara doladı. Çıt sesiyle sigarasının ucu kızardı soldu. Gözlerini sakladığı dumanların arasından, gülümsedi:

-Ya Hasan ağabey, dedi. Türkiye’den kalkarak taa Azerbaycan’da fırın açmak nereden aklına geldi Allah aşkına? Bakü nere, Afşin nere? Kim verdi bu aklı sana? Vallahi büyük cesaret!

-Dünya değişiyor Duran Usta’m. Önemli olan zamanın elinden tutmak… Aramıza düşen “demir perdeler” yok artık. Yeni bir Pazar açılmıştır. Asya’da dünya yeniden kuruluyor. Yetmiş iki millet burada. En son gelen biziz. Bu değişimi doğru okumak gerek. Soydaşlarımız lezzetli, güzel ekmek yesinler. Biz de para kazanalım. Ne demiş atalarımız? “Ekmek atlı, biz yaya…”

– Doğru söylüyorsun, ekmek atlı, biz yaya… Koş babam koş! İnanmasak düşmezdik peşine, binmezdik geçim atına.

Bu sabah Lale Teyze’miz ekmek almaya gelmedi. Sadece bu sabah değil, sonraki sabahlarda da gelmedi. Merak etmediğimi söylesem yalan olur. Hastalanmış mıydı? Göç mü etmişti? Başına bir iş mi gelmişti, bilmiyordum. Kim bilir, belki de fırın değiştirmişti.
Aradan on gün geçti.

“Galiba bizi terk etti. Artık gelmeyecek.” demeye kalmadı, Lale Teyze’m sabah erkenden yine kolunda Türkiye haritalı ekmek çantası, nefes nefese kapıda gözükmez mi? Babaannem gelmiş gibi sevindim. Herkes sevindi. Meğer ne çok severmişiz de bilmezmişiz. İnsan gurbette olunca daha bir duygusallaşıyor, sevdiklerini daha çok özlüyor. Başkasında onu görüyor.
Sözleşmiş gibi koro hâlinde seslendik:

-Hoş geldin Lale Teyze!
Bu ilgiye benim gibi o da şaşırdı.

-Lale hala da kimdi? O hardan çıktı? Menim adım Senem’di… Nazlı Senem… Gence ’de bacım var. Ona gonag gedmiş idim.

-Sen Genceli misin Senem teyze?
-Yoh, Men Karabağlıyam. Karabağ Ermeni işğalı altında olduğu üçün Bakı’da galıram.

-Bir nevi kendi öz vatanında sürgün hayatı…
Senem teyzenin birden gözlerinin dolduğunu hissettim. Galiba bilmeden yarasının üstüne basmıştım. Öyle ya Dağlık Karabağ 92’de Ermeniler tarafından işgal edilmiş, 20 bin soydaşımız katledilmişti. Yurdunu kaybeden Azerbaycanlılar kendi öz vatanlarında mülteci konumuna düşmüşlerdi. Hazmetmek kolay değildi öz topraklarınızın yüzde yirmisini Ermenilere kaptırmak. Bugün Azerbaycan’da her dokuz kişiden birinin mülteci olduğu söyleniyordu. Senem Teyze işte onlardan biriydi.
-Karabağ bir gün bizim olacak! dedi.
O an nereden ezberimde kalmış bilmiyorum:
“Bahtına ağlayan Azerbaycan kızı,
Sen Karabağ dersin, ben karayazı.
Boşlukta çırpınır Türk’ün avazı.
Sanma ki dertlerin azı bizdedir,
Sizdeki yaranın özü bizdedir.”* dedim.

Sözlerim, Senem Teyze’nin gözlerine bir dolunay güzelliği içinde düştü. Nasıl da mutlu oldu.
-Yaxşı ki varsınız, minnetdaram. dedi.
Konuyu bilerek değiştirdim:
-Kaç gündür göremeyince hepimiz çok merak ettik, vallahi özledik seni.
Gülümsedi.
-Aaa, siz aranızda danışıb mene sürpriz mi hazırladınız. Ad günüm bele deyil. Bu ne gözellik! Göresi gelmek… Marak edilmek… Unuttuğumuz şeyler…
– Sizler, bizim uzakdaki yakınlarımız değil misiniz? Bu yüzden özümüz, özünüze hep yakın durur. Sen bilmesen de, ben hep sende memleketimin havası, rahmetli babaannemin kokusunu bulurum.
Suya atılan taş misali yüzüne dalga dalga bir aydınlık yayıldı.
-Men bele gözel sözlere alışmamışam. Bak ağladacaksınız meni! Çok sağolun. Sen Türkiye’densen. Bizim ikinci vetenimiz. Harasındansan?
-Kahramanmaraşlıyım.
Senem Teyze’nin kara gözlerinde kara geceye inat bir şimşek çaktı.
-Gehramanmaras’dan?
-Evet… Niye şaşırdın?
-Gehramanmaras’ın harasından?
– Bilir misin ki oraları? Afşin ilçesinin Hunu kasabasından…
Senem Teyze’nin bir çizgi uzandı iki kaşının arasına. Kısa bir tereddütten sonra kulağıma eğildi:
-Tanır kendi size yakındır?
Kendimi hayretle geriye çektim.
-Yakın ya! Hunu ile Tanır arası on beş, bilemedin on altı kilometre… Fakat sen Tanır’ı nereden biliyorsun Senem Teyze?
Bir müddet hiç konuşmadı. Yüzü perde perde soldu. Bulut yüklü gözlerle baktı bana.
-Danişmag çok çetindi. Men danışa bilmirem.
-Zor olan ne Senem Teyze? Neden konuşamıyorsun?
Yutkundu, söyleyemedi. Heyecanlıydı. Sonra ta gözlerimin içine bakarak yürekten cümleler kurdu:
-Tanır… Tanır, üreyimin çetinde kaldığı, ağrılı olduğu yer… Bülbülün feganda, gülün ahuzarda açtığı yer…
– Bunlar ne güzel sözler Senem Teyze. Doğrusu bilmek isterdim seni böyle üzen, özünü köz eden, ahuzârda bırakan şey nedir?
İki damla yaş süzüldü buruşuk yanaklarına. Belki de en büyük cevaptı bu. Onu böyle boncuk boncuk ağlarken görmek bir başka dokundu bana. Ellerini avuçlarıma aldım.
-Ne oldu benim güzel annem?
Dudakları hafiften titredi. Dağılmıştı.
-Memleketine gedeceksen?
-Gideceğim ya. Uçak biletimi aldım. Hem de yarın… On günlük bir izin kullanacağım.
Sanki ay buluttan çıktı. Islak gözlerine bir ışıltı düştü.
-Bir amanat versem, Tanır’a apararsan?
-Hay hay! Başım gözüm üstüne!
-Hakiki apararsan mı?
-Tabii ki götürürüm!
Gözlerine yıldızlar yağdı. Yıldızlar birleşip ışık demetlerine dönüştü.
Ayağa kalktı “Dönecem.” dedi ve sevinçle gitti.
Fırın çalışanlarının pürdikkat bizi dinlediklerini sonradan fark ettim. Hepsinin yüzünde hüzünlü bir dalgalanma, bu tuhaf gelişmeyi anlamaya çalışıyorlardı.
Duran Usta’nın sesi duyuldu:
-Aha buraya yazıyorum Hasan ağabey! Bu kadının Türkiye’de ya akrabaları ya da bilmediğimiz bir geçmişi var. Muhtemelen köklerini arıyor. Canı acıyor. Yoksa ağlar mıydı? Türkiye’den Azerbaycan’a zamanında göç etmiş bir ailenin kızı da olabilir.
-Ben de şaşırdım doğrusu. Tanır nere, Bakü nere? Bu nasıl bir bağlantı anlamış değilim.

Senem Teyze iki saat sonra döndü fakat eli boştu. Ne bir paket ne bir çanta… Rengi solgun, kendi yorgundu. Yüzünde yas ile sevincin yıkıştığı bir ifade:
-Sene söylemek istediklerim var.
-Buyur Senem Teyze!
-Mahrem… Burada olmaz. Şüşeli terefe keçek.
‘Şüşeli teref’ dediği yer yazıhaneydi. Oraya geçtik. Aynı koltuğa yan yana oturduk. Kafamda binlerce soru.
Gözleri gözlerimde, kısık bir sesle konuştu:
-Tanır’da bir nefer var, Yazıcıoğlu Hesen… Onu tanıyırsan?
– Yazıcıoğlu Hasan… Yok, tanımam ama sorar bulurum. Sen nereden tanıyorsun onu? Hani insan merak ediyor, Azerbaycan nere, Tanır nere?
– Hee doğrudur… Bir terefde Nazlı Senem, o biri terefde Yazıcıoğlu Hesen…
İki bileğimden sımsıkı tuttu. Tâ gözlerimin içine bakarak konuştu:
-Eger sağdırsa onu tap. Menden salam söyle. “Nazlı Senem’in sene çok salamı var.” de. “Ehdi-peyman ettiyiniz o Azerbaycanlı gız, ehdine sadık kalıb, hiç aile gurmayık, yetmiş ildi seni gözleyir.” de.
Ürperdim. Tüylerim diken diken oldu. Yanlış duymuş olamazdım. Yetmiş sene verdiği söze sadık kalan bir Leyla… Bunca senedir Mecnun’u bekleyen bir büyük yürek ülkesi… Yüzyılın bu isimsiz Leyla’sına hayretle baktım. Bu nasıl bir sevda idi Allah’ım! Göz açıp gördüğü, gönül verip sevdiği bir Mecnun’a Leyla olabilmek… Hiç umudunu yitirmemek… Sevdiğini yetmiş sene dilinde türkü, gözlerinde gurbet olarak saklamak… Yüreğinde umut, içinde hasret olarak taşımak ve bir ömrü kız olarak yalnız başına geçirmek… Eski zaman aşkları hep böyle mi olurdu? Mecnun’u arayan çağımızın bu isimsiz Leyla’sına bakarken gözlerimin dolduğunu hissettim.

Ellerimi bırakmadan o devam etti:
-Sen heç sevdin mi Hesen’im? Könlünde sevda gürbetini yaşadın mı heç? Yetmiş il sevdiyini her gün beş defe dualarının içine aldın mı? Adı Hesen olan herkesi üreyine yakın saydın mı? Bütün Hesen’lere bir çiçeye bakarmış kimi baktın mı? İllerdir bak buramda daşıdığım, içimde diyar diyar gezdirdiyim bir sevda gürbetini, ayrılığını yaşayıram men!
İlk defa bu kadar tutuktum. Bir şey söylemeli değil miydim? Söyleyemedim. O devam etti:
“Bilirem, maraglanırsan. Bilmek isteyirsen. ‘Bu könül sevdası hardan, nece başdıyıb?’ deye. Danışım sene o zaman: …1918’de Bolşevikler Ermenilerle bir olub can Azerbaycan’ı işgal ettiler. Kendler boşaldılır, evler ateşe verilirdi. Müdafiesiz, günahsız halkı mescitlere doldurub yandırılırdılar. İnsan kassaplarıyla doluydu her yer. Azerbaycan ateşler içindeydi. Tekce Bakı’da 15 min, Şamahı’da 8 min, Kuba’da 16 min Azerbaycan Türk’ü gadl edildi.. Hacmaz, Lenkeran, Selyan, Zengezur, Gence, Karabağ, Nahçıvan insan meyidleriyle doluydu. Vehşi bir soygırımla garşı garşıyaydık. ‘Küçelerde meyidlerden başka müselman kalmadığı’ deyilirdi. Azerbaycan Dövlet basçısı Memmed Emin Resulzâde Osmanlıdan yardım-kömek istedi. Kafkas İslam Ordusu imdadımıza yetişti. Başlarında Nuri Paşam…29 yaşında bir gehreman… Ağabeyi Enver göndermiş. “Gardaşlarım darda, yetiş!” demiş. ‘Bakı’nın Fatehi’ deyirik biz ona.
Dedim ya men doğma Karabağlıyam. Ermeniler evleri basıb, ağıl almaz heyanetler etdiler. Zil bir qaranlık… Yağış sicim kimi inleyir. Çölde döyüş var. Kapını kilitledik. Lampanı söndürdük. Anam ve men otağın bir küncüne büzüldük. Gorkuyla gapının gırılmağını gözledik. Ha geldiler ha gelecekler. Az sonra silah sesleri susdu. Gün ağarmağa başladığında perdenin aralığından çöle bahdım. Bir de ne görüm, bizim kapının önü adam cesedleriyle doludur. Bir sallaqhana… Yedi qanlı ceset… Yedisi de Ermeni… Belli ki, evimize basgına gelibler amma birileri onların öhdesinden gelibdi Niyetlerine nail olabilmemişdiler. ‘Ana!’ dedim. ‘Çöl gan gölü…’ Anam yavaşca kapını açdı. Açmağımızla birlikte eli silahlı, yaralı bir nefer küt deye düştü önümüze. Anam, ‘Bu Türk esgeridir.’ dedi. ‘Köksünde hilal var.’ Baktık yaşayır. Neferimizi otağın içine çektik. Kapını kilitledik. Ağır yaralıydı. Devamlı kelime-i şahadet getireyir feget heç cürbir cür burakmırdı silahını. Demek, Türk esgeri Karabağ’a girmişti. Üreğimizde bir sevinç… Ve yeddii Ermeni’nin öhdesinden gelen de bu igitdi.
Günlerce özüne gelebilmedi. Çok gan itirmişti. Gaygısına men galdım. İyirmi gün başucundan ayrılmadım. O yatmadan men yuklamadım. Hebersizce saçlarını daradım. Ayaklarını yudum. Su verdim, şorba içirdim. O menim uşagım kimi olmuştu artık. Gözlerini açtığında meni gördü. ‘Rüyadamıyam men?’ dedi. Gözlerini tekrar bağladı. Elimi heç burakmadı. Üreyimi üreyinin yanına koydum ve o ürek hemişelik orada kaldı.
Hesen’di adı. Yazıcıoğlu Hesen diye tanınarmış kendleri Tanır’da. Könül bu, düştü mü düşür, aktı mı akır işte. Çok sevdik birbirimizi. Et dırnaktan ayrılar mı? Azerbaycan kurtulmuştu. Ancak vida çetindi.
‘Birliyime gatılacam.’ dedi. ‘meni de apar.’ dedim. ‘Bu imkânsız. Müharibe bitsin, dönecem!’ dedi. ‘Burada gal!’ dedim. ‘Bu eskerlik andıma ihanet olar!’ dedi. Silahı çiyninde, goltuk deynekleriyle yola saldım onu. Gözyaşları içinde vidalaştık. ‘Birbirimize yâr olmazsak, kimseye gülzâr olmayacağımıza’ dair özümüze söz verdik. Gözlerimden öptü. Dayandı, bir daha öptü. Meğer ayrılıkmış gözlerden öpmek…
İki il sonra Kızılordu Azerbaycan’ı işgal etti.
Yasaklı iller girdi araya. Demirden perdeler düşdü iki ölke arasına. Çağırsam duyurabilmirem, getsem gücüm yetmez. Zulm ile âbat olunar mı? ‘Yıkılır elbet bir gün polad zırehlı divar.’ dedim. Ümidimi heç itirmedim… Onu bir ömür gözledim. Hesen’imin hesretiyle yaşadım. ‘Bir gün çıkıb geler!’ dedim ve ehdime hemişe sadık kaldım. Evlenmedim, aile gurmadım.
Neçe lale mövsümü keçdi dönmedi Hesen’im.
Baktım Senem Teyze hıçkıra hıçkıra ağlıyor. İki bileğimden sımsıkı tuttu, ta gözlerimin içine bakarak devam etti:
-Siz heç ellerinizde Çobanyastıgı, başınızı şu pencerenin şüsesine söykenib uzaklara bakdınız mı? Geceleri göy üzünde bir ulduz sayrışsa, “Bak bu menim Hesen’im, ayan oldu! Meni duydu!” diyerek ümitlendiniz mi? Belke bir gün Hesen’im, şu yollardan çıkıp geler diyerek garşı yatan ulu dağlara bakıp üreyinizde hesret mahnıları okudunuz mu? Durnalarla söhbet ettiniz mi?
Kışa döndüm baharımdan,
Bihaber oldum yârimden,
Sorak verin diyarımdan,
Dönmeyin daşa durnalar.

Derdi köksüm altda galag,
Sirdaşımdır galem varag,
Unuduldum gözden ırag,
Gelmişem zare durnalar.

Yolum zumet gündüz gece,
Ömür bağım telden ince,
Perişan olmayım nece,
Men baxtigara durnalar.

Ne olar ki, yad eyleyin,
Garip könlüm şad eyleyin,
Salam verim, ad eyleyin,
Götürün yâre durnalar.

Yandı odun gucağında,
Yâr hasreti dodağında,
Senem düşüp yatağında,
Qalıp biçare durnalar.” **

Ömür dediğin nedir ki Hesen’im! Men yetmiş il gülzâra nezer gıldım. Könlümün sirdaşına bir “merhaba” gönderebilmedim. Yok idi gedib-geleni ki birce heber getire! Ömrüm boyu alıb onu elimden uzanıb geden yollara bakdım. Buludlar gözlerimden, gözüm yollardan keçdi. Köksümde ürek deyil, elebil Hesen’di vuran. Esen küleklerde onun kokusunu aradım. Üreyimde hasret mahnıları gurdum:

“ Ayağının izine tamarzı galıb yollar,
Ne vakt lepirlerinle öpüşecek göresen.
Gözlemek gözden salıb, yaman gocalıb yollar,
Geddiyin cığırları bir de geri dönesen.

Yokdur gedib-geleni birce heber getire,
Külekler oynatmayır, tozu dönüb daş olub,
Könlümün sirdaşına bir “merhaba” götüre,
Dilimizin ezberi bir “ah”, bir de “kaş” olub.

Alıb seni elimden uzanıb geden yollar,
Bir gün peşiman olub gaytarar mı göresen?
Azıb gara dumana, gözümde iten yollar,
Seni gözlerimdece aktarar mı göresen?

Bu yolun başı hesret, sonunda sen durursan,
Buludlar gözlerimden, gözüm yollardan keçir.
Köksümde ürek deyil, elebil sen vurursan,
Kanımla dövr eyleyib yol damarımdan geçir.

Dönüb çık gel bu yoldan, sevindirme kederi,
Duman olum başına dolanım yollar kimi.
Ömür eylemir vefa, Senem yolcu, gederi,
Senli, sensiz mehbusdur, daşlaşmış gollar kimi.” ***

Türkiye’den her gelene onu soruşdum. Heç ferk etmediniz, “Belki Hesen’imin etri vardır.” deye sizlere yakın durdum. Çörek behene, her seher ayazda gün doğmadan uzak yollara düştüm. Hesen’ime gedirem sandım. Sizler de Hesen’imi gördüm. Eğer sağdırsa tap onu.
Elini koynuna soktu, gül oyalı mendile sarılı küçük bir paket çıkardı.
-Al bu desmalı, dedi. “Nazlı Senem sene bir armağan gönderdi.” de. O biler.
Ne olduğunu sormadım. Kendi de bir şey söylemedi. Alıp ceketimin iç cebine koydum. Daha fazla durmadı.
-“Sene üreyimi açdım.” dedi. İnsanların kutsalları vardır. Herkese teslim edilmez. Hele de kutsalı könül yarası ise…
-Anlıyorum…
Ayağa kalktı. Alnımdan bir ana şefkatiyle öptü. “Tez dön.” dedi.
Kafamda sorular sorular… Oracıkta kalakalmıştım.

Tanır ’dayım.
-Aha şu sokağın başındaki kerpiç ev var ya, oradan dönünce sağdaki ilk ev, dediler. Eve doğru yürüdüm.
Kafamda uçuşan sesler:
“…Ha! Yaşlı, hasta bir adam o! Gözleri iyi görmez. Ağlaya ağlaya kör olduğu söylenir. Ona da selam gönderen olur muymuş? Yanılmış olmayasın?”
(Bir selamı çok gördükleri bu kör adamın yedi düşmanı yere seren Kafkas İslam Ordusu’nda bir kahraman, bir gazi olduğunu kim nereden bilecekti.)
Bir ayağı çukurda yalnız biri… İçerden dışarı çıkamaz. Hizmetini bacısı Fadime görür.”
“Azerbaycan’da savaştığı söylenir. Gazi maaşı da bağlanmadı. Perişan. Allah bilir ya günleri sayılı.”
“Nan ekmeğe muhtaç… Onun bunun fitresi, sadakasıyla geçinir. Elden bir kaşık öğün gelirse, eh işte o gün karnı doyar… “
Kapıdayım.
Kim bilir kaç kara kış yemiş, ona rağmen ayakta kalmış kerpiçten örme, toprak damlı, sıvaları dökülmüş bir ev… İnsanın üzerine devrilecekmiş gibi yamuk duran eski ahşap bir kapı… Aralığından içerisi seçilmiyor. Tam kapıyı çalacaktım ki dokunmamla birlikte kapı gıcırdayarak sonuna kadar açıldı. Odanın kirli karanlığı içeriye düşen güneşle aydınlandı. Adam yer yatağının içindeydi. Elini kaşına siper edip çipil gözlerle baktı
-Kim o? Fadime sen misin?
-Selamünaleyküm!
-Ve aleykümselam…
Doğrulmaya çalıştıysa da gücü yetmedi.
-Kusura bakma, gözlerim artık iyi görmüyor. Kim geliyor, kim gidiyor, zor seçiyorum. Buyur! Kimsin?
-Bir tanrı misafiri… Seni ziyarete geldim Hasan emmi!
-Hoş gelmişsin, safa gelmişsin. Şurada minderli iskemle olacak. Bul otur. Ev perişan, kusuruma bakma. Yalnız bir adamım ben. Ne demiş Âşık Garip, “İşte geldim gidiyorum; şen olasın Halep şehri!”
Elim boş varmak olmazdı. Gelirken köyün bakkalına uğrayıp aldığım yiyecek içecek türü paketleri yana bıraktım. Dediği minderli iskemleyi bulup yanı başına oturdum. Titreyen sağ elini avcumun içine aldım. Sulu gözlerle bir daha baktı bana. Gözleri çukura kaçmış zayıf, solgun bir çehre. İki karaçalı gibi yükselen gür kaşlar…
-Hele adını bağışla yavrum. Kimsin? Kimlerdensin?
-Ben Hunuluyum Hasan emmi! Çolakoğlan Mehmet’in torunuyum. Tanır mısın?
-Tanımam yavrum.
-Hasan emmi, üzerimde kalmasın, sana selam getirdim.
-Ve aleykümselam! Kimden evladım?
– Çok uzaklardan…
-Bre yavrum bana yakındakiler selam vermiyor ki uzaktakiler selam göndersin.
-Selam, dili dilimize benzeyen bir ülkeden…
-Allah Allah! Ne diyorsan anlamıyorum.
-Hasan emmi, ben Azerbaycan’dan geliyorum.
-Azerbacan’dan mı?
-Evet! Nazlı Senem’in sana çok selamı var.
-Ne ne… Nazlı Senem’den mi?
-Evet, Nazlı Senem’den…
Dondu. Dudakları titredi. Rengi soldu. Kan çanağı sulu gözlerini iri iri açtı. Elini sol göğsüne götürdü. Bir müddet hiç konuşmadı. Bir an kalbinin bu habere yenik düşeceğinden korktum. Az önceki o yumuşak çehrenin hatları bozuldu, yüzü dağıldı.
-Beni kaldır, dedi.
Kaldırdım. Yatağın içine bağdaş kurup dimdik oturdu.
-Hasan emmi…
-Hişşşt! dedi.

Bir sessizlik düştü aramıza.
Başı göğsünde, bir müddet öylece kaldı. Eminim bir tarih geldi geçti gözlerinin önünden. Gençliğine yürüdü. Frengi sarı elbisesiyle Nazlı Senem’i gördü. Hiç konuşmadılar fakat bir asırlık sohbet ettiler. Laleler mahnısını birlikte söylediler. Sonra rüyadan uyanır gibi uyandı. Gözlerini iri iri açtı:
-Anlat evladım, dedi. Hiçbir şey atlamadan anlat.
Anlattım. Bütün teferruatıyla anlattım.
-Ahdine sadık kalmış, dedim. Hiç evlenmemiş. Hep seni beklemiş.
Ağladı. Hüngür hüngür ağladı.
-Sanıyor musun ki ben ahdimi bozdum. Ben de sadık kaldım, ben de hiç evlenmedim. Her gece ağlamaktan göz pınarlarım kurudu.
Cebimden gül oyalı mendile çıkınlı, ne olduğunu bilmediğim küçük paketi çıkardım.
-Bir de armağanı var sana, al! dedim.
Ellerine tutuşturdum. Parmakları tir tir titriyordu. Çözdü. İçinden bir ak belik çıktı. Aldı kokladı. Ta içine çekti. Burnunu çeke çeke yeniden ağlamaya başladı. İçim ezildi. Ben buraya zavallı bir ihtiyarı ağlatmak için mi gelmiştim!
-Artık gözlerim açık gitmez. Ölsem de gam yemem. Allah sana ne muradın varsa versin yavrum, dedi.
Duvarda asılı duran sazını istedi. Uzanıp verdim. Kucağına yerleştirdi. Gözlerini yumdu. Sazın üzerine ulu ağaçlar gibi eğildi. Toprak kokan, bozkır kokan o yanık sesiyle başladı söylemeye:
“Bir selam geldi de Nazlı Senem’den,
Deli gönül şad olmaya başladı.
Akmaz iken kör pınarın ayağı,
Suyu geldi çağlamaya başladı.

Senem’in giydiği benekli sarı,
Ölmeden yüzünü göreydim bari
Yıkık değirmenin bozuk çark evi
Gürül gürül çağlamaya başladı.

Hele bakın şu feleğin işine,
Selam salmış yareniyle eşine,
Senem vardı seksen doksan yaşına,
Benimki de yüz olmaya başladı.

Bir tek adı kalmış idi yadigâr
Kara bahtım için bugün nev bahar
Coştu deli gönül gürleyip çağlar
Tatlı tatlı söz olmaya başladı.

Anlacımız Binboğa’nın dağları,
Gıcı, boran aşılmıyor belleri,
Yazıcıoğlu’m Şerefli’nin beğleri,
Koca Tanır yaz olmaya başladı.

Yazıcıoğlu der de bakın halıma,
Değirmenler döner çeşmim seline,
Beni alıp götürsünler yârime,
Sonbaharım kış olmaya başladı.” ****

Âniden telleri tuttu. Ses kesildi. Mızrabı sazın göğsüne yapıştırdı. Ağır ağır bana döndü:
-Karacaoğlan der ki :”Ölüm ile ayrılığı tartmışlar, / Elli dirhem fazla gelmiş ayrılık.” Ah benim güzel evladım, “Ben burada, yâr orada kalınca, ister ölüm olsun, ister ayrılık…”

Yazıcıoğlu Hasan’ın kolu kolumda, ilk defa uçağa biniyordu.

————————————————————————–
* Abdurrahim KARAKOÇ
**Lale İsmayil
***Lale İsmayil (Azerbaycanlı şair)
****Bu şiir, “Tanırlı Âşık Yener” in dedesi “Yazıcıoğlu”na aittir. Kaynak kişi: 1.Babam Ahmet Ekici (Güzel Ahmet).2. O yörede “Telli Senem” adıyla bilinen hikâye ile ilgili üniversitelerde yaptırılan “tez” çalışmaları.

Yazar

MDM

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar