Yükleniyor...
Bir Hoca, bir üniversite profesörü, bir akademisyen, aynı zamanda bir tarihçi daha ötesi adı “Türk” olan bir kuruluşun başkanı, “Ama”sız bir makale yazmış başında bulunduğu tarihi kuruluşun dergisinde.
Merhum Cemil Meriç’i de yazısına bir delil bir şahit olarak almış.
“Müstağrip” namında bir Osmanlıca kelime musikisi güzel bir kelime, kulağa hoş geliyor, sesi gibi manası da güzel mi? Osmanlıca Türkçe sözlüğü lütfen açıp bakınız. Madde de şunların yazıldığını göreceksiniz. Garibine giden, şaşa kalan, tuhaf bulunan acayip.
Cemil Meriç den bir paragraf:
“Tanzimat’tan sonra Türk aydınına yakışan sıfat: müstağrip. Edebiyatımız bir gölge edebiyat. düşüncemiz bir gölge düşünce. Üç edebi nevi itibarda taklit intihal ve tecrübe. “ İntihal: çalma, başkasının malını benimdir diye etme, ikinci olarak da (ed.) birinin yazısının veya şiirinin kendi malı gibi gösterme.” Demek anlamına geliyor.
Yani Tanzimat’tan bu tarafa, Türk aydını kıblesini, istikametini kaybetmiş bir vaziyette. Üç asırlık bir dönem, tarihçi hoca ile Cemil Meriç tarafından reddedilmiş, lanetlenmiş, yerin dibine batırılmış… Demek istiyorlar ki Osmanlı Devleti bu müstağripler tarafından çökertildi, yıkıldı ve bitirildi.
Tanzimatı, Islahat Fermanı’nı, meşrutiyetleri neden yapmak zorunda kaldığımızı anlatmak zahmetine girmektense, topyekûn karalamayı tercih etmek kolaylarına geliyor.
Üç asırlık dönemde nice büyük işler başaran padişahlar, vezirler paşalar vardır. Nice büyük şairler, nice büyük fikir adamları vardır. Musikide, mimaride, hat sanatında hatta resimde seçkin insanlar yetişmiştir. Araştırmadan incelemeden aydın bir tarihçi titizliğini göstermeden üç asırlık Türk tarihini bu tarih içerisinde yetişmiş ve bu tarih içerisinde yetişmiş inşaları bir çırpıda,” Köksüz, ruhsuz” kendi medeniyetine ve o medeniyetin asırlar içerisinde süzülerek gelen billurlarmış değerlerine yabancılaşmış diye bütün münevverlerini mustarip olarak nitelendirmek akla, mantığa, ilim ahlakına sığar mı?
Sığmasına sığmaz da, fakat Cemil Meriç gibi üstatlar böyle buyurduktan sonra, “acaba demeden, doğru mu?” demeden kesin olarak kabul etmek, milletimizin içine düştüğü bugün ki buhranın sebeplerinden biridir. Herkes kendi ruh iklimine, alışkanlığına, bulunduğu ortamın geleneğine uygun alarak bir tarikata, bir cemaate bağlı olarak asırlardan beri sürüp gelmektedir. Herkes kendisinin imamına, şeyhine, ağabeylerine, üstadına beynini kiraya vererek; büyüğümüz bizim yerimize okur, araştırır, düşünür, bize düşen iş onu sorgusuz sualsiz dinlemek ve aktarmaktadır. Hatta “hoca efendi”nin, “efendi hazretleri”nin” yüzüne bakmayı adaba, terbiyeye aykırı görmektedir. Dışarıya karşı alabildiğine demokrat görünen, demokrasinin genişletilmesini ve gelişmesini isteyen bu kadrolar kendi içlerinde efendilerine karşı elsiz ve ayaksız kesilmektedirler. Bu mürit davranışların dışında üstat ünvanlı kişilere bağlı büyük bir aydın kesiminin varlığını da görmezden gelemeyiz. Onlardan birisi Necip Fazıl diğeri de Cemil Meriç tir. Şüphesiz ki Necip Fazılın şöhreti, tesirleri yankıları Cemil Meriç in şöhretini kıyas kabul etmeyecek şekilde aşmıştır.
Üstatların en önemli özelliklerinden biri “Ben varım! Benim dışındakilerin cümlesi sıradan insanlardır, cücedirler, bir kısmı ise ‘çukur(!)’dur.” Demeleridir.
Necip Fazıl’la benzerlerine göre Tanzimat Döneminin devlet adamlarının hiçbiri büyük sıfatına layık değillerdir. Onlar olsa olsa küçük sıfatıyla tavsif edilmelidir. O dönem ve sonradan gelen şairle, edipler ya taklitçi ya intihalci (hırsız) veya tercümecidir. Meşrep veya mezhep bakımından da ya mason ya da dinsiz ve imansız kişilerdir.
60’lı yıllarda Necip Fazıl’ın, Erzurum’da, ”İman ve Aksiyon” isimli konferansını dinlemiştim. Tanzimat’tan bu tarafa tarihimizde bizim bildiğimiz ne kadar kıymetli devlet adamlarımız varsa, onları müthiş benzetmeleri ile yerin dibine batırdı. O batırdıkça yüzlerce kişi onu çılgınca alkışlıyordu.
Konferansın sonunda, büyük ihtimalle milliyetçi, muhafazakar olmayan bir kişi medeni cesaret göstererek;
“Mustafa Kemal de bir iman ve aksiyon adamı değil mi?” diye sordu. Cevap:
“Bu suali Erzurumlunun zekasına yakıştıramadım” oldu. Bu cevap ’60 ihtilalinin hassasiyeti içinde suçlu duruma düşmemek için verilmiş bir zeka ve söz örneğidir.
Konferansı dinleyenlerin hepsi şu kanaate vardı ki: Mustafa Kemal ne iman ne de aksiyon adamıdır.
Bugün iktidara sahip olanlar ve yandaşlarının Milli Mücadeleyi yapan, devleti yeniden kuran başta Atatürk ve İnönü olmak üzere bütün kadroyu kötülemek, unutturmak, mümkün olursa tarihten silmek gibi birçok teşebbüsleri var. Bu kinin ve nefretin kaynağında Necip Fazıl ve benzeri kimselerin büyük rolleri vardır.
Anlı şanlı ve koca bir Cumhuriyet dönemini reklam arası sayan zihniyetin Türk’ü ve onun adını taşıyan devletini tasfiye etmek için ne kadar büyük heyecan duydukları gösterdikleri çabalardan belli olmuyor mu?
Tanzimat öncesi Türk edebiyatına bakıldığında,” alınan her edebi model Fars ve Araplardan alınmıştır.” O eserlerin sahiplerini; modelleri yabancı bir kültürden alındıklarından dolayı köksüz, ruhsuz, hırsız diye nitelendirmek akla ve ilme aykırıdır. Biçimlerin yabancı oldukları bilinmekle beraber eserlerin Türk olduğu bir gerçektir çünkü Türkçe yazılmışlardır.
Beğenilmeyen Tanzimat sonrasında da konuşma dilinin yazıya yansıtılmasında hız kazanılmış, yazılan eserleri halk anlamaya başlamıştır. Yazı dilinin konuşma diline yakınlaşmasının neresi köksüzlük ve ruhsuzluktur.